Efendimiz (sas) Ci’râne’de: “Zimmetinize hiçbir şey geçirmeyiniz!” (5 Zilkâde 8 Hicrî)
Huneyn’den sonra Taif’i kuşatan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) 19 gün süren kuşatmayı kaldırmış ve Ci’râne’ye hareket etmişti. Bugün yolculuğu tamamlayan Allah Resûlü artık Ci’râne’deydi. Ci’râne’de, Huneyn’de esir alınan altı bin kadın ve çocuk; Hevâzinlilerin geride bıraktığı kırk binden fazla koyun, yirmi dört bin deve bulunuyordu! Bunun yanında dört bin ukıyye gümüş ve miktarı bilinmeyen başka emtia da vardı.1 Bunlarla alakalı hükmün verilmesi ve ganimetlerin dağıtımının yapılması gerekiyordu.
Tabii olarak o gün savaşın hakkını verenler, haklarının da verilmesini bekliyorlardı. Hatta onlardan bazısı, bunun için Resûlullah’ı zorluyor ve “Yâ Resûlallah! Artık hisselerimizi paylaştırsan da üzerimize düşeni alsak!” diyorlardı. O kadar ki devesine binip de giderken birisi, arkadan ridasını çekmiş ve O’nu bir ağacın altına inmeye mecbur etmişti! Bunun üzerine Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), “Ey insanlar!” diye seslendi onlara. Belli ki celâllenmişti; “Ridamı geri verin!” diyordu. “Nefsim, yed-i kudretinde olana yemin olsun ki bugün Ben, yanımda Tihâme ağaçları kadar bile deve sürüsü olsaydı, onların hepsini sizin aranızda dağıtır ve böylelikle sizler de benim cimri ve de sözünde durmayan bir yalancı olmadığımı görmüş olurdunuz!”2
Daha sonra devesinin yanına gelen ve yükünden bir iğne çıkaran Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), onu parmaklarının ucuna alarak kaldıracak ve yeniden, “Ey insanlar!” diye seslenecekti. “Vallahi de Benim, “beşte bir” dışında şu ganimetlerinizde şu iğne kadar bir hakkım yoktur; neticede beşte bir de yine size geri dönmektedir! Dolayısıyla elinizde, ganimet mallarından, iğneden ipliğe ne varsa, hepsini getiriniz; sakın ola ki onlardan kendi zimmetinize hiçbir şey geçirmeyiniz! Zira o, onu alan kimse için kıyamet gününde büyük bir âr ve ayıpların en çirkini hâline gelecektir!”3
Aslına bakılacak olursa bu cümleleriyle Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Allah’ın kendi tasarrufuna verdiği beşte biri de nasıl kullanacağının sinyallerini vermiş bulunuyordu. O’ndan bunları dinleyen ashâb-ı kiram hazretleri, Tâif’e giderken de benzeri uyarılarda bulunduğunu hatırlamıştı; hatta Medîne’den beri O’nunla birlikte olanların çoğu, Hayber ganimetlerinin taksimi sırasında da benzeri uyarıları duymuş ve o günden bu yana, kamu malına el uzatmaktansa açlıktan kıvranmayı tercih eder olmuşlardı.
Efendimiz’in bu uyarısının üzerinden çok zaman geçmemişti ki, ashâbdan biri, elinde bir yumak iplikle huzura doğru ilerlemeye başladı; yüzünün rengi gitmiş, utancından Resûlullah’ın mübarek yüzlerine bakacak hâli kalmamıştı; “Yâ Resûlallah!” diyordu. “Bu kıl yumağını ben, sırtında yara çıkan devemin üzerine çul dikmek için almıştım!”
Toplumun hiç bir kesiminin ihmal edilmediğini gösteren hadiselerdi bunlar; gelişi gözlenenlere kapılar sonuna kadar açıldığı yerde, merkezdekilerin dışarı çıkmalarına kapılar kapatılmış, hedef olarak herkese kendi ufkunun serhaddi gösterilmiş ve geriye dönüşü olmayan bir yolda mesafe alınıyordu. Onun bu duyarlılığı karşısında, “Onun üzerinde Bana ait olan hakkımı helal ediyorum!” buyurdu Efendiler Efendisi. Ancak sahâbî, her şeye rağmen kararlıydı ve sonucu itibariyle kendisini böylesine ağır bedellerin beklediği bir yerde, geri dönmeye hiç niyeti yoktu; elindeki yumağı getirip görevliye teslim etti.4