Hicrette Vatan Hasreti ve Efendimiz’in (sas) Uygulamaları
Her insan ailesini, doğduğu, büyüdüğü ve yetiştiği toprakları, vatanını sever. Bu sevgi insanın fıtratına konulmuştur. Bu yönüyle o, imana da komşudur. Bundan dolayı vatan sevgisi imandan sayılmıştır.1 Bu sevdadır ki ayrılıklarda yakar, kavurur insanın içini. Bundan dolayıdır ki “dâussıla”, pek çok şairin şiirlerinin ortak teması olmuştur. Dolayısıyla hicret gibi mukaddes bir yolculuk da olsa vatan sevgisine bağlı hasret, tabiî ve fıtrî olduğu için insanın bunu içinden söküp atması mümkün değildir. Söküp atması gerekmez de aslında. Önemli olan hasreti hayra kanalize etmektir. Gurbeti hicrete, hasreti ise gayrete ve hizmete dönüştürebilmektir. Allah Resûlü’nün izinden yürüyerek hicretini sürdüren mü’min de bu potansiyel güce sahiptir.
Peygamberimiz’de vatan hasreti!
Peygamber Efendimiz doğup büyüdüğü ve elli üç yıl yaşadığı Mekke’den çıkmak zorunda kalınca, gözyaşlarıyla bu topraklara şöyle veda ediyordu: “Ey Mekke! Vallahi sen ne hoş beldesin. Seni ne kadar seviyorum! Eğer kavmim beni senden çıkmaya mecbur etmeseydi, senden ayrılmaz başka bir yerde ikamet etmezdim.”2 Aslında beraberinde ayrılığın derin hüznünü de taşıyan hasret dolu bu ifadeler, O’nun Mekke’ye vefasıdır. Vefa insanı ancak bu kadar vedalaşabilmiştir. Kaldı ki geride bıraktığı sadece vatan da değildi. Bu mukaddes beldenin yanında bir de ikizi Kâbe vardı. Ondan cüda düşmesinin kalbinde ve duygularında açtığı yarayı sarabilecek başka bir alternatif de yoktu. Diğer taraftan O, hicret ederken Hadice’sinin kendisine emanetleri bütün kızları da geride kalmıştı. Öte yandan nikahları semalar ötesinde kıyılan göklerin gelini Hz. Âişe de sıla hasreti yaşayacaktı. Sadece O değil, yol arkadaşı olarak kendisine takdir buyurulan Hz. Ebu Bekrin durumu da farklı değildi. O da hicret ederken bütün aile fertlerini geride bırakmıştı. Sıla hasretinin yanında bir de yakınlarına zarar verme ihtimalleri ise onlar için daha ağır bir imtihan olacaktı. Ancak nasılsa müşrikler bu hususta asil/ilkeli davranmış kadın ve çocuklara dokunmamışlardı.
Mekke ile vedalaşırken Hüzün Peygamberi’nin (sallallahu aleyhi ve sellem) içine çöken bu hasreti dindirecek ve O’nun gönlüne su serpecek şu ayet-i kerime nazil olmuştu: “Kur’ân’ı Sana indirip onu okumanı, tebliğ etmeni ve muhtevasına göre hareket etmeni Sana farz kılan Allah, elbette Seni Mekke’ye döndürecektir.”3 Âyet bir taraftan Peygamberimiz’i teselli ederken öbür taraftan Mekke’nin fethini de müjdeliyordu. Zaman meçhul ama muştu kesindi. Zira vaad eden Allah’dı. Mahzun Nebi, Mekke’ye veda ederken o nasıl bir teveccühtü ki ardından fethin müjdesi sökün edip gelmişti. Bu vefa dolu vedanın ardından inen ayet, gönlüne inşirah salmıştı.
Demek ki O’nun hicreti, sade bir gidiş değil fethin başlangıcıydı. Mağlubiyet hiç değil galibiyete atılan ilk adımdı. O, bunu biliyor ve buna inanıyordu. Fakat bu bilginin Allah tarafından da teyit edilmesi, itmi’nanını katlamış, iç dünyasında sekineye dönüşmüştü. Artık ayrılık ateşinin yerini fetih heyecanı almıştı. Zira vakit, zafere giden yolun taşlarını döşeme vaktiydi. Hasrete ayıracak zaman yoktu. Dolayısıyla Mahzun Nebi, sıla hasretini “Hazvere’de” bırakıp hicret yolculuğuna çıkmıştı. Her zaman arkasında saf tutan ashabı ise O’nu adım adım takip ediyor, O’ndan ruh ve şuur alıyorlardı.
Sahabilerde sıla hasreti
Hakikat böyle olsa da insan zayıf bir varlıktı. Yaşadığı imtihan ve duyguları, onu zayıf olduğu damarından yakalayabilirdi. Sağlık problemleri, çekilen yokluklar, hicret diyarına alışamama, yalnızlık ve bunlardan kaynaklanan vatan hasreti vs.. alıp sürükleyebilirdi insanı. Nitekim muhacirler her türlü fedakârlığı yaparak Allah ve Resûlü’nün davası için Medine’ye gelmişlerdi. Ancak vatan hasreti zaman zaman ağır basabilir insanı söylettirebilirdi. “Dertli söylegen olur” fehvasınca dertler üst üste çökünce gurbet daha da ağırlaşabilirdi. Nitekim bunun örneklerini de muhacirlerin hayatında görmekteyiz.
Hicretten sonra Medine’nin havası ve suyu bazı muhacirlerin sağlığını bozmuştu. Hz. Ebû Bekir ile Hz. Bilâl-i Habeşî de bunlar arasındaydı. Sıtmaya yakalanmışlardı. Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh) hastalık esnasında “Yesrib diyarında herkes ailesi içinde mutlu sabahlamışken, ölüm insana ayakkabısının bağından daha yakındır.” diye şiirin diliyle yalnızlığını, garipliğini seslendiriyordu. Hz. Bilâl de onun yanı başında hastalığın verdiği ıstırapla Mekke özlemini şöyle dile getiriyordu:
“Şunu bilmek isterim ki izhir otları, sümbüller çevremi kuşatırken,
Ah! Yine o vadide bir gece uyuyabilecek miyim?
Gün gelip Mecenne suyundan içerken,
Yine Şâme ve Tafîl’i seyredebilecek miyim?”4
Ona göre bu hastalığın tetiklediği vatan hasretinin verdiği acıyı, ancak Mekke’nin o hoş nesiminde hissedilebilecek olan izhir otlarının mis kokuları ve Mecenne suyunun serinliği giderebilirdi. Gönüllere, ancak “Şâme” ve “Tafil” tepelerinden seyredilecek Mekke manzaraları şifa olabilirdi. Halbuki onlar, o mübarek topraklara, sahip oldukları her şeyi arkada bırakarak Allah için veda etmişlerdi. Hicretin geriye dönüşü olmayan bir yolculuk olduğunu da iyi biliyorlardı. Hicret başlı başına bir gaye değildi ama davanın cihan çapında tebliğ ve temsili adına başka bir yol da yoktu. Dolayısıyla dava büyüktü. Ancak mefkûrenin büyüklüğü ölçüsünde, yaşanılan hasretin acısı da büyüktü. Ne olursa olsun bu hasretin verdiği ızdırap, pehlivan sineleri bile inletmeye yeterdi. Hz. Bilal bir taraftan hastalığın verdiği ağrılarla Mekke’yi sayıklarken diğer taraftan hasretini bir nebze de olsa dindirecek bu şiirle yetinmiyor; müşriklere duyduğu gayzla da şöyle beddua ediyordu:
“Allahım, bizi yurdumuzdan çıkarıp bu vebalı diyara süren Şeybe İbn-i Rebi’a, Utbe İbn-i Rebi’a ve Ümeyye İbn-i Halef’e lanet et!”
Bu içten sızlanışları duyan Hz. Âişe validemiz, hasret ve gurbet dolu bu içli manzarayı Peygamber Efendimiz’e haber vermişti. Ashabının bu muzdarip haline muttali olan Efendimiz, çok üzülmüştü. Hem onların bu zorlu günleri atlatmasına hem sılanın yakıcı hasretinin biraz olsun dinmesine hem de hastalıklarına deva olması adına câmi’ bir dua ile Rabbi’ne şöyle teveccüh buyurmuştu:
“Allah’ım! Bize, Mekke’yi sevdiğimiz gibi Medine’yi de sevdir. Hatta Medine’yi daha fazlasıyla sevdir! Allah’ım! Onun havasını sıhhatli kıl. Onun müddünü, sâ’ını hakkımızda mübarek eyle. Onun hummasını al, Cuhfe’ye koy!”5
Rasûlullah’ın bu duası kabul edilmiş ve kısa zaman içerisinde veba hastalığı Medine’den uzaklaştırılmıştı. Onlar da bu duanın Medine’ye getirdiği yeni iklimi hissetmiş ve günden güne yeni vatanlarını daha da sevmeye başlamışlardı. Ancak Peygamberimiz bu dua ile de yetinmemiş, hazineleri sonsuz Rabbinden daha da fazlasını istemişti:
“Allah’ım! Mekke’ye verdiğin bereketi iki katıyla Medine’ye de ver.”6
Efendimiz, Medine’nin çok hızlı bir şekilde vatan haline gelmesi için kavli dualarla yetinmeyecek ve üst üste adımlar atacaktı.
Hasretin kardeşlikte eritilmesi
Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine’nin yurt olarak benimsenmesi adına ilk hamlesi, kardeşlik projesidir. O’nun tesis ettiği bu kardeşlik sayesinde her şeylerini Mekke’de bırakıp gelmiş muhacirler kısa zamanda hayata tutunmaya başlamışlardı. Kendilerine sadece evlerini, iş yerlerini, bağ ve bahçelerini değil aynı zamanda asıl gönüllerini açan Ensar topluluğu sayesinde bir nebze de olsa gurbet ve hasretten kurtulmuşlardı. Onlar bu kardeşlik uygulaması sayesinde, Mekke’de kendilerine işkence edip inandıklarından dolayı hayat hakkı bile vermeyen kendi öz kardeş, anne-baba ve akrabalarından öte daha yakın dostlar bulmuşlardı.
Bu kardeşlik müessesesi sadece sözde ve sözlü bir uygulama değildi. Hem maddi hem de manevi yardımlaşma ve dayanışma esasına dayanıyordu. Üstelik kardeşler birbirine varis de olabiliyordu. Neseb kardeşliğini fersah fersah geride bırakan bu uygulamayla hem ev hem iş hem de yeni kardeş ve akraba sahibi olmuşlardı. Artık yalnız, kimsesiz ve işsiz değillerdi ki gurbet ve hasrete esir düşsünler! Artık gurbet ve hasret duygularının yerini sevgi, kardeşlik ve dayanışma almıştı. Öyle kaynaşmış bütünleşmişlerdi ki bu örnek kardeşlikleri Kur’ân’da ayetle takdir edilip ebedileştirilmişti: “Daha önce Medine’yi yurt edinmiş ve imanı kalblerinde yerleştirmiş olanlara gelince: onlar, kendi yurtlarına hicret eden din kardeşlerini severler. Onlara verilen şeyden dolayı gönüllerinde bir kıskançlık duymazlar ve kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile onları kendi nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin ihtiraslarından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendisidir.”7 Kardeşlikte huzuru ve kurtuluşu bulmuş gurbetten ve hasretten kaynaklanan yaralarını nisbeten tedavi etmişlerdi.
Hasretin yerine ilim aşkı
Hicretten sonra Peygamber Efendimizin, Medine’nin ikinci bir yurt haline gelmesi ve hasretin yerini, yerelleşmenin alması istikametinde yaptığı önemli icraatlarından birisi de mescidini inşa etmek olmuştur. O, mescidini inşa ederken burayı, hayatın tabiî akışı içerisinde insanların günde beş defa ibadet vesilesiyle buluşup kaynaşması; karşılıklı iman, ilim, şuur, ahlâk ve kültür alışverişi için bir buluşma merkezi olarak da düşünmüştür. Bunun için Mescid-i Nebevî’nin bir köşesinde “Suffe” olarak isimlendirilen özel mekânda hemen ilmi faaliyetler başlatmıştır. Çok kısa zamanda düzenli bir eğitim yuvası haline getirilen bu yerde yatılı ve gündüzlü olarak eğitim yapılmaya başlanmıştı. Aralarında Ebu Said el-Hudri, Ebu Zer el-Gıfari, Abdullah İbn-i Ömer, Abdullah İbn-i Mes’ud gibi tanınmış birçok sahabinin de yer aldığı bu bereketli mektebin talebelerinin sayısı, yatılı ve gündüzlü olarak bazen dört yüz kişiyi geçtiği oluyordu. O günkü Mescid-i Nebevî’nin yaklaşık 1000 metre kare olduğunu düşünürsek, gündüz vakti mescidin tamamının dershane olarak kullanıldığını söyleyebiliriz. Bizatihi Peygamberimiz’in rehberliğinde tedrisata devam edilen bu ortamda zamanla binlerce talebe yetişmişti.
Burada yetişen sahabe-i kiramın büyük bir kısmı daha sonra dünyanın dört bir yanına dağılmış, İslam’ı tebliğ ve temsilin yanında her biri bir muallim olmuştu. Onlar daha işin başında, iman ettikleri dini öğrenmenin, onu yaşama ve yaşatma adına şart olduğunun farkına varmışlardı. İlimsiz olmayacağının idrakine ermişlerdi. Medine’ye hicretle bu ortamı bulunca da hasretle değil ilimle meşgul olmaya başlamışlardı. Vatan hasretinin yerini öğrenme merakı ve ilim aşkı almıştı. Artık onlar vatandan gelecek ve bir nebze de olsa sıla hasretlerini yatıştıracak haberleri değil, inecek yeni vahyi bekliyorlardı. Aynı zamanda yeni öğrendiklerini kardeşleriyle de paylaşmanın heyecanını taşıyorlardı.
Hasretten ticari gayrete
Medine’nin vatana, hasretin hizmete dönüşebilmesi adına Allah Resulü (aleyhissalatü vesselam) adım adım ilerliyordu. Medine’nin kalıcı ve güçlü bir yurt haline gelmesi için Muhacirlerin ticari hayatta yer alması en az ilmi ve sosyal faaliyetler kadar önemliydi. Yardımlaşma ve destekle bir yere kadar gidilebilirdi. Fakat mağduriyetler kalıcı bir çözüme kavuşturulmazsa hasretin önü alınamaz ve hicret yurdu vatanlaştırılamazdı. İlk olarak Muhacilerleri, emekleri karşılığında Ensar’ın bağ ve bahçelerinden çıkacak ürüne ortak yapan Allah Resûlü, bununla yetinmeyerek ikinci bir hamle daha yaptı. Medine piyasasını daha yakından tanımak için pazar araştırması yaptırdı. Ticareti iyi bilen ashabının üretimin yanında pazarda da yer almasını istiyordu.
Çok kısa zamanda ticari incelemelerini tamamlayan Allah Resûlü, mevcut çarşılara girmenin ve barınmanın zor olacağını görmüş ve ashabıyla da istişaresini yapmıştı. Sonunda kendi çarşılarını kurmaları gerektiği kanaatine varmış ve Mescid-i Nebevî’ye yakın bir yerde arsa satın aldırıp çarşıyı kurdurmuştu. Burada ticaret yapacak kimselerden kira ve vergi alınmayacağı karara bağlatarak, ticarete atılmak isteyenler de teşvik edilmişti. Çok geçmeden güvenilir ve rağbet edilen bir çarşı haline gelen Medine’nin bu yeni pazarı diğer çarşıların en birlikte şehrin ekonomik hayatına yeni bir canlılık getirmişti.
Hicretin ilk yılında başlatılan bu iktisadi ve ticari hamleler, meyvesini vermişti. Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman ve Hz. Abdurrahman İbn-i Avf gibi birçok muhacir de kendi işini kurmuş, kendi el emeğiyle geçinmeye ve Allah yolunda infak etmeye başlamışlardı. Artık vatan, doğdukları yer değil, dinlerini özgürce yaşadıkları ve doydukları yerdi.
Evet, hasretin yüzünü hizmete dönüştürebilmenin önemli bir vesilesi de muhacirlerin ticari hayatta yerini almasıdır. Vatan hasretiyle beklemek değil ticari hayata atılarak hicretle ortaya çıkan mağduriyetlerin giderilmesinde aktif olmak ve davayı omuzlamaktır. Zaten Muhacirin Allah için çıktığı yolda hasrete ayıracağı vakti de yoktur, enerjisi de. Bu anlamda onun için yakalanması gereken bir ufuk da hicretin yurdunda sadece tüketen değil üreten olmak, alan el değil veren el olmayı başarmaktır. Hasreti ticarete ve infaka dönüştürebilmektir.
Ve aktif sabır…
İşte bu iman, dua, ümit, azim ve gayretlerle her geçen gün bereketlenen Medine artık onlar için öz vatandı. Mekke hasretinin yerine, hicretin yurdu Medine’nin sevgisini koymaları gerektiğini öğrenmiş ve bunu fiili olarak başarmışlardı. Allah Resûlü’nün ifadesiyle Medine artık “İmanın ve hicretin yurduydu…” Ancak bütün çabalara rağmen yine de bazı sıkıntılar yaşanabilirdi. Bunun da aktif sabırla aşılması gerekiyordu. Sıkıntıların giderilmesi için sebepler planında yapabilecekleri her şeyi yapacak sonra da Hakk’ın haklarındaki takdirine razı olacaklardı. Böyle bir sabrın karşılığı da zorluğu nispetinde büyüktü. Efendiler Efendisi bu konuda onlara yeni bir müjde de vermişti: “Medine’nin sıkıntı ve meşakkatlerine ümmetimden sabır gösteren herkese, Kıyamet günü şefaatçi ve (hayır ameline) şahit olacağım.”8 Dolayısıyla hicret edilen mekânı vatan tutup orayla bütünleşmek, Peygamberimiz’in şahitliğine ve şefaatine giden kapıları açıyordu. Böyle bir mükâfatı elde etmek için ise her türlü zorluğa katlanmaya değerdi.
Sonuç
Belirtilen bu hakikatlerin idrakinde olan bütün muhacirler, gönüllerindeki vatan sevgisinin derinliğine ve sıla hasretinin yakıcılığına rağmen bu kudsi davanın neferi olmaktan vazgeçmemişlerdi. Vazgeçmemiş, Allah’a tam bir iman ve teslimiyet içinde son nefese kadar Resûlullah’a ve davasına sahip çıkma ahd u peymanlarına sadık kalmışlardı. Sıla duygusunu, Allah yolunda hizmete ve bu uğurda aktif sabra dönüştürmüş, sabır içinde şükre durmuşlardı. Artık duyguları sılada değil rızadaydı. Rızasını elde etmek için iç yangınları yaşıyorlardı. İnandıkları ve yaşadıkları değerleri, bu hakiketlere muhtaç ve hasret binlerce gönle ulaştırmak için ıstırap çekiyor ve çevreye seferler düzenliyorlardı. Artık onlar için hayat, İslam’ı insanlığa ulaştırmak için hicret ve hizmetten ibaretti. Gurbeti unutmuş kurbet arayışına girmişlerdi. Hasretleri ise bütün insanlığın evrensel değerlerle buluşması adına önlerindeki engellerin kaldırılma cehd ve gayretiydi. Yeryüzüne Hz. Muhammedü’l-Emin ile gelen rahmetin, emniyet ve güvenin, alemi kucaklamasıydı. Bunun için ashab-ı kiramın büyük bir çoğunluğu, insaniyetin ve İslamiyetin elçileri ve Hakkın şahitleri olarak cihanın dört bir yanına, yeni hicret diyarlarına dağılmışlardı…
Yazar: Dr. Selim Koç
Dipnot:
- Acluni, Keşfu’l-Hafa, s., 346-347. İmam Sehavi, “bu rivayete vakıf olamadım ama mana itibarıyla doğrudur” değerlendirmesini yapmaktadır.
- Tirmizî, Menakıb 5
- Kasas Sûresi, 85
- İbn-i Kesîr, El-Bidâye ve’n-Nihâye, 3/220
- Buhari, Fezailu’l-Medine 11, Menakıbu’l-Ensâr 46; Müslim, Hacc 480
- Buhari, Kefaret 5; Müslim, Hacc 465
- Enfâl Sûresi 8/72
- Müslim, Hacc 484