Mekke müşrikleri peygamberimize inanmamakla kalmıyor, iman edenleri de O’na inanmaktan ve mümince yaşamaktan alıkoymaya çalışıyorlardı. Bunun için her yolu deniyor her türlü işkenceye başvuruyorlardı. Halbuki insanın en tabii haklarından bir tanesi inanç özgürlüğüydü. Herkesin inandığı gibi yaşamasından daha tabii şey düşünülemezdi. Fakat inkârla tabiatları yozlaşmış ve insanlığını kaybetmiş kimselere bunu anlatmak hiç de kolay değildi. Kaybedilen insanlığın ve insafın yerine konabilecek başka bir alternatif vasıf da yoktu.
İnananlar ise her ne pahasına olursa olsun inançlarını yaşayacaklar ve bu yeni dini başkalarına anlatacaklardı. Tattıkları imanî, İslamî ve ahlakî güzellikleri muhtaç sinelere taşıyacak, irfanlarını paylaşacaklardı. Bu vazife, iman etmelerinin bir gereğiydi. Bu mevzuda gerekirse anadan babadan, yardan-serden geçip hicret edilmeliydi. Din ve dini hayat terk edilemez fakat vatan terk edilebilirdi. Neticede öyle oldu. Kadınıyla erkeğiyle inananlar grup grup yola koyuldu. İlk hicret Habeşistan’a gerçekleşti. O gün Habeşistan’a gitmek için Kızıl deniz kenarındaki Şuaybe limanına doğru gizlice yola çıkanlardan bazılarının yanında eşleri ve çocukları da vardı.1
Hanımlar da bu kutsi yolculukta geri durmamış, eşlerine destek olmuş ve mukaddes yükü taşıma adına sahip oldukları her şeylerini ortaya koymuşlardı. Her şeyin ortaya konulması gerektiği bir mevsimde onlar da kendilerinden beklenen fedakarlığı göstermiş Allah Resulünün yanında yer almanın hakkını vermişlerdi. Başka türlü de düşünemez ve yapamazlardı. Zira bu mukaddes yük, bu büyük dava herkesin omzuna konmazdı. “Melikin atiyyelerini ancak matiyyeleri taşır”dı. Onlar için bu ne büyük bir şerefti. Mukaddes emanete matiyye (taşıyıcı) olarak seçilmişlerdi. Kim bu şerefi kaybetmek bu payeden mahrum kalmak isterdi ki? Bu uğurda göçe de herkes çağrılmayabilirdi. Herkese böyle bir kutlu yolculuk nasip olmayabilirdi. Kaldı ki Allah için sefer var, denildiğinde iman eden bir insanın zaten yere çakılıp kalması düşünülemezdi. Zira yere çakılıp kalmak, dünyaya bağımlı, toprağa bağımlı, faniye bağımlı yaşayan kimselerin işiydi.
Herhangi bir yere veya bir şeye mıhlanış, arzuların ağırlığı, can korkusunun ağırlığı, dünya hazlarından, dünya çıkarlarından, dünya nimetlerinden yoksun kalma endişesinin ağırlığıdır. Bu, rahat ve rehavet düşkünlüğünün ağır basması demektir ki bu da bir hakikat eri için onun hayatında ilk ölüm emareleridir. Hakikat eri ise sadece davasına sevdalı, sadece davasına meftûn yaşayacak Bakî’den kendisini alıkoyacak faniye ait ne varsa, o ağırlıklardan tümüyle sıyrılacak ve kurtulacaktır. İnandığı değerler adına Allah için yorulmadan ve yılmadan son nefesine kadar koşacaktır.
İşte o gün Habeşistan yolunda hayati tehlike altında imanı ve davay-ı nübüvveti taşıyanlar, sadece erkekler değildi. Kadınlar da Allah yolunda koşuyor, kendilerini faniye çeken ne kadar zincir varsa onlardan kurtuluyor, hem kurtuluşa hem de kurtarmaya koşuyorlardı. Onlar da yuvalarını sırtlarında taşımanın yanında mukaddes davayı taşıyor, rıza arayışında her şeye katlanıyor, erkeklerin hemen yanı başında kendilerine düşen yeri alıyorlardı.. İşte Habeşistan’a yapılan ikinci hicrette o çilekeş yolcular arasında kutlu yolculardan bir tanesi de daha sonra bütün müminlerin anası payesine erecek olan mustarip kadın Ümmü Habibe’ydi.
ÜMMÜ HABİBE Kimdir? (r. anha)
Ebu Süfyan’ın kızı olan Ümmü Habibe‘nin ismi Remle’dir. Annesi ise Safiyye binti Ebi’l-As’dır. Ubeydullah ibn Cahş ile yaptığı ilk evliliğinden doğan kızı Habibe’den dolayı “Ümmü Habibe” künyesini almıştı.
Ümmü Habibe, İslâm gelmeden önce Hanif dinine bağlı putperestlikten uzak nezih bir hayat yaşamıştı. Şirke hiç bulaşmamış bu temiz fıtrat, Peygamber Efendimizin davetini, kocası Ubeydullah ile birlikte ilk kabul eden Müslümanlar arasında yerini almıştı. Bu yüzden kocası ile birlikte müşriklerin işkence ve baskılarına en çok maruz kalanların başında geliyorlardı. Ubeydullah, bu sıkıntılardan kurtulmak için hanımı Ümmü Habibe ile birlikte hicret etmeye karar vermiş ve ikinci kafile içinde Habeşistan’a gitmişlerdi. Fakat Ümmü Habibe’nin imtihanı bununla bitmeyecek, onun asıl imtihanı bundan sonra başlayacaktı. Zira dini ve davası uğrunda memleketini terk edecek kadar inançlarına bağlı olan kocası, Habeşistan’da yaşayan Hristiyan çevreden etkilenerek Hıristiyanlığa geçmişti.2
O gün hem Ümmü Habibe’yi hem de bütün muhacirleri derinden etkileyen bu vak’a bugün bizi de üzerinde düşündürmelidir. Zira dün Allah için her şeyini Mekke’de bırakarak hicret eden bir insan, birkaç gün sonra Habeşistan’da çevrenin tesiriyle sarsılıyor ve din değiştiriyordu. Evet bugün, sırf Allah’ın rızasını elde etme adına, cihanın dört bir yanına dağılanlar, Allah’ı kullarına tanıtma ve kullarıyla O’nun arasındaki engelleri kaldırma adına hicret edenler çok dikkatli olmalıdır. Gerçekten insan farkında olmadan içinde yaşadığı muhitin sosyal ve kültürel hayatının tesiri altında kalabilir. Bu tesirle dün, kötü ve yanlış kabul ettiği şeyleri bugün yanlış kabul etmemeye, ertesi gün de onları işlemede herhangi bir beis görmemeye başlayabilir. Zaten bu değişim ve özünden uzaklaşma da çok sinsi ve yavaş yavaş seyrettiğinden hissedilemez.
Bu hususta hiç kimsenin garantisi de yoktur. Dolayısıyla durumu, konumu ve makamı ne olursa olsun inanan her insan, haram ve helallere azami riayet ederek daima korku ve ümit arasında çok dikkatli yaşamalı, akibet endişesinden de asla uzak bulunmamalıdır. Bununla birlikte insan, nisyanla malul. Her an unutabilir, gaflete düşebilir, kalpler kayabilir ve ebediyen kaybedebilir. Fiili manada dualarını devam ettirirken kavlen de Kur’an’ın öğrettiği şu duayı dilinden ve kalbinden asla düşürmemelidir:
“Ey bizim kerîm Rabbimiz, bize hidâyet verdikten sonra kalplerimizi saptırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz bağışı bol olan Vehhab Sensin Sen!” (Al-i İmran, 3/8)
İMANDA SEBATIN MÜKAFATI
Ümmü Habibe, eşinin İslam’a yeniden dönmesi için çok uğraştıysa da bunda muvaffak olamadı. O, bu mevzuda kendisine düşen vazifeyi yerine getirmişti. Neticede hidayeti lütfedecek olan Allah’tı. Buna karşılık kocası da boş durmamış, Ümmü Habibe’ye Hıristiyan olması için telkinde bulunup, baskı uygulamış fakat bu çilekeş kadın büyük bir sabır ve mücadele örneği sergileyerek imanında sebat etmişti. Kocasının bütün teklif ve ısrarlarına rağmen inancından dönmemiş, sonunda her türlü sıkıntıyı göze alarak bu bedbaht insandan ayrılmıştı.
Ümmü Habibe (r.anha), inancını yaşamak ve yaşatmak üzere gittiği bir coğrafyada bir anda küçük kız çocuğuyla birlikte baş başa sahipsiz ve kimsesiz kalmıştı. O, büyüdüğü ve yaşadığı ortam itibarıyla Mekke’nin ileri gelen ve zengin ailelerinden birine mensuptu. Babası, Ebu Süfyan Mekke’nin reisi, önde gelen isimlerinden birisiydi. O gün Ebu Süfyan, henüz Müslüman olmadığı gibi, inananların da baş düşmanı idi. Bu sebeple Ümmü Habibe’nin dönüp baba evine sığınması da mümkün değildi. Bir kadın olarak tek başına yabancı bir ülkede hayatını devam ettirmesi ise çok zordu. Boşandığı kocası da İslam’dan uzaklaşınca kendisini içkiye vermiş ve kısa zaman sonra da ölmüştü.
Ümmü Habibe günlerce devam eden bu sıkıntılı anlarında düşünmekten kendini alamıyordu. Memleketini, ana babasını ve yakınlarını niçin terk etmiş, şimdiyse başına neler gelmişti? Kendisi ile birlikte dinini daha rahat yaşamak ve anlatmak için yurdunu-yuvasını terk eden kocası niçin Hristiyan olmuştu? Bütün bu sıkıntılar nedendi? Şimdi ne yapabilirdi? Çaresizlik içindeydi. Günlerce kafasını ve benliğini meşgul eden bu sorular karşısında, bir sabah vakti bir rüya ile korkarak uyanır. Rüyasında kendisine gelen birisi: “Ya Ümme’l-Mü’minin” (Ey müminlerin annesi) diye hitap etmiştir. Bu basiret ve feraset sahibi kadın rüyanın tevilini, Efendimize eş olacağı şeklinde yorumlamış3 ve büyük bir teslimiyet içinde Allah’ın kendi hakkındaki takdirlerini beklemeye başlamıştır. Aradan çok geçmeden bu sadık rüyanın yorumu da gerçekleşmiştir. Zira Peygamber Efendimiz durumdan haberdar olmuş ve ona bir elçi göndererek evlilik teklifinde bulunmuştur. Bu teklif, onun maddi-manevi bütün sıkıntılarını, huzur ve inşiraha çeviren hayatının en önemli tekliflerinden biriydi.
Bundan sonrasını Ümmü Habibe radıyallahu anha’nın kendisinden dinleyelim:
“Habeşistan’da iken Necaşi’nin elçisi Ebrehe adındaki câriyenin getirdiği haber kadar hayatta hiç bir şey beni heyecanlandırmamıştır. Ebrehe, Habeşistan Kralı Necaşi’nin kıyafet ve kokuları ile ilgilenen birisi idi. Bir gün benimle konuşmak için izin istedi. Ben de kabul ettim. “Rasulüllah, Krala seninle evlenmek istediğini bildiren bir mektup yazmış” dedi. Ben de “Allah sana da hayırlı müjdeler versin” dedim. Fakat söylediklerinden emin olmak için bunu ona birkaç kez tekrarlattım. Nihayet Ebreh’e, “Kral nikahını kıymak için bir vekil tayin etmeni istiyor” dedi. Bunun üzerine amcamın oğlu Halid b. Said’i çağırdım ve onu kendime vekil tayin ettim. Sevincimden Ebrehe’ye el ve ayaklarımda ne kadar takı varsa hepsini verdim. Söz kesildiğinin ertesi günü Necaşî, Cafer b. Ebi Tâlib’e orada bulunan bütün Müslümanları toplamasını emretti. Toplantıda kısa bir konuşma yaptıktan sonra “Rasulüllah’ın isteği üzerine Ebu Süfyan’ın kızı Ümmü Habibe‘yi 400 dinar mehir ile ona nikahladım” dedi. Bu teklif, Hz. Ümmü Habibe’nin vekili Halid b. Velid b. Saîd tarafından da kabul ve teyid edilerek nikahları kıyılmış oldu. Necaşi, mehir olarak tespit edilen parayı Halid b. Saîd’e teslim ettikten sonra kalkmak üzere olan ashab-ı kirama: “Nikahtan sonra yemek vermek peygamberlerin sünnetidir” diyerek düğün yemeği ikram ettirdi.4
Bu nikah merasiminden sonra “Ümmü’l Mü’minin” olarak sabahlayan Ümmü Habibe, 400 dinar mehir5 eline geçtiği zaman kendisine müjdeyi getiren câriye Ebrehe’yi çağırtarak “O gün evimde olanı vermiştim. Başka param yoktu. Simdi Allah bana bunu ikram etti. Mehrimden elli dinar al, ihtiyaçlarını karşılarsın” dedi.
Ebrehe, verilen parayı kabul etmediği gibi, Ümmü Habibe’nin daha önce verdiği bütün takıları da iade ederek şöyle dedi: “Kral bana, senden bir şey almamamı emretti. Ben onun kostüm ve koku işleriyle meşgul oluyorum. Ben Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellemin dinine tabi ve Allah’a teslim oldum. Kral, hanımlarına yanlarında ne kadar koku varsa sana göndermelerini emretti.” Ertesi gün bu güzel kokuları getiren Ebrehe, Ümmü Habibe‘nin çeyizinin hazırlanmasında da kendisine yardımcı oldu ve kendisinden sadece şöyle bir ricada bulundu. “Benim senden tek arzum, Resulüllaha selamımı söylemen ve Müslüman olduğumu ona bildirmendir.” Ebrehe, bu selamın Peygamberimize götürülmesini o kadar önemsemiştir ki Ümmü Habibe validemizi her ziyaretinde selamını söylemesini unutmamasını özellikle hatırlatırdı. Hz. Ümmü Habibe (r.anha), Medine’ye geldiğinde Efendimize nikah merasimini anlatmış ve bu olay üzerine Müslüman olan câriye Ebrehe’nin selamını da kendisine iletmişti. Allah resulü onun bu selamına karşılık tebessüm etmiş ve “Allah’ın selam, bereket ve rahmeti onun da üzerine olsun!”6 diyerek karşılık vermiştir.
Daha sonra Necaşi, Ümmü Habibe’yi ve Habeşistan’da bulunan diğer muhacirleri de iki gemiye bindirerek Medine’ye uğurladı. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve selem, Hayber Gazasında Ketibe kalesinin fethi ile meşgul olurken, onlar da Medine’ye vardılar. Vefa insanı Peygamberimiz onların gelişiyle çok memnun olmuş ve Hz. Cafer’in alnından öperek sevincini şöyle ifade etmiştir: “Bilmem ki bu iki şeyden hangisi ile sevineyim. Hayber’in fethi ile mi, yoksa Cafer’in gelişi ile mi?”7 Bu Hz. Cafer ve arkadaşlarının ikinci hicretlerinin onlara manevi bir mükafatıydı. Maddi mükafatları ise Hayber’den alınan ganimetlerden Allah Resulünün onlara da hisse tahsis ettirmiş olmasıydı. Adeta “Kim Allah yolunda hicret ederse dünyada gidecek çok yer, genişlik ve bolluk bulur…” (Nisa,100) ayet-i kerimesinin müjdesine nail olmuşlardı. Peygamberimiz Hayber gelirinden Ümmü Habibe validemize de seksen vesk yani seksen deve yükü hurma, yirmi vesk de arpa vermişti.
Hz. Peygamber, Ümmü Habibe validemiz gelmeden önce onun için bir oda yaptırmıştı ki, bu oda, diğer hanımlarının hücrelerine göre mescide en uzak olanı idi. Resulüllah’ın emri ile Hz. Bilâl, Ümmü Habibe’yi odasına götürmüştü. Ümmü Habibe, bu yeni odacıkta bir süpürge bulmuş, yanında bulunan köle ile iş bölümü yaparak odayı temizledikten sonra güzel kokularla kokulandırarak, kıldan yapılmış bir yaygıyla da tefriş etmişti. Akşamleyin Peygamberimiz, Ümmü Habibe’nin odasına gelince, güzel bir koku hissetmiş ve içinin güzelce donatıldığını da görünce: “Kureyş kadınları etrafı döşeyen, medenî kadınlardır. Bedevî değillerdir” buyurarak ona iltifatta bulunmuştu. Bu sözleri ile Efendimiz onu takdir ederek bir erkeğin eşinin yaptıklarını görmesi ve onu zaman zaman takdir etmesi gerektiği dersini de hepimize vermiştir.
MUHACİR, SAHİPSİZ DEĞİLDİR.
Hicretin yedinci yılında meydana gelen bu hadise, Ümmü Habibe‘nin Allah yolunda başına gelen her şeyi iman, teslimiyet, tevekkül ve sabır içinde şükürle karşılamasının bir mükâfatı idi. Allah için hicret edenler şunu hiç unutmamalıdır ki muhacir hiçbir zaman yalnız değildir. Onun sahibi, onun koruyucusu ve yardımcısı Allah’tır. Bu hakikat, Kur’an’ı Hakim’de Peygamber Efendimizin hicreti üzerinden bize şöyle ifade edilmektedir. “Eğer Siz Peygambere yardımcı olmazsanız, Allah vaktiyle ona yardım ettiği gibi yine yardım eder. Hani kâfirler onu Mekke’den çıkardıklarında, iki kişiden biri olarak (Sevr) mağarasında iken arkadaşına: ‘Sen hiç tasalanma, zira Allah bizimle beraberdir’ diyordu.” (Tövbe, 9/40) Bu müjde Nahl Suresinde de, muhacirlere şu şekilde verilmektedir: “Bundan sonra şunu bil ki: Şüphesiz ki senin Rabbin, mihnet ve işkenceye, zulme ve baskıya uğradıktan sonra mücahede edip sabreden, ardından da hicret edenlerle beraberdir. Evet Rabbin, onların bütün bu güzel hareketlerine karşılık elbette onları bağışlayıp ihsanda bulunacaktır. Çünkü O gafurdur, rahîmdir.” (Nahl, 16/110)
Ümmü Habibe validemiz, Hakkın kendisini gördüğüne ve koruduğuna inanıyor ve bunun alem-i şehadette tezahürünü bekliyordu. O sonsuz rahmetin nasıl tecelli edeceğini belki bütün sahabe-i kiram efendilerimiz de bekliyordu. Ümmü Habibe acaba ne yapacak, tek başına bir kız çocuğuyla yad ellerde nasıl hayatını devam ettirecekti? “Zulme mâruz kaldıktan sonra Allah uğrunda hicret edenleri, elbette dünyada güzel bir yere yerleştiririz. Âhiret mükâfatı ise daha büyüktür. Bunu bir bilselerdi!” (Nahl, 16/41) ayetinde müjdelenen “güzel yer” onun için neresi olacaktı? Ümmü Habibe (r. anha) buna inanıyor ve bir gün en güzel takdirin gerçekleşeceğini biliyordu. Rahmeti sonsuzun hakkında vereceği hükmü de bekliyordu. Sonuçta gerçekten ayette müjdelenen hakikat gerçekleşmiş, Allah (c.c), onu dünyada yerleşebileceği yerlerin en güzeli Peygamber Efendimizin hücre-i saadetlerinden birine yerleştirmişti. Başlangıcı itibarıyla hakkında şer gibi gelişen olaylar silsilesi onu büyük bir hayra ulaştırmıştı. Yaşadıkları sadece onun için değil bütün Müslümanlar için hayra giden kapıların açılmasına vesile olmuştu.
ÜMMÜ HABİBE’NİN EVLİLİĞİYLE GELEN HAYIR
Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle “…Olur ki hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olur. Olur ki sevip arzu ettiğiniz bir şey sizin için şerli olur. Gerçeği Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara, 2/216)
Hakkımızda şer gibi gözüken her olayda veya olaylar zincirinde mutlaka bugün veya yarın anlayabileceğimiz iç içe pek çok hayırlar da vardır. Bu evlilikle, yaban ellerde bir kız çocuğuyla ortada kalan bir kadına sahip çıkılmıştı. Ümmü Habibe, Peygamberimize eş olmakla bütün müminlerin annesi olma unvanını almıştı. İkinci olarak bu evlilikle Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem, o güne kadar henüz Müslüman olmamış, İslam’ın ve Müslümanların azılı düşmanlarından olan Ebu Süfyan’a damat olmuştu. Efendimizin evlilik yoluyla kurduğu bu akrabalığı, karşı tarafın bütünüyle görmezlikten gelmesi mümkün değildi. Ebu Süfyan her ne kadar müşrik de olsa bir babaydı. Bir anne ve baba yüreği, kızının hayatına, yuvasının yıkılışına veya yeni bir yuva kurmasına bütün bütün ilgisiz kalamazdı. İşte Peygamber Efendimizin bu stratejik kararı ve bu istikametteki adımı, beklenen meyveyi vermişti. Ebû Süfyan’ın Hz. Peygamber’e ve Müslümanlara olan kin ve düşmanlığı bir nebze de olsa kırılmaya başlamıştı.
Bu evlilikten sonra Ebû Süfyan, Efendimiz aleyhisssalatü vesselama ve Müslümanlara karşı yavaş yavaş yumuşamaya başladı. Bu mülayemetin ilk sinyallerini Ebu Süfyan, evlilikten haberi olduğu anda vermişti. Kızının kendisine danışmadan düşmanıyla evlenmesinden dolayı Ebu Süfyan’ın kızması beklenirken, aksine onun bir bakıma memnuniyetini ifade edecek şekilde değerlendirdiğini görmekteyiz: “Bu evlilik tenkit edilemeyecek denk bir evliliktir.”8 Nitekim bu evliliğin karşı düşman cephenin yumuşamasına vesile olacağı9 ayet-i kerimede de müminlere müjdelenmişti: “Umulur ki Allah, sizinle düşmanlarınız arasında bir sevgi ve yakınlık kurar. Çünkü Allah her şeye kadirdir. Allah gafurdur, rahimdir.” (Mümtehine, 60/7)
Hz. Peygamber Efendimiz ile dört yıl evli kalmış olan Hz. Ümmü Habibe, Rasûlüllah’ın vefatından sonra otuz dört yıl zâhidane bir hayat yasadı. O, Peygamberimizin diğer hanımları gibi herkes tarafından sevgiyle karşılanır saygı ile ağırlanırdı. Onun bu şerefli konumundan kardeşi Hz. Muaviye’de istifade etmiş, “müminlerin dayısı” diye isimlendirilmiştir.
Hz. Ümmü Habibe anamız, kardeşi Muaviye’nin hilâfeti (40-69/661-680) döneminde yetmiş yaşında iken, hicretin kırk dördüncü senesinde Medine’de vefat etmiştir.10 Allah (c.c) bizleri, hem ilk iman edenler arasında yerini almış hem iki hicretle şereflenmiş hem de Kainatın Efendisi Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve selleme eş olarak “müminlerin anası” unvanını almış, başlangıcı itibarıyla mustarip sonu itibarıyla bahtiyar bu validemizin şefaatine nail eylesin.
Yazar: Dr. Selim Koç
Sitemizin yazarlarından Selim Koç, 1987 yılında Uludağ Ünv. İlahiyat Fakültesinde lisans eğitimini tamamladı. 1992. yılında aynı fakültede hadis ilimlerinde yüksek lisansını bitiren yazarımız, 2002 yılında Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde Tefsir alanında doktorasını tamamladı. Yazar, aynı yıllarda Tefsir, hadis, fıkıh, kelam ve tasavvuf alanlarında özel dersler almaya da devam etti. Yıllardır siyer alanında da okumalar yapan ve makaleler kaleme alan yazarımız sekiz yıldır sitemizde düzenli olarak yazmaktadır. Yazarımız, 1,5 yıl kadar Mekke ve Medine’de ikamet etmiş ve Allah Resûlünün hayatıyla ilgili pek çok mekanlara gitmiş ve özel araştırma ve incelemelerde de bulunmuştur.
Dipnot:
- Habeşistana hicret eden kadınlar arasında Peygamberimizin kızı Rukiyye ve Hz Hatice validemizin vefatından sonra ikinci evliliğini yapacağı Sevde binti Zem’a da vardı. Diğer kadın sahabiler ve çocukları için bkz., İbn Hişam, IV/14-16
- Bkz., İbn Sa’d, Tabakât, VIII/96
- Bkz., İbn Hacer, el-İsabe, IV/305; İbn Sa’d, Tabakât VIII/97
- Bu vaka ve kıyılan nikahla ilgili daha geniş bilgi için bkz., İbn Sa’d, Tabakât VIII/97-98; İbn Kesir, es-Siretü’n-Nebeviyye, III/274-275
- Burada özellikle şunu da belirtmek gerekir ki Peygamber Efendimizin hanımları arasında kendisine en yüksek mehir verilen kimse Ümmü Habibe validemizdir. Diğer hanımlara verilen mehir ise ortalama 400 dirhemdi. Bu da gösteriyor ki Peygamberimiz bu evliliğe farklı bir önem atfetmekteydi. Peygamberimizin hanımlarına verilen mehirlerle ilgili bkz., İbn-i Kesir, es-Sîre, III/273
- Bkz., İbn Sa’d, Tabakât VIII/98
- İbn Hişam, Sîre, IV/3
- İbn Sa’d, Tabakât VIII/99; İbn Hacer, el-İsabe, IV/306
- İbn Sa’d, Tabakât VIII/99; İbn Kesir, es-Sîre, III/273; İbn Hacer, el-İsabe, IV/306
- İbn Sa’d, Tabakât VIII/100; el-İsabe, IV/307