Efendimiz’in sallallâhu aleyhi ve sellem Amcası Ebû Talib Vefat Etmeden Önce İman Etmiş Midir?
Ebû Talib’in iman edip etmediği konusu üzerinde öteden beri farklı mülâhazalar söz konusudur. Bazıları Ebû Talib’in “Abdülmuttalib’in dini üzerine” sözüyle vefat ettiğini delil getirerek ahirete imansız olarak gittiğini söylerken, bazıları da onun, Allah Resûlü’ne olan cibilli bağlılığı ve onu koruma uğrunda yaptığı fedakarlıkları nazara alarak, şefaat-i Muhammediye ile kurtulacağını ifade ederler.
Rivayetler açısından meseleye baktığımız zaman Ebû Talib’in kelime-i şehadeti söylemeden öldüğü kesin gibidir. Buhari ve Müslim’de yer alan “Cehennem azabının en ehvenine Ebû Talib maruz kalacaktır. O (ateşten) iki nalın giyecektir ama; onun (sıcaklığından) beyni kaynayacaktır.”[1] mealindeki hadis, bunun delilidir. Bu arada 2. Dünya Savaşı’nda ölen Hristiyanlar hakkında bile çok yumuşak düşünen ve bir fetret dönemi yaşandığından ötürü mazlum olarak ölen o insanların kurtulabileceklerini ihsas eden Hz. Bediüzzaman’ın bile,[2] Ebû Talib’in iman edemediği ve Cehennem’de en az azaba düçar[3] olacaklar arasında bulunacağı şeklindeki mülâhazası da bu düşünceyi desteklemektedir.
Mesele sahih bir hadiste, bu şekilde vuzuha kavuşturulmuş olmasına rağmen, cibilli yakınlık göz önüne alınarak farklı değerlendirmelerde bulunmaya gelince; evvelâ şunu ifade etmeliyiz ki, “Fazl-ı ilâhi ve lütf-u ilâhiden öte fazl ve lütuf, kat’iyen fazl ve lütuf değildir. Belki de bu bir zulümdür.” Burada meselenin temeli Ebû Talib’in Allah Resûlü’ne yakınlığı ya da yaptıkları değil, O’nun Allah ile olan irtibatıdır. Şayet Ebû Talib, dünyada iken bu irtibatı kuramadı ise –ki kuramamıştır– öyle ise rahmet-i ilâhiden nasip alacağını düşünmek– bizi aşar. Evet, bizim böyle bir durumda, ilâhî rahmetten ona bir pay ayırmamız, Allah’a karşı saygısızlık olabilir. Onun için değerlendirmelerde, kıstasların ve ölçülerin çok iyi tespit edilmesi lâzımdır.
Meseleye farklı bir zaviyeden bakıldığında, Ebû Talib’in, Hazreti Peygamber’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) yapmış olduğu iyilikler de inkâr edilemez. Bu iyiliklerin, tekevvün döneminde İslâm’a çok büyük faydası olmuştur. İnsan bunları nazara alarak Ebû Talib için illa bir şey diyecekse bana göre Hazreti Ebû Bekir’in dediği gibi demelidir: O, yıllar sonra babası Ebû Kuhafe’yi elinden tutup Nebiler Sultanının huzuruna getirmişti.. getirmiş ve şehadet ikrarından sonra, sevineceği yerde ağlamaya başlamıştı. Allah Resûlü’nün,
– Neden ağlıyorsun? sorusuna, o büyük insan,
– Ya Resûlallah ne kadar arzu ederdim, şimdi Müslüman olan babam yerinde Ebû Talib olsaydı![4]
Bu düşüncesi ile Hz. Ebû Bekir, Allah Resûlü’nün hissiyatını kendi hissiyatına tercih ettiği için, büyüklüğünü bir kez daha ortaya koyuyordu. Bu itibarla, Ebû Talib’in imanı veya imansızlığı karşısında, en uç ve ileri noktada ancak bu denilebilir. Bunun ötesi, Allah’ın tasarruf alanı içine girer ve Rububiyetinin tecellilerini kabul etmemek anlamına gelir.
Bu konu ile ilgili olarak farklı, farklı olduğu kadar da önemli bir hususa da kısaca temas etmek istiyorum. Şöyle ki; siyer kitaplarının kaydettiğine göre, Allah Resûlü ölüm döşeğinde amcasına “Kelime-i şehadeti söyle, ahirette sana şefaat edeyim.”[5] demiştir. Peygamberliğin 10. senesinde, kendisine şefaat hakkı verildiğinin bildirilip-bildirilmediğine dair net bilgiye sahip değiliz. Şahsen ben o dönem itibarıyla Efendimiz’e bunun açıkça bildirildiği kanaatinde değilim. Bu varsayımdan hareketle, Allah Resûlü’nün “Sana şefaat edeyim.” sözüne, şu şekilde açıklık kazandırabiliriz: O’nun Medine döneminde açığa çıkacak bütün hâlleri, ihraz edeceği konumu ve ifade buyuracağı bütün sözleri veya bir başka tabirle, hakikat-ı Muhammediye hâlinde zuhur edecek her şeyi, hakikat-ı Ahmediye olarak o kutsî mahiyetinde mündemiçti. İbtida-intiha çerçevesinde meseleye yaklaştığımızda, karşımıza çıkan sonuç budur.
Netice itibarıyla Ebû Talib’in, inanmadan ahirete irtihal ettiği kesindir ve tabiî bu kesin kanaati bildiren nasslara rağmen, farklı mütalaalarda bulunmak da doğru değildir.
[1] Buhârî, menakıbü’l-ensâr 40, rikak 51; Müslim, îmân 360.
[2] Bediüzzaman, Kastamonu Lâhikası s.83.
[3] Bediüzzaman, Mektubat s.436 (Yirmi Sekizinci Mektup, Sekizinci Mesele).
[4] et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 9/40; İbn Hacer, el-İsâbe 7/237-240.
[5] Buhârî, menâkıbü’l-ensâr 40; Tirmizî, tefsîru’l-Kur’ân 28, 29.