Halbuki Allah, her şeye kâdirdi ve risaletle görevlendirdiği en sevgili kuluna böyle bir yolculuk yaşatarak, hem bu kudretini insanlara da gösteriyor hem de iç içe geçmiş âlemlerin arasında aslında çok ince bir perdenin olduğunu ortaya koyuyordu. O istedikten sonra, olmayacak hiçbir mesele yoktu ve Allah (celle celâluhû), âlemlere rahmet olarak gönderdiği Son Nebi’sini, bütün olumsuzluklara rağmen muzaffer kılmak istiyordu. Böylelikle hem Nebi’sine, önceki hiçbir peygambere nasip olmayan nice turfanda ve doyumsuz haz yaşatmış hem de ümmeti için O’nun, Hakk katındaki konumunu anlatmış oluyordu.
– Peki, bunun alâmeti ne ey Muhammed, diye sordular. “Bugüne kadar biz böyle bir şeyle hiç karşılaşmadık.” diyorlardı.
Gerçi bu, bir ikram-ı ilahî idi ve meseleyi bütünüyle kavrayabilmek için güçlü bir iman lazımdı; Allah’a olan itimat ve güven tam olmadan bu anlaşılamazdı. Ancak, gördüğünün dışında bir başka meseleye şüphe ve kuşkuyla bakan kimselerin, anlayacakları dilden de konuşmak gerekiyordu. Bunun için Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Bunun alâmeti, falan kabilenin filan vadideki kervanıdır, buyurdu. Arkasından da şu ayrıntıyı anlattı onlara:
– Beni görünce kervandaki devenin birisi ürktü ve kervanı terk ederek kaçmaya başladı; ben de, gittiği yeri onlara göstererek develerini bulma konusunda yardımcı oldum. Yönüm, Şam cihetine idi ve sonra döndüm, Dacinân tarafına yöneldim. Burada, filanlara ait başka bir kervana rastladım; mola vermiş uyuyorlardı. Hatta, üzerini bir bezle örttükleri kırbalarından su içtim ve yeniden üstünü kapatarak olduğu yere koydum. Bunun ispatı da, o kervan. Şu anda Ten’îm’deki Beydâ denilen yerden Mekke’ye şu an girmek üzere; en önde de boz bir deve var. Devenin üzerinde ise, birisi siyah diğeri de alaca iki çuval var.
Gerçekten de bunlar, şaşılacak şeylerdi! Bu kadar detay, göz alıcı ve bakış bulandırıcı bu kadar sırlarla dolu bir yolculukta nasıl fark edilir ve unutulmadan gelinip muhataplarına anlatılabilirdi? Acaba, gerçekten bütün bunlar doğru muydu? Yok, yok… Bu kadar da olamazdı! Bu sefer Muhammedü’l-Emîn’in anlattıkları, kesinlikle doğru çıkmayacak ve mahcup olacaktı.
Kendileri ise, büyük bir fırsat yakalamış ve Muhammed’in anlattıklarına bir daha muhatap olmamak üzere bu defteri kapatacaklardı!
Heyecanla tarifi verilen yere yönelip beklemeye durdular; acaba, Beydâ tepesinden ilk gelen devenin rengi ne olacaktı ve üzerindeki yük de gerçekten Muhammedü’l-Emîn’in anlattığı gibi miydi?
Çok geçmeden Ten’îm’deki bu tepenin üzerinde, yavaş yavaş bir kervan beliriverdi; en önde ise, gerçekten anlatıldığı gibi boz bir deve vardı. Büyük bir şaşkınlık yaşıyorlardı. Ancak, henüz pes etmiş değillerdi; çünkü, bu bir raslantı olabilirdi. Onun için, kervanın yaklaşmasını beklediler. Devenin üzerindeki yükle çuvalların rengini de görmek istiyorlardı. Aman Allah’ım! Gerçekten de, en öndeki boz devenin üzerinde iki tane çuval vardı ve bunlardan birisinin rengi siyah, diğerinin rengi ise de alaca idi. Mekkeliler, büyük bir bozgun yaşıyorlardı!
Ancak, yine de pes etme niyetinde değillerdi; ikinci bir kervandan daha bahsedilmişti ve Muhammedü’l-Emîn’in anlattıklarına inanabilmeleri için bunu da test etmeleri gerekiyordu. Hemen Mekke’ye inip kervanı bularak, yabancı bir bineğin hızından ürküp de kaçan devenin hâlini ve su kırbasının akıbetini sordular:
– Gerçekten de doğru; biz yolda giderken bir aralık, devenin birisi ürktü ve kervandan ayrılarak uzaklaşıp gözden kayboldu. Sonra da, devemizin olduğu yeri haber veren bu adamın sesini duyduk ve devemizi bulup bağladık. Su kırbasına gelince onu, uyumadan önce ağzını kapatıp koymuştuk; uyandığımızda suyundan içmek istedik. Ancak, üzeri açılmadığı halde kırbanın içinde su yoktu; gerçekten buna bir anlam veremedik, diyorlardı.1