İnanan Sarsılsa da Devrilmez: Hamrâü’l-Esed (16 Şevval 3 Hicrî)
Cumartesi akşamından itibaren yaralarını sarıp da evinde dinlenmeye çekilen ashâb, pazar sabahı Hz. Bilâl’in ezanıyla birlikte Mescid-i Nebevî”ye gelmişti.
İnsanlığın Emîni Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), dünden bu yana düşünüp duruyor ve bir türlü emin olamıyordu. Sonuç itibarıyla Mekke açısından iş ortada kalmıştı; savaşmış ama bir şey elde edemeden geri gitmişlerdi. Yolda giderken kanaatlerini değiştirip yeniden Medine’ye saldırmayı düşünebilirlerdi. Onlara böyle bir fırsatı vermemek gerekiyordu. Aynı zamanda Uhud sonrasında otoritenin yine Medine’de olduğunu herkese ilan etmek lazımdı.
Bu arada Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) yanına Abdullah İbn Amr İbn Avf gelmiş ve Kureyş ordusunun, endişe edilen hususlarla ilgili haberlerini getirmişti. Gerçekten de Kureyş, Melel denilen yere geldiğinde aralarında bir durum değerlendirmesi yapmış ve elleri boş olarak geri dönmenin yanlış olduğunu, yeniden Medine’ye saldırarak Müslümanları kökten temizlemek gerektiğini konuşur olmuştu. Onlara göre Mekke’ye dönerken ne ellerinde bir ganimet ne de köle ve cariye bulunuyordu. Savaşmışlardı ama ellerinde, bu savaşı kazandıklarını ifade eden herhangi bir unsur da yoktu. “Savaşı biz kazandık.” deseler bile bunu ispat edebilecekleri hiçbir şey yoktu ellerinde:
– Ne yaptınız ki, diyorlardı. Onların gücünü kırdınız ve ağır bir darbe vurdunuz ama yine de onları kendi hâllerine bıraktınız! Esas hedef olması gerekenlerin hepsi de yaşıyor ve bu, yarınımız adına büyük bir tehlike demektir. En iyisi mi gelin geri dönelim ve hepsinin kökünü kazıyalım!
Ancak herkes aynı kanaatte değildi. Safvân İbn Ümeyye ileri atılacak ve şunları söyleyecekti:
– Ey kavmim! Sakın bunu denemeyin! Şu anda onlar, her zamankinden daha fazla öfkeliler ve ben, Uhud’da bulunmayanları da yanlarına alarak üzerimize geleceklerinden korkuyorum. En iyisi mi siz, elde ettiğinizle yetinip hemen geri dönün. Çünkü ben, yeniden onlara saldırdığınızda bu hâlinizi de kaybedeceğinizden korkuyorum!
Hz. Abdullah’tan bunları dinleyen Efendimiz, yanına çağırdığı Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’le önce meseleyi istişare edecek ve ardından da Hz. Bilâl’e seslenerek insanlara şöyle tebliğde bulunmasını talep edecekti:
– Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), sizin düşmanınızı takip etmenizi emrediyor! Yalnız, bizimle birlikte sadece, dün Uhud’da olanlar gelsinler!
Zaten Cibril-i Emîn de gelmiş, Rabb-i Rahîm’inden şu mesajları getirmişti:
– Düşman birliklerini takip edip arkadan sıkıştırmada gevşeklik göstermeyin! Eğer siz acı çekiyorsanız, şüphesiz onlar da tıpkı sizin gibi acı çekiyorlar. Kaldı ki Siz Allah’tan, onların ümit edemeyecekleri birçok şeyleri umuyorsunuz. Allah her şeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.[1]
Davet eden Efendimiz olur da sahabe bu davete icabet etmez miydi hiç! Onca yaraları, yakınlarından şehit olanların acısı, arkada kalan yetimlerin gözyaşı ve tükenen tâkâtlerine rağmen onların hepsi yeniden kılıçlarına sarılacak ve bir çırpıda, Resûlullah’ın sancağının altında toplanıvereceklerdi. Onların bu hâlini Kur’ân da bayraklaştıracak ve Allah (celle celâluhû), Resûlullah davet ettiği zaman bir Müslüman’ın alması gereken tavrı belirleme adına ebedi kelamında bu gayreti şu ifadelerle takdir edecek, ahirette alacakları mükâfatı ortaya koyacaktı:
– Hele o yara aldıktan sonra Allah’ın ve Resûlü’nün çağrısına uyup gönül verenlere, hele onlar gibi ihsan ve takvâ sahiplerine pek büyük mükâfatlar vardır![2]
Efendimiz’in mesajını aldığı sırada Üseyd İbn Hudayr[3] gibi yaralarını tedavi etmekle meşgul olanlar da vardı. Duyar duymaz:
– Allah ve Resûlü için işittik ve itaat ediyoruz; baş üstüne, diyecekler ve üzerlerindeki yaralara, henüz dinmeyen kana rağmen kılıçlarını alıp meydana çıkacaklardı. Sadece Benî Selime kabilesinden yaralarıyla birlikte emre itaat edip Efendimiz’le birlikte yeniden yola düşen kırk yaralı vardı.
Übeyy İbn Selûl de bu takibe katılmak istemiş, ancak Efendimiz tarafından onun bu talebine olumlu cevap verilmemişti. Zaten Hz. Bilâl’in nidasındaki ayrıntı, onun gibi Uhud’un yolundan geri dönenlerin bu takibe gelemeyeceklerini açıkça ifade ediyordu.
Medine’de yine İbn Ümmi Mektûm vekil tayin edilmiş, sancak da Hz. Ali’ye verilmişti.[4]
Medine’den ayrılmadan önce Mescid-i Nebevî”ye girecek ve burada iki rekât namaz kılarak öyle yola çıkacaktı. Bu sefer Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ‘Sekb’ adındaki atına binmişti ve orduda O’ndan başka da ata binen yoktu. Üzerinde yine zırh ve başında da miğfer vardı; hatta o kadar ki, dışarıdan bakıldığında sadece mübarek gözleri görülebiliyordu. Hz. Talha’yı gördüğünde:
– Silahın nerede, diye sordu.
– Yakında yâ Resûlallah, diye cevapladı ve hemen gidip silahını kuşandı Hz. Talha. O da ağır yaralıydı ve o gün, sadece göğsünde dokuz yara bulunuyordu. Buna rağmen o:
– Resûlullah’ın bedeninde bu kadar yara varken benimkilerin ne önemi var, diyor ve Allah Resûlü’nün duyduğu acıyı da ruhunda hissederek yoluna devam ediyordu.
Efendimiz ona:
– Şu anda onlar nerede olabilirler, diye sordu.
– Seyyâle’de diyordu Hz. Talha.
– Ben de öyle tahmin etmiştim! Ama unutma ki ey Talha, Allah (celle celâluhû) bize Mekke’ye girmeyi nasip edeceği âna kadar asla böyle bir Uhud yaşatamayacaklar, buyurdu.
Bu arada Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ashâb arasından üç kişiyi seçerek onları Hamrâü’l-Esed cihetine öncü kuvvet olarak gönderdi. Bunlar, Eslem kabilesinden Süfyân İbn Talk’ın iki oğlu Selît ve Nu’man ile Uveyroğullarından bir başka sahabî idi. Önceden gidecek ve gelişmelerden Allah Resûlü’nü haberdar edeceklerdi.[5]
Uhud’un yorgunluğu ve yaraları sebebiyle Hamrâü’l-Esed’e kadar soluğu yetmeyen Uveyroğullarının bu isimsiz sahabîsi dışındaki Selît ve Nu’mân kardeşler hedefe ulaşacaklar ve Mekke ordusu hakkında bilgi toplamaya başlayacaklardı. Ancak geri dönüp yeniden Medine’ye saldırma planları yapan Mekke ordusu tarafından fark edilmeleri uzun sürmedi ve bunun üzerine her ikisi de oracıkta şehit edildi.[6]
Ashâb arasında, bir gün önce Uhud’da olup da Resûlullah ile birlikte Hamrâü’l-Esed’e doğru yola koyulmayan neredeyse bir tek sahabî bile kalmamıştı. Hiç yola çıkamayacak olanlar bile bir yolunu buluyor ve Efendimiz’in emrine itaatten taviz vermek istemiyordu. Abdieşheloğullarından Râfi’ ve Abdullah İbn Sehl kardeşler de bunlardandı. İkisi de ağır yaralıydı; Abdullah’ın yaraları Râfi’e nispetle daha derindi ve münâdinin sesini duyar duymaz aralarında konuşup sürüne sürüne yola çıkacaklardı.
O gün Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), ashâbına emrederek odun toplattıracak ve akşam olunca da ateş yakmalarını isteyecekti. Gecenin karanlığı basınca Hamrâü’l-Esed, beş yüz ateşle kendini gösterir olmuştu. Gecenin karanlığında yakılan bu beş yüz ateşin hem görüntüsü hem de haberi hızla yayılıyordu ve belli ki bu, keyfiyet itibariyle yakalanılan konumun kemiyet planında da elde edildiğinin bir göstergesiydi. Tabii olarak bu manzara, Mekke ordusu açısından ayrı bir baskı oluşturuyordu.
Bu arada Efendimiz’in yanına, daha önce aralarında istihbarat anlaşması bulunan ve Tihâme’de[7]olup bitenlerden Allah Resûlü’nü haberdar edeceğinin sözünü veren Ma’bed İbn Ebî Ma’bed geldi:
– Yâ Muhammed, diyordu. Allah’a yemin olsun ki Senin ve ashâbının başına gelenler bizi de üzdü. Allah’ın Seni yüceltmesini ve bu musibeti başkalarına vermesini ne kadar da isterdik!
Oturup bir müddet konuştular. Daha sonra ayrılmak için izin isteyen Ma’bed’e Efendimiz de eşlik edip bir müddet beraber yürüdüler ve nihâyet Hamrâü’l-Esed’den ayrılan Ma’bed, doğruca Mekke ordusunun bulunduğu yere geldi.
Bu sırada Mekke ordusu, Safvân İbn Ümeyye gibi bazıları Mekke’ye dönme fikrinde ısrar etmiş olsalar da çoğunluk yeniden Medine’ye saldırma fikrinde birleştiği için toparlanmış, hareket etmek üzereydi. Ma’bed’in gelişi, işte tam böylesine kritik bir zamana denk gelmişti. Onu görünce Ebû Süfyân, yanındakilere dönerek:
– İşte bu Ma’bed’dir! Onda mutlaka yeni haberler vardır, dedi. Arkasından da:
– Ne haber ey Ma’bed? Oralardan ne haberler getirdin, diye sordu. Bunun üzerine Ma’bed, şunları söylemeye başladı:
– İşin doğrusu ben, Muhammed ve ashâbını, daha önce görmediğim kadar büyük bir kuvvetle peşinizden gelirken gördüm. Size karşı öfkeden yanıp tutuşuyorlar. Evs ve Hazreç halkından dün onlarla beraber olmayanlar da gelip aralarına katılmışlar! Size ulaşıp da intikam almadan geri dönmeyi de düşünmüyorlar! Başlarına gelenler konusunda çok öfkeliler ve dün yaptıklarına da bin pişmanlar! İşin özü, size karşı öyle bir kin ve nefretleri var ki bu zamana kadar ben, öylesini hiç görmedim!
Söylenilenler karşısında şaşkınlığını gizleyemeyen Ebû Süfyân, önce:
– Yazıklar olsun sana! Nelerden bahsediyorsun sen, diye çıkıştı. İstifini bozmadan devam eden Ma’bed:
– Vallahi de sen buradan ayrılmadan atlarının alınlarını görürsün, diyerek bir adım daha attı. Onun sözleri, Ebû Süfyân’ı daha da endişelendirmişti. Tereddütlü bir ses tonuyla:
– Hâlbuki biz, tekrar onlara saldırıp köklerini temizleme kararı almıştık, dedi. Bir taraftan başını iki yana sallayan Ma’bed diğer yandan şunları söylüyordu:
– Bunu yapmanızı hiç tavsiye etmem! Onların görünüşü o kadar mehîb idi ki ben, gördüğüm bu manzara karşısında onlar için şiir bile yazdım!
Ebû Süfyân daha da meraklanmıştı ve yazdığı şiirleri de okumasını istedi Ma’bed’den. O da, uzun uzun şiirini okumaya başladı. Şiirinde, Medine ordusunun heybet ve gücü karşısında yaşadığı endişeyi dile getiriyor ve bu ordunun hedefindeki Mekke ordusuna yazık olacağı şeklindeki endişelerine yer veriyordu. Dil oturaklı, ifadeler de oldukça etkiliydi. Sözün gücü karşısında Ebû Süfyân’ın nutku tutulmuş, tasvirler karşısında âdeta yüreği parçalanmıştı. Derin derin düşünüyordu. Medine’ye yeniden saldırmama konusunda demek ki Safvân haklıydı. Zihninde olup bitenleri ölçüp biçiyor ve belli ki nihâî bir karara varmak istiyordu. Her hâlinden endişe okunuyordu ve nihâyet geri dönüp Mekke’ye hareket için orduya emir verdi.
Ortaya konulan stratejiler netice vermiş ve Mekke ordusu, söz ve görüntünün gücüne yenik düşerek korkmuş, seri adımlarla ve kestirmeden Mekke’ye dönüyordu. Yolda giderken bir kervanla karşılaşacak ve bu kervanla Allah Resûlü’ne:
– Biz yeniden toparlanıp saldıracak ve Seninle ashâbının kökünü kazıyacağız, diye haber göndermeye çalışacaktı. Belli ki kaçarken bile gururundan taviz vermek istemiyor, korkudan iki büklümken bile meydan okumaya devam ediyordu. Haber kendisine ulaşınca Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) sadece:
– Allah bize yeter ve bizim için O, ne güzel vekildir, diyecekti. Zira onların bu sözleri, inanan insanlara güç ve kuvvet veriyordu. Zaten çok geçmeden Cibril-i Emîn de gelecek ve onların sarf ettiği sözlerden de bahsederek sadece Allah’a güvenip tevekkül etmenin isabetli olduğunun haberini getirecekti.[8]
Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), pazartesi, salı ve çarşamba günlerini Hamrâü’l-Esed’de geçirdikten sonra, düşmanını sindirip Uhud’un yaralarını da sarmış olarak yeniden Medine’ye geri dönecekti. Çünkü Hamrâü’l-Esed, tek başına müstakil bir gazve değildi. Uhud’la başlayan sürecin bir parçasını oluşturuyordu.
Dipnotlar:
[1] Nisâ, 4/104
[2] Âl-i İmrân, 3/172
[3] O gün Hz. Üseyd’in dokuz yarası vardı. Onun gibi emre itaatle Resûlullah’ın yanına koşan Tufeyl İbn Nu’mân’ın on üç, Ka’b İbn Mâlik ve Hırâş İbn Sımme’nin onar, Kutbe İbn Âmir’in dokuz yarası vardı. Bkz. Vâkıdî, Meğâzî, 1/335; Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 4/308-309
[4] Sancağın Hz. Ebû Bekir’e verildiği de bildirilmektedir. Bkz. Vâkıdî, Meğâzî, 1/335; Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 4/309
[5] Bu sahabînin adını ashâb, büyük ihtimalle Uhud’un yorgunluğu sebebiyle Hamrâü’l-Esed’e kadar ulaşamadığı için vermemiştir. Bkz. Vâkıdî, Meğâzî, 1/335; Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 4/310
[6] Resûl-ü Kibriyâ Hazretleri Hamrâü’l-Esed’e gelince, derin bir üzüntü içinde onları buraya gömecek ve onlar için dua edecekti. Bkz. Vâkıdî, Meğâzî, 1/335; Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 4/310
[7] Tihâme, Necid’in alt taraflarında kalan ve Mekke’yi de içine alan Hicâz bölgesinin genel adıdır. Bkz. Hamevî, Mu’cemu’l-Büldân, 1/440
[8] Bkz. Âl-i İmrân, 3/173, 174; Taberî, el-Câmiu’l-Beyân, 4/180; İbn Kesîr, Tefsîr, 1/431; Vâhidî, Esbâbü Nüzûli’l-Kur’ân, 135