Etrafa Açılma Dönemi

192

Abdulmuttalip oğullarıyla bu kadar yakından ilgilenen ve her fırsatta onları Hakk’a davet eden Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), yavaş yavaş tebliğ halkasını daha da genişletiyordu. Artık, açıktan Kâbe’ye gidip namaz kılıyor; insanları dine davet edip Kur’ân okuyordu. Kendisinden önceki peygamberlerin dedikleri gibi O da:

– Ey kavmim! Gelin siz de, kendisinden başka ilah olmayan tek Allah’a kul olun, diyor ve böylelikle, insanlarla Rableri arasındaki sun’î engelleri kaldırmak istiyordu.

İlk olarak, yakın çevredeki kabilelere açılmaya; onlarla görüşmeye başlayacaktı. Her türlü müspet yola başvuruyordu Allah’ın Resûlü; yeri geliyor kapı kapı dolaşıp gönlünün zenginliklerini paylaşıyordu onlarla… Bu meseleleri neden kendi kabilesiyle paylaşmadığı şeklinde akla gelebilecek sorulara karşılık da:

– Kureyş, Rabbimin kelamını tebliğ etmeme engel oluyor, cevabını veriyor ve tereddütsüz bir zeminde tebliğ vazifesini yerine getirmek istiyordu. Zaman zaman da kitleleri hedefliyor, belli vesilelerle insanları bir araya getirip umumuna birden sesleniyordu. Bunun için de, insanların kalabalık olarak bulundukları zamanları kolluyordu. İşte böyle bir zaman diliminde Efendiler Efendisi, Mina’da durmuş, insanlara şöyle hitap ediyordu:

– Ey insanlar! Şüphe yok ki Allah size, atalarınızın din diye ortaya koydukları anlayışlardan vazgeçmenizi emrediyor.

Daha O, ilk cümlesini tamamlamadan kalabalık arasında nefret yüklü bir ses duyuldu. Yüzler sesin geldiği tarafa dönmüştü, gözler de bu sesin sahibinin kim olduğunu arıyordu; bulmakta gecikmediler. Bu, iş ve gücünü bırakıp kendini, öz yeğeninin taş üstüne taş koyarak inşa etmeye çalıştığı müspeti ikame işini bozmaya adamış Ebû Leheb’den başkası değildi. Bir anda hava, yine gerilmiş ve semayı yine kasvet bağlamıştı.

O (sallallahu aleyhi ve sellem), Resûl-ü Kibriyâ idi ve ne Ebû Leheb ne de Ebû Cehil’in inadı O’nu durdurabilirdi. Karşısına çıkan her engel, her defasında O’nun hızını bir kat daha artırıyor, onu eski muhataplarını ihmal etmeme yanında sürekli yeni yüzler arayışına sevkediyordu. Nihayet başka bir gün de, Zilmecâz denilen panayırda insanlara seslenecek ve:

– Ey insanlar! Gelin, “Lâ ilâhe illallah” deyin ve siz de kurtuluşa erin, diyecekti. Ancak, bunları söylerken bile rahat görünmüyordu; zira, arkasında adım adım kendisini takip eden, takip etmek bir tarafa avuçladığı taşlarla Efendiler Efendisi’ni taş yağmuruna tutan yine o tanıdık yüz; öz amca Ebû Leheb vardı. Bir fırsat bulup da insanlara bir cümle hakikat söylerim diye çıktığı yolda, mübarek ayakları kan içinde kalmış, ama O yine de yoluna devam edip vazifesini yerine getirmek istiyordu. Henüz ilk cümlesini telaffuz etmişti ki, hızını alamayan Ebû Leheb’in sesiyle bozuldu Zilmecâz’ın havası. Belli ki, can çıkmadan huy çıkmayacaktı. Şöyle sesleniyordu Efendiler Efendisi’nin muhataplarına:

– Ey insanlar! Sakın bu adama kulak vermeyin; çünkü o, yalancıdır!1

İşte yalan buna denirdi; daha düne kadar ‘Emîn’ diye baş üstünde taşıdıkları, en kıymetli eşyalarını götürüp de kendisine teslim ettikleri bir şahsı, –hem de bu şahıs, Ebû Leheb’in öz yeğeniydi– sadece kendileri gibi düşünmediği için karalama kampanyası başlatmışlardı ve semtine uğraması bile düşünülemeyen eğreti etiketlerle etkisini azaltmaya çalışıyorlardı. Elbette bunlar tutmayacaktı; ama olan, o gün için muhatap olarak seçilen insanlara oluyor ve imanla tanışmaları bir gün daha gecikmiş bulunuyordu.


Dipnot:

  1. Bkz. Halebî, Sîre, 2/154
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.