Hz. Safiyye Validemizle Evliliğin Hikmet Boyutu

480

Bilindiği üzere diğer peygamberlerden farklı olarak Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), âlemşumül bir vazife ile tavzif edilmiştir; dünyanın her bir coğrafyası ve yeryüzündeki her bir insan, O’nun muhatabıdır. Üstelik bu, Kıyâmet’e kadar hiç değişmeyecek bir hükümdür ki bu hedefin tahakkuku adına Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) evlilikleri, çok merkezi bir yerde durmaktadır. Konuya bu zâviyeden bakıldığında, hedefleri ve hikmetlerini nazara alarak Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) evliliklerini,

  • irşâd ve tebliğ adına daha çok insana ulaşmak,
  • yakınlık tesis etmek suretiyle kin ve nefret söylemlerini sonlandırmak,
  • temsil ettiği dini, düşmanlıkta başı çeken ailelerin de konusu haline getirmek,
  • geleceğin idareci, kumandan ve muallimlerini bu tabii zeminde yetiştirmek,
  • herkesin gözü önünde cereyan eden uygulamalarıyla zihinlerde yer etmiş asırlık yanılgıları ortadan kaldırmak,
  • farklı yaş ve fıtrattaki kadınlarla evlenmek suretiyle ümmetine, aile ve kadına ait ahkâmı kapsayıcı hükümler kazandırmak,
  • farklı kabile ve şehirlerin nabzını daha yakından tutmak suretiyle onlarla olan münasebetlerini daha sağlam bir zemine oturtmak gibi başlıklar altında özetlemek mümkündür.

Bu açıdan bakıldığında, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Safiyye Vâlidemiz’le evliliğinin de ne kadar kritik ve stratejik olduğu anlaşılmaktadır. Bilindiği üzere o (radıyallahu anhâ), o günkü Yahudi muhatapları arasında en problemli adam olan Huyayy İbn-i Ahtab’ın kızıdır. Babası Huyayy, Nadîr kabilesinin reisidir; Resûlullah ile savaşıp yok etmeyi, hayatının hedefi hâline getirmiş, kavmini de tahrik ederek onların Medîne’den sürülmesine sebebiyet vermiştir! Bu sürgünde, gidip Hayber’e yerleşmiş ve bu sefer de Hayber halkını isyana teşvik ederek onları da Resûlullah’ın karşısına geçirmiştir! Belki de en büyük atağı, yanına aldığı bir grup Yahudi ile birlikte önce Mekke, ardından da diğer kabilelerin bütününü dolaşması, dünya adına vaadettikleriyle onların hepsini aynı çizgide birleştirip Ahzâb ordusunu toplamasıdır! Müslümanların dışında herkesin ittifak ederek Medîne’ye yürüdüğü bu hâdiseden çok ümitlidir; zaten genel görüntü, sadece yürüseler Medîne’de taş taş üzerinde kalmayacaktır!

Ayrıca Ahzâb ordusu Hendek’e dayanacağı âna kadar anlaşmaya sadık kalan ve bu süre içinde Efendimiz’in kendileriyle anlaşmayı yenileyerek sağlama aldığı Benî Kurayza’nın aklını çelip onları da savaşa ikna eden bizzat kendisidir; gecenin karanlığında Ka’b İb-i Esed’in evine gelmiş ve başlangıçta maksadını gerçekleştirememiş olsa da ısrarları neticesinde onun da aklını çelmiş ve Benî Kurayza’ya da isyan bayrağını çektirmiştir! Çoğu defa Allah Resûlü’nün yanına gelerek ağız dolusu hakaretlerle O’nu rencide edenlerin başını çeken de şüphesiz odur.

Bilindiği gibi Bedir’e kadar normal seyrinde giden ilişkiler, Bedir’den sonra yavaş yavaş gergin bir zemine kaymış ve o günden sonra bazı Yahudi kabileleri, Medîne Devleti’ne isyan etmeye başlamıştı. Gerçi hep lokal kalmış ve Resûlullah’ın kontrolünde cereyan eden mesele, hiçbir zaman Yahudilikle İslâm’ın savaşı hâline getirilmemişti. Ortada, devlete isyan edip baş kaldıran ve silahı devreye koyan belli başlı kabileler ile kendini koruma refleksi ortaya koyan bir devlet vardır! Burada da Resûlullah’ın öncelikli tercihi, duyumlarının doğruluğunu tetkik ettirdikten sonra “diplomasi”dir; elçiler göndermiş ve çoğu zaman da kendisi bizzat giderek konuşmuş, yapılan isyanın gereksizliğini ve sonuçlarının vahametini anlatarak onları bu sevdadan vazgeçirmeye çalışmıştır.

Girdikleri yoldan vazgeçirebilmek için atılan her türlü adıma rağmen tutumlarından vazgeçmeyip işi daha ileri boyutlara taşıyınca üzerlerine yürümüş ve meseleyi bu sefer devlet mantığı içinde çözmüştür! Nihayet bu süreç, Hayber’e kadar gelmiştir. Hayber’in, hicretin yedinci yılının Safer ayında gerçekleştiği düşünülecek olursa, Yahudilerle yaşanan problemli sürecin yaklaşık dört yıl sürdüğü görülecektir. Zira Hayber, Yahudilerle yaşanan gerginliğin sona ereceği, devreye girecek anlaşmalarla ilişkilerin tamir edileceği ve hayatın, gerginlikten uzak olağan bir zemine kavuşacağı yeni dönüm noktasıdır. Ancak o günkü muhataplar da insandır ve yaklaşık dört yıl devam eden bu gergin süreçte, hem Yahudi hem de Müslümanlar açısından duyarlılık artmış, küçük kusurlar bile büyük kabahatler olarak algılanmaya başlamıştır. 

Bedir sonrası gibi Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), nezaket kesbeden ilişkileri tamire Hayber’de başlamış ve her iki tarafın da hiç tahmin etmediği bir adım atmış, en problemli adam olan Huyayy İbn-i Ahtab’ın kızıyla evlenmiştir! Şüphesiz ki bu evlilik, iki yönlü bir operasyondur; yaşadığı her türlü olumsuzluğu yine sinesine gömen Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), sırf Yahudi olduğu için kimseyle düşmanlık yapılamayacağını Müslümanlara fiilen göstermiş hem de sinesindeki enginliği göstererek Yahudilere, kapısının sonuna kadar açık olduğunu ilan etmiştir; şöyle ki: 

Hayber’de esir alınanlar arasında, amcasının kızıyla birlikte Huyayy İbn-i Ahtab’ın kızı Safiyyede vardı. Babasından sonra şimdi de kocası Kinâne İbn-i Ebi’l-Hukayk, Hayber’de öldürülmüş, esirler arasında başına neler geleceğini kara kara düşünmeye başlamıştı. Bu sıralarda Efendimiz’e gelen Dıhyetü’l-Kelbî, kendisi için esirler arasından birisini vermesini talep etmiş, O da buna izin vermişti. Çoğu zaman Cibrîl-i Emîn’in kendi suretinde geldiği ve Resûlullah’ın elçisi Hazreti Dıhye, bu müsaadenin ardından esirlerin yanına gitti ve kendisi için Safiyye Vâlidemiz’i aldı. Bunu gören ashâbdan bir başkası, hemen Allah Resûlü’nün yanına geldi ve “Yâ Resûlallah!” dedi. “Benî Kurayza ve Benî Nadîrlilerin hanımefendisi ve onların reisi Huyayy İbn-i Ahtab’ın kızını Dıhye’ye vermen, vallahi de uygun olmaz; onu ancak Sen almalısın!” 

Sahâbe ferasetiydi; vahyin şekillendirdiği ve Allah Resûlü’nün dizinin dibinde terbiye görmüş sahabîsi doğru söylüyordu; böyle bir tercih aynı zamanda Hayber’i içeriden fethetmek demekti ve bunun üzerine Efendiler Efendisi, Hazreti Dıhye’yi yanına çağırarak, Safiyye’nin yerine esirler arasından başka birisini almasını istedi. Daha sonra da Hazreti Bilâl’e seslenerek onları huzuruna getirmelerini emir buyurdu. 

Derken Hazreti Bilâl, beri tarafta, gelişmeleri endişe dolu gözlerle ve dikkatlice takip eden Safiyye Vâlidemiz’in yanına gelmiş, kendisini Âhir Zaman Peygamberi’nin çağırdığını söylüyordu! Duyar duymaz aklına, yıllar önce gördüğü rüya geldi; Hayber öncesinde onu, kocasına hatırlattığı için tepki görmüş, hatta o rüya sebebiyle dayak bile yemişti. Hem, Âhir Zaman Peygamberi, başta babası ve amcası olmak üzere hemen her Yahudi’nin bilip konuştuğu bir konuydu ve şimdi O (sallallahu aleyhi ve sellem), kendisini çağırıyordu! Onları Resûlullah’ın yanına daha kestirme yoldan getirebilmek için Hazreti Bilâl, savaşın cereyan ettiği yerden geçirmişti. Tabii olarak yaşanan onca arbedenin âsârı ortada duruyordu! Yolda gelirken iki Hayberlinin cesedini görünce amca kızı çığlığı basmış, üstüne başına toprak saçmaya başlamıştı!

Onun bu hâline şahit olan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), “Ey Bilâl!” diye seslendi. Şefkat Nebîsi’nin yüreği burkulmuştu ve o güne kadar zerresini görmediği muhataplarına nezaket dersi verircesine şöyle devam etti: “Sende hiç merhamet duygusu yok mu ki bu kadıncağızları, ölülerinin arasından geçiriyorsun!” 

Huzuruna gelince Safiyye Vâlidemiz’i karşısına alan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ona İslâm’ı anlattı. Sadece anlatıyordu ve kabullenip kabullenmemede onu muhayyer bırakmıştı. Önüne koyduğu seçenek sadece bu değildi; İslâm’ı kabul ettiği takdirde kendisiyle izdivaç yapacağını söylüyor, kabullenmediğinde ise kendisini hürriyete kavuşturup kavminin arasına göndereceğinin müjdesini veriyordu! 

Müjdesi verilen ve herkesin bekleyip durduğu Âhir Zaman Peygamberi olduğu her hâlinden belliydi; zafer kazanmış bir kumandan iken, esirlerinden birisini karşısına almış onunla konuşuyor ve “Benimle evlenmediğin takdirde seni sürüm sürüm süründürürüm!” yerine “Seni hürriyetine kavuşturup kavminin arasına gönderirim!” teklifinde bulunuyordu! Böyle bir duruluğu ancak bir Peygamber gösterebilirdi. Önce, “Yâ Resûlallah!” diye başladı sözlerine. Zaten bu, bir kabulün ifadesiydi ve şöyle devam etti: 

“Zaten ben, şu konak yerine gelip de beni İslâm’a davet etmeden önce Müslüman olmayı arzulamış ve Seni de tasdik etmek istemiştim. Artık benim, ne Yahudilikte bir emelim, ne de orada bir yakınım kaldı! Bak şimdi Sen, inkârla İslâm’dan birisini seçme konusunda beni serbest bırakıyorsun! Tabii olarak ben de Allah ve Resûlü’nü seçiyorum. Allah ve Resûlü bana, hürriyete kavuşmamdan da kavmimin arasına geri dönmemden de daha hayırlıdır!”376 

Aynı zamanda bunlar, onun marifet ufkunu gösteren cümlelerdi ve bunun üzerine Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Safiyye Vâlidemiz’i önce hürriyete kavuşturdu ve ardından da zevceliğe kabul etti. Medîne’nin en problemli adamının kızı ve esirler arasındaki Zeyneb, bir anda “mü’minlerin annesi” oluvermişti! Rüyası gerçekleşmiş ve bütün sıkıntılarını unutmuştu! Üstelik Habîb-i Kibriyâ Hazretleri, Medîne’ye iki gecelik mesafede bulunan bir köye geldiklerinde Safiyye Vâlidemiz’le evliliğinin alâmeti olarak velîme vermiş, bu yemeği kastederek Safiyye Vâlidemiz’e, “Yakınlarını da çağır!” buyurmuştu. Velîme bitip de Medîne’ye hareket etmeye başladıklarında ashâb-ı kirâm hazretleri, Allah Resûlü’nü şöyle görmüşlerdi; bir taraftan elindeki örtüyle Annemiz’e sütre yaparken diğer yandan da devesine rahat binebilmesi için mübarek dizlerini kırmış bekliyordu. Nihayet Safiyye Vâlidemiz bu mübarek dizlere ayaklarıyla basarak yükselmiş ve o gün devesine öyle binmişti.

Bu esnada yaşanan bir hâdise oldukça ilginçtir; akşam olup da çadırına girdiklerinde Resûlullah(sallallahu aleyhi ve sellem), dışarıda bir ayak sesi duymuştu. Bu kadar yakınına geldiğine göre O’ndan bir talebi olmalıydı; henüz o adım atmadan Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) çadırın dışına çıktı. İstanbul’umuzun şeref madalyası Ebû Eyyûb el-Ensârî, eli tetikte tam teçhizat bekliyordu! Onu bu halde gören Habîbullah ona, “Bu ne iş, yâ Ebâ Eyyûb!” diye seslendi. “Yâ Resûlallah!” diyordu. “Bu kadının Sana bir şey yapacağından endişe duydum; çünkü o, babası, kocası ve kavmi Hayber’de öldürülen bir kadındır; hem daha küfürden yeni çıkmıştır! Onun Sana bir şey yapacağından endişe duyduğum için hazırda bekliyorum!” 

İşte bu, bir sahâbî farklılığıydı! Durumdan vazife çıkarmış, yakınları öldürülen bir kadının Efendimiz’le baş başa kalışında yaşanması muhtemel bir olumsuzluğu düşünmüş ve küçük bir ihtimal de olsa Allah Resûlü’nün başında nöbet tutmaya gelmişti. Aynı zamanda bu, Safiyye Vâlidemiz’in temsil ettiği kabilelere karşı ashâbın bakışını ifade eden bir görüntüydü; sürekli darbe gördükleri yere karşı teyakkuza geçmiş ve olabildiğince uyarılmışlardı! Ancak bu, aynı zamanda takdir edilmesi gereken bir duyarlılıktı ve Allah Resûlü de ellerini açıp Hazreti Hâlid’e şöyle dua etti: 

“Allah’ım! Ebû Eyyûb, gecenin bir vaktinde gelip burada beni nasıl korumak istemişse Sen de onu muhafaza eyle!” 

Peki, sonra ne oldu? 

Yaklaşık dört yıldır sürekli gerilimi tırmandıran bir Yahudi’nin kızıyla Allah Resûlü’nün izdivacını, diğer Ezvâc-ı Tâhirât da hoş karşılamadı. Sırf Yahudi olduğu için onu kınayanlar, intisabından dolayı ayıplayanlar oldu! Resûlullah’ın, engin dünyasına giren ve ailesi olarak harîmine aldığı birisine, sırf kimliğinden dolayı farklı bakılıyordu! Üstelik kendi baba ve dedelerinin yakınlığını nazara vererek, kendilerinin Efendimiz’e daha yakın olduğunu söylüyor ve böyle bir bağı olmadığı için Safiyye Vâlidemiz’i Resûlullah’a daha uzak buluyorlardı. Üstelik onun akrabaları, uzaklaşma adına ne varsa yapmışlardı! Hatta onlardan bazıları, “Resûlullah nezdinde bizler daha üstün ve kerim insanlarız; üstelik biz, O’nun amca çocukları ve zevceleriyiz de!” dediklerinde Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), celâllenmiş ve “Sen de deseydin ya; kocam Muhammed, babam Hârûn ve amcam da Mûsâ iken, nasıl olup da siz benden daha hayırlı olabilirsiniz?” 

Yolculuklarından birisinde Habîbullah (sallallahu aleyhi ve sellem), yanına Annemiz’i de almış ve bu yolculukta Safiyye Vâlidemiz’in devesi, serkeşlik yapıp kaçmıştı. Bunun üzerine, birlikte seyahat ettiği diğer annelerimizden birine dönen Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Safiyye’nin devesi kaçıp gitti; sen ona bir deve veriversen!” deyince Annemiz, “Şu Yahudiye mi vereceğim?” diye tepki göstermişti. Harem dairesine bu kadar yakın bir ağızdan, nefret dolu bu cümleyi duyan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) çok celâllenmiş ve bu cümleyi söyleyen annemizle iki veya üç ay kat-ı alâka ederek yanına uğramamıştı.

Medîne’ye ilk geldiği günlerde Hârise İbn-i Nu’man’ın evinde misafir kalan Safiyye Vâlidemiz’i, Ensâr kadınları ziyarete gelmiş ve güzelliği karşısında hayranlıklarını ifade etmişlerdi. Bu sırada aynı mekâna, yüzündeki peçeyle Âişe Vâlidemiz de gelmişti. Ayrılıp giderken yanına yaklaşan Efendimiz, Safiyye Vâlidemiz’i kastederek ona, “Onu nasıl buldun ey Âişe?” diye sordu. “Nasıl olacak; Yahudi işte!” cevabını aldığında çok üzülmüştü ve Âişe Vâlidemiz’e, “Öyle deme!” buyurdu. “O, Müslüman oldu ve Müslümanlığı da çok güzel oldu!”

Hazreti Ebû Bekir’in kızı Âişe’ye, Hazreti Ömer’in kızı Hafsa’ya karşı Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Yahudilerin en problemlisi Huyayy İbn-i Ahtab’ın kızına sahip çıkıyor, latifeyle karışık söylediği bir hakikatle iki yönlü bir operasyon yapıyordu! Bu operasyonun bir parçası olarak ashâb-ı kirâmda oluşmaya başlayan Yahudi fobisi tadil edilmiş, sadece Yahudi olmak düşmanlık sebebi olmaktan çıkmıştı. Zira, artık onlar da Resûlullah’ın akrabalarıydı! O’nun hanımları “mü’minlerin annesi” olduğuna göre ashâb da onlara, “dayı” ve “teyze” nazarıyla bakmaya başlamıştı. 

Bu evliliğin, Safiyye Vâlidemiz’in akrabalarına bakan yönü de oldu; o günden sonra tesis edilen bu yakınlığın oluşturduğu zeminde kendini bulan bazı insanlar geldi ve yıllardır geleceğini bekleyip durdukları Âhir Zaman Peygamberi’nin huzurunda tevhide erdiler! 

Burada durup şu soruyu sormamız gerekmektedir: 

O gün her bir kadının evlenmek için can attığı Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), sürekli canını yakan Ebû Süfyân ve Huyayy İbn-i Ahtab gibi iki problemli insanın kızlarıyla niye evlenmiştir? Üstelik ikisi de duldur! 

Bunun anlamı da açıktır; teraküm edip durmakta olan problemlere bir yerde “dur” diyebilmek için fedakarlık adına ilk adımı atan yine Allah Resûlü olmuş, ilişkilerin kopma kertesine geldiği yerde “tamir” adına hiç beklenmedik ve yepyeni bir hamle yapmıştır!

Teraküm etmiş problemleri çözebilmek için meydanlarda birbirimize hakaretler yağdıracağımıza, üç-beş aile olarak bugün de benzeri adımları biz atabilmiş, bizi düşman bilenlere kızımızı verip kızlarını almış olsaydık, binlerce insanın kanına mâl olan ve hadd ü hesaba gelmeyecek servetlerin de heder olmasına sebebiyet veren “kronik” problemlerimizin çoğunu çözmüş olurduk! Heyhât! Zaten, giyilen gömlek “nebevî” olmayınca, zâhirde döndüğü görülen değirmenin altında un birikmez ki! 

Yazar: Dr. Reşit Haylamaz/Şefkat Güneşi isimli kitabından alınmıştır.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.