Fark edilen tehlike ve ashâbla istişare

253

Beri tarafta Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Mekke’ye giden Yahudi cemaatinin, kabile kabile dolaşarak herkesi kendi aleyhine nasıl kışkırttırttığını yakından takip ediyordu. Mekke’deki her hareket O’nun istihbarat ağına düşüyor ve O da, atacağı adımları bu bilgilere bina ediyordu. Daha Ebû Süfyân Mekke’den çıkmadan dört gün önce yola onun çıkacağının haberini almış ve konuyu ashâbıyla istişareye açmıştı. Her ne kadar savaşmayı istemese de, Kureyş toplanmış yine savaşmak için geliyordu; bu musibeti de hafif atlatmanın bir yolu bulunmalıydı.

Nasıl bir strateji ortaya konulması gerektiğini sordu ashâbına teker teker. Medine’de kalıp düşmanı sokaklar arasında dağıtarak zayıf düşürmenin mi, yoksa Medine dışına çıkıp göğüs göğüse çarpışarak geri püskürtmenin mi daha uygun olacağını soruyordu onlara. Zihinlerde Uhud öncesi yapılan istişare hâlâ canlılığını muhafaza ettiği için meseleye ihtiyatla yaklaşıyorlardı.

Herkes, eteğindekini döktü ortaya; konuşulanların hepsi de risk içeriyordu. Nihâyet Selmân-ı Fârisî’nin sesi duyuldu mecliste:

– Yâ Resûlallah, dedi. Fars topraklarında biz, atlılar tarafından baskın endişesi yaşadığımızda etrafımıza hendek kazar ve öylece korunurduk!

Allah Resûlü’nün beklediği bir teklifti bu; ashâb da bu tekliften hoşlanmıştı ve bir müddet üzerinde konuşulduktan sonra bu teklif kabul edildi.

Karar verilmişti ama meselenin ciddiyeti iyi anlaşılmazsa istenilen netice alınamazdı. Bunun için Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), sabırla işe koyulup takva ile şahlanıldığında nusret ve inâyetin kendileriyle birlikte olacağının müjdesini verdi onlara. Şimdi sıra, Medine’yi koruyacak hendeği kazmaya gelmişti. Şakası yoktu; Mekke, çevresindeki bütün kabilelerle birlikte Medine’yi hedef almış geliyordu.

Ashâbıyla birlikte Sel’ dağının bulunduğu yere geldi ve otağını kuracağı yeri tespit etti. Ardından da hendeğin yeri tespit edildi; Medine’nin etrafı dağlarla çevrili olduğu için düşman, ancak kuzey taraftan gelebilirdi ve hendek de buraya kazılacaktı. Önce, Şeyheyn kalelerinden Mezâd’a kadar olan bölgeye bir hat çizildi. Sel’ dağı arkaya alınıyordu. Daha sonra Mezâd’dan başlayarak Zübâb ve Râtic’e kadar olan mekân, ashâb arasında paylaştırıldı; ashâbını onar kişilik gruplara ayırmış ve kazılacak alan olarak herkese kırk zira’ mesafe düşmüştü. Küçük gruplar da kendi arasında organizeli çalışacaktı; çünkü Muhâcirlere, Râtic ile Zübâb arası; Ensâr da Zübâb ile Ebû Ubeyde dağının arası paylaştırılmıştı.

Ensâr ile Muhâcirîn, Selmân-ı Fârisî konusunda anlaşamamıştı; her iki grup da:

– Selmân bizdendir, deyip onun kendilerinden olması gerektiğini savunuyor ve kazma işinde de kendilerine yardımcı olmasını talep ediyordu. Çünkü o, güçlü bir yapıya sahipti. Durumun farkına varan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem):

– Selmân, Ehl-i Beyttendir, buyuracak ve böylelikle meseleyi tatlıya bağlayacaktı.

Zamana karşı yarışıyorlardı; herkes kendi payına düşen yeri kazacak ve Mekke ordusu gelmeden bu iş bitirilmiş olacaktı. Hiç vakit kaybetmeden kazma işine koyulmuşlar ve Resûlullah da aynı gün kazma sallamaya başlamıştı. Sırtında toprak taşıyordu. Öyle ki üzeri toz toprak içinde kalmıştı. Hatta bu iş için emanet olarak Benî Kurayza Yahudilerinden kazma, kürek ve kazı işinde kullanılabilecek başka malzemeler de alınmıştı.

Belli başlı kişiler, o gün de yan çizmişlerdi. İkna edici olmasa da kendilerince bahaneler uyduruyorlardı. Şu bir gerçek ki ashâb-ı kirâm, zaten bu adamları yok sayıyor ve böylesine hayırlı bir işe el atmalarını da beklemiyordu. Onların sıvışıp gitmeleri de gerçi gözden kaçmayacak ve kıyamete kadar okunan birer âyet olarak Allah Resûlü’ne bildirilecekti.1

Onlar yan çizedursun, daha ergenlik çağına bile gelmeyen çocuklar, gelip Allah Resûlü’yle birlikte hendek kazma işine kendilerini vermiş, birbirleriyle yarışır olmuşlardı.2

Bizzat kazma sallayıp kürek kullanan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), yeri geldiğinde ashâbına eliyle süt dağıtıyor, zaman zaman da onların morallerini yüksek tutmak için yüksek sesle seci tutturuyordu. Kendisi de hendek kazma işinde çalışan Cuayl İbn Sürâka isminde birisinin şiirini okuyan ashâba Allah Resûlü de katılıyordu; önce Cuayl’in ismini Amr diye değiştirecek ve ardından da ashâbın:

– Bundan böyle Cuayl’i değiştirdi Amr ile,

Bugün o, düşkünler için yegâne destektir, şeklindeki ifadelerine:

– Yegâne destektir, diyerek kendisi de katılacak, redif tutturacaktı.

Sanki üzerlerine gelen on bin kişilik bir ordu yokmuşçasına bir neşe içinde kazım işlemine devam ediyorlardı. Bir aralık durup da ashâbının iştiyakla çalışmalarını seyre dalan Allah Resûlü, duygulanacak ve:

– Allah’ım! Ahiret yurdundan başka yaşanılacak mekân yoktur; Sen, Ensâr ve Muhâcirîni affınla kucaklayıp onlara mağfiret et, diye dua edecekti. İşlerine o kadar kilitlenmişlerdi ki, yorulmak nedir bilmiyorlardı. Bir taraftan da:

– Bizler ki, hayatta kaldığımız sürece cihad sözü vererek Muhammed’e biat etmişiz, diyor ve böylelikle ana hedeflerinden zerre kadar şaşmadıklarını sözleriyle de ifade ediyorlardı.

Var güçleriyle çalışıyorlardı ama hendek, öyle birkaç günde bitecek gibi de gözükmüyordu. Elde avuçta da bir şey kalmamıştı; çoğunlukla arpa unu yağla karıştırılır ve insanlar, karınlarını doyurmak için boğazdan geçerken gırtlakta düğümlenen bu karışımı yerlerdi. Ortaya çıkan ağır kokuya rağmen hâllerinde şikâyet emaresi görünmüyor ve büyük bir iştiyakla kazma sallıyor, âdeta bu hâlleriyle, başarıya ulaşmak için her zaman eldeki imkânların mükemmel olmasını beklemek gerekmediğini fiilen göstermiş oluyorlardı.

Gönüller müşterek atıyordu; başlarında imamları, işe o kadar kilitlenmişlerdi ki, zaruri ihtiyaçlarını gidermek için bile gelip Resûlullah’tan izin istiyor; ihtiyaçlarını giderdikten sonra da gelip tekmil vererek yeniden işe koyuluyorlardı.

Sabah namazıyla başladıkları kazı işine akşam vaktine kadar devam ediyor ve geceleri istirahat için evlerine gidiyorlardı. Belli ki, hendek bitinceye kadar Medine, sabah ve akşam Sel’ dağı çevresine her gün gidip gelecekti.

Her günün neşesi bir öncekinden daha farklıydı; dillerinde terennüm ettikleri ifadeleri her defasında değiştiriyor ve değiştirdikçe de ayrı bir iştiyakla kazma ve küreklere sarılıyorlardı. Mübarek alınlarında biriken terleri silerken İbn Revâha’nın şu şiirini terennüm ettiği duyuluyordu:

– Allah’a yemin olsun ki şâyet O olmasaydı bizler, ne hidâyetle şereflenebilir, ne tasadduktan haberdar olur, ne de namaz kılabilirdik.

Allah’ım! Ne olur Sen, üzerimize sekine ve iç huzuru indir; düşmanla da karşılaştığımızda ayaklarımızı sabit kıl ve kaydırma onları…

Müşrikler, birlik olmuş azgınlık ve taşkınlıkla üzerimize doğru geliyor; eğer bununla bir fitne çıkarmayı planlıyorlarsa karşılarında bizi bulurlar…

Bunları söyledikten sonra, sesini de yükselterek:

– Karşılarında bizi bulurlar, cümlesini tekrarlayıp duruyordu.

Sanki karınca yuvasını andıran bir manzara vardı Sel’ dağının dört bir yanında… Bir farkla ki, her bir gruptan neşideler yükseliyor ve koşuşturmalara karışan bu neşidelerle meydan bayram yerini andırıyordu.

Bir başka seferinde de Allah Resûlü’nün, bir taraftan kazma vururken diğer yandan da şu beyitleri terennüm ettiği duyulacaktı:

– Allah’ın adıyla başlarım ki, hep birlikte biz, O’nunla doğru yolu bulduk,

Zaten, O’ndan başkasının peşinden gitmiş olsaydık, bugün hâli­miz perişandı…

Rabbimiz olarak O, ne güzeldir ve din olarak da dinimiz ne muhteşemdir!

Cemaatine imam olarak Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), kendini o kadar bu işe vermişti ki, zaman oluyor kazma vuruyor, yeri geliyor sırtıyla toprak taşıyor ve bazen de eline aldığı kürekle toprak atıyordu. Bir aralık o kadar yorulmuştu ki, bir kenara çekilip azıcık oturup dinlenmeyi denedi. Üzerine oturup da dinleneceği bir minder bile yoktu ve yanağını bir taşın üstüne koymuştu; taşı kendine yastık yapmıştı! O kadar yorgundu ki, yastığı taş olsa da başını koyar koymaz uyuyuverecekti! Bu durum, Hz. Ebû Bekir’le Hz. Ömer’in gözünden kaçmamıştı; hemen baş ucuna geldiler ve insanları uzaklaştırarak bir miktar dinlenebilmesi için etrafın sessiz olması için gürültü yapılmamasını istediler. Ancak Allah Resûlü’nün uykusu uzun değildi ve çok geçmeden yerinden sıçrayarak uyanıverdi:

– Beni niye uyandırmadınız? Daha önce uyandırsaydınız ya, dedi ve yeniden kazmayı eline alarak kazmaya başladı. Bir taraftan da ashâbı için dua ediyor, başlarına bu sıkıntıları açanları da Allah’a havale ediyordu:

– Allah’ım! Ahiret yurdundan başka yaşanılacak mekân yoktur.

Sen, Ensâr ve Muhâcirîn’e rahmet edip affınla muamele et.

Allah’ım! Adal ve Kâre’nin hakkından Sen gel;

Çünkü bu taşları taşımaya Beni onlar zorladılar!

O günlerde Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer, ortaya çıkan toprağı dışarı boşaltmak için kum torbası bulamadıklarından zaman zaman elbiselerinin içini toprakla dolduruyor ve Mekke’den bu yana hep beraber yürüyen iki arkadaş olarak burada da omuz omuza çalışıyorlardı.

Belli başlı hanım sahabîlerle birlikte ezvâc-ı tâhirât arasından Hz. Âişe, Ümmü Seleme ve Zeyneb Binti Cahş gibi annelerimiz de aralarında nöbetleşe kazı çalışmasının yapıldığı yere geliyor ve insanlara su taşıyıp Resûlullah’a hizmet ediyorlardı.


Yazar: Dr. Reşit Haylamaz/EFENDİMİZ isimli kitabından alınmıştır.

Dipnot:

  1. Bkz. Nûr, 24/63
  2. Abdullah İbn Ömer, Zeyd İbn Sâbit, Ebû Saîd el-Hudrî ve Berâ İbn Âzib, o gün Allah Resûlü’yle birlikte Hendek’te kazma sallayan çocuklardı ve her biri de on beş yaşında idiler. Bkz. Vâkıdî, Meğâzî, 1/454; Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 4/371
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.