Efendimiz (sas) Arafat’ta Vakfeye Duruşu (9 Zilhicce 10 Hicrî)

399

Bugün, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem), “Hac, Arafat’tır.” buyurduğu ve vakfeye durulan Arefe günü. Hac yolcularının buraya gelmedikleri takdirde ibadetlerinin geçerli olmayacağı hayati bir gün. Hac ibadetinin en temel rüknü.   

Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Minâ’da kıldığı sabah namazının ardından, vakit çıkacağı âna kadar bekledi. Vaktini yine evrâd ü ezkâr ve dua ile geçiriyordu!         

Güneş doğar doğmaz Arafat’a hareket etti. Dabb yolunu takip ediyordu. Yüzbinin üzerindeki ashâbı da O’nunla birlikte yola çıkmış, Kasvâ’nın üzerinde telbiye getiren Resûlullah’a eşlik ediyordu.

Günün ağarmasıyla birlikte vadinin ihtişamı daha da göz kamaştırıyordu. Arafat istikametinde, yukarıya doğru akan bir nehir görüntüsü vardı!

Beri tarfta Allah Resûlü’nü ilk defa görenlerin heyecanlı hâli hâlâ devam ediyordu. Mesela Irak tarafından geldiği anlaşılan bir grubun, Kasvâ’nın üzerinde dolunay misali yürüyen Allah Resûlü’nü görünce hayranlıktan bakakaldığı görülüyor, “Bu ne mübarek bir simadır!” dedikleri duyuluyordu. O’nu (sallallahu aleyhi ve sellem), devesinin üzerinde, “Allah’ım! Haccımı, içerisinde riyanın, sum’anın ve hebanın olmadığı bir hac kıl!” şeklinde dua ederken ilk defa görenler, Efendimiz’i işaret ediyor ve sevinçten “İşte, bu Resûlullah’tır!” diyerek birbirlerine gösteriyorlardı.

Bu arada kervana sonradan katılan, kalabalık sebebiyle konuşulanları duyamayan, yolu uzun olduğu için ancak Arafat yolunda kervana yetişen ve benzeri sebeplerle hacla ilgili bilgilere vakıf olamayanlar da vardı. Mesela Necid tarafından birileri Allah Resûlü’ne yaklaşmış, “Yâ Resûlallah! Hac nasıldır; nasıl tamam olur?” diye soruyorlardı.      

Peygamber Efendimiz de (sallallahu aleyhi ve sellem), bu türlü soruları vesile ediyor ve yolculukla ilgili eski bilgileri hatırlattığı gibi yeni malumatlarda veriyordu. Necidlilerin sorusu üzerine ashâbına döndü ve herkesin duymasını ister bir edâ ile şunları söyledi:

“Hac, Arafat’tır! Her kim Müzdelife’de kılınacak sabah namazından önce Arafat’a gelir ve vakfeye durursa hacca yetişmiş ve ibadetini tamamlamış olur.”

Bununla da yetinmemiş ve şunu da ilave etmişti:

“Mina günleri de üç gündür. Acele edip orada iki gün kalan kimseye günah olmadığı gibi üçüncü günü burada geçiren kimseye de günah yoktur!”

Bunları söylemişti söylemesine ama bu, sadece etrafındakiler tarafından duyulmuştu. Halbuki O (sallallahu aleyhi ve sellem), bunların herkes tarafından duyulmasını arzu ediyordu. Yanındakilere bakarak, bir münâdî vasıtasıyla bunların, Arafat’a yürüyen herkese duyurulmasını söyledi.

Bu arada, Efendimiz’in Arafat’a yönelişini, bazı insanların yadırgadığına da şahit olmaktayız. Zira Câhiliyye günlerinde olduğu gibi O’nun Meş’ar-i Haram’a gideceği ve vakfesini orada yapacağını zannediyorlardı. Müzdelife’de durulmayıp yola devam edildiğini görünce gelip müşkillerini Allah Resûlü’ne sordular. 

İşin başını çekenler, bilhassa bugüne kadar vakfelerini Müzdelife’de yapan ve bunu da Allah’ın ehli oldukları için yaptıklarını söyleyen Kureyş’in ileri gelenleriydi. Huzura gelen Nevfel İbn-i Muâviye, “Yâ Resûlallah! Kavmin Senin, toplanma mekânı olan Müzdelife’de vakfe yapacağını zannediyorlardı!”

Sorunun altında, düne kadarki uygulamaların baskısı vardı. Çünkü onlar, Müzdelife dışında vakfe yapmayı büyük bir hata olarak kabul ediyor ve Arafat’a çıkanlarla kat-ı alaka edip konuşmuyorlardı! 

Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Ben, nübüvvet gelmeden önce de onlara muhalefet ediyor ve Arafat’ta vakfe yapıyordum!” buyurdu. Bu beyanlar, O’nun bilerek bir tercihte bulunduğunu ifade ediyor ve üstelik bu tercihinin, nübüvvet öncesine dayandığını gösteriyordu.          

Yolda giderken, Na’mân adı verilen bir tepeyi gösterdi ve şöyle buyurdu: “Burası, bugün Allah’ın (celle celâlühü), Âdem’in sulbündeki neslinden söz aldığı yerdir. Onun sulbünden yarattığı bütün nesilleri çıkarttı ve zerreler gibi önüne saçarak kendileriyle konuştu ve ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ dedi. Onlar da ‘Elbette Sen bizim Rabbimizsin! Biz buna şâhitlik ederiz.’ cevabını verdiler.”

Bu arada Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem), daha önceden ashâbından bazılarını gönderdiğini ve kendisi için, Arafat sınırının başladığı Nemire ismiyle maruf yere çadır kurdurduğunu görmekteyiz. Fahr-i Âlem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), istirahat için söz konusu bu çadırın yanına geldi. Bu duruş, burada kalınacağının bir işareti gibiydi ki Annelerimizin çadırları da bu çadırın etrafına kurulmuştu.

Ancak Sultân-ı Rusül Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), kısa bir müddet sonra devesinin hazırlanmasını emir buyurdu. Güneşin zevâle kayışıyla birlikte Kasvâ’ya binen Efendiler Efendisi’nin yeni hedefi, Batn-ı Vâdî/ Urane Vâdisi idi. Attığı her adımı takip eden ashâbı da O’nunla birlikte buraya gelmiş, Resûl-ü Kibriyâ Hazretleri’nin ne yapacağını merak ediyorlardı. Ve çok geçmeden herkes toplandı ve Efendiler Efendisi, Kasva’nın üzerinden bütün insanlara hitap etti.

Böylesine mübarek bir mekân ve mübarek bir günde, hac vazifesini eda ederken oruç tutmanın hükmünü merak edenler vardı. Resûlullah’ın, “Arefe günü oruç tutmak, önceki sene ile bu yılın günahlarına kefarettir!” buyurduğunu biliyorlardı. Aynı zamanda bugüne kadar, Zilhicce ayının ilk on gününün ehemmiyetinden bahsedilmiş ve bayram gününün dışındaki günlerde oruç tutmanın faziletleri anlatılmıştı. Zira bu, bizzat Yüce Mevlâ’nın nazara verdiği bir husustu: “Fecr hakkı için! O on gece hakkı için! Çift ve tek hakkı için! Akıp giden gece hakkı için ki: (Kıyamet gelecektir.)” Burada âyetlerde zikredilen on günden maksadın Zilhicce’in ilk on günü, günlerden tek olanın “arefe”, çift olanın ise “bayram” günü olduğu, akıp giden geceye yemin edilirken de “Müzdelife”nin kastedildiği anlaşılıyordu. 

Onun için başta Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) olmak üzere önde gelen ashâbın bayram günleri hariç bu günlerde oruç tuttukları da biliniyordu. Ancak bu seneki arefe gününün durumu çok farklıydı. Çünkü sefer hâli söz konusuydu. Bu sebeple dört rekâtlı namazlarını ikişer rekât olarak kılıyorlardı. Üstelik havalar sıcak ve izdihamdan kaynaklanan ayrı bir meşakkat vardı. Bazı sahabîler, bugün Resûlullah’ın oruçlu olduğunu söylüyor bazıları da buna itiraz ediyordu.

Onlar kendi aralarında konuşa dursun, bunlara şahit olan Hazreti Abbâs’ın hanımı ve Efendimiz’in de baldızı Ümmü Fadl (radıyallahü anhâ), Allah Resûlü’ne bir bardak süt gönderdi. Konuşulanlardan haberi olmuşçasına Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), herkesin gözü önünde ve devesinin üzerindeyken sütü içti. Arkasından da Arefe günü Arafat’ta oruç tutmayı nehyetti.          

Bu arada bazı sahabîler, Allah Resûlü’nün yanına yaklaşmış sorular soruyorlardı. Cevap verebilmek için onlarla konuşmaya başladığı esnada Arafat’tan yükselen Hazreti Bilâl’in sesini duyunca Fahr-i Âlem’in sustuğu ve ezanı dinlemeye başladığı görüldü. Ezan-ı Muhammedî’nin bitimiyle birlikte söz konusu şahıslara döndü ve yarım kalan cümlelerini tamamladı.Hazreti Bilâl, namaz için kâmet getirmeye başlamıştı. Arafat’ta saf tutan cemaatine imam olan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), önce öğle namazını ardından da ikindi namazını kıldırdı.

Gönüllerin rikkat kesbettiği Arafat’ta ashâbına namaz kıldıran Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), etrafındaki yüz yirmi bin kişiyle birlikte vakfeye duracağı yeriçin yürümeye başladı. Cebelü’r-Rahme’ye kadar geldi.      

Mübarek eliyle ashâbına da işaret ediyor ve Cebelü’r-Rahme’nin uzağında bulunanlara İbn-i Mirba’ El- Ensârî ile haber gönderip, “Meşâir sınırını geçmeyiniz! Çünkü siz, babanız İbrâhîm’in mirasından bir miras üzere bulunuyorsunuz!” diyordu. 

Zira o güne kadar Kureyş, “Harem” bölgesinin dışında kaldığından dolayı vakfe için buraya gelmez ve Arafat yerine Müzdelife’de vakfe yaparlardı. Gerçi Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), konuyu ashâbına daha önce de beyan etmişti. Ancak bir kez daha söyleme lüzumu duyuyordu. Arkasından da “İşte burası Arafat’tır ve vakfe yeridir; Arafat’ın her tarafı da vakfe yeridir!” buyurdu. Bu arada telbiye getirmiş ve “Hayır, ancak Âhiret hayrıdır!” demişti.       

İçinden çıkamadıkları müşkillerini arz için fırsat bekleyenler de vardı. Onlardan birisi Allah Resûlü’ne yaklaştı ve “Yâ Resûlallah! Biz hac mevsiminde develerimizi kiraya veren bir kavimiz. Yaptığımız bu işten dolayı insanlar bize, ‘Size hac yoktur!’ diyorlar; ne dersiniz?” diye sordu.

İbadet neşvesiyle Rabb-i Rahîmi’ne teveccüh edeceği bir vakitte gelen böyle bir soru karşısında önce sükûtu tercih etti Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem). Belki de sükûtu, henüz konuyla ilgili açıklayıcı bir hükmün gelmemiş olmasından kaynaklanıyordu. Ancak cevabını alamayan ve genel tabloya bakarak zamanlama hatası yaptığını düşünen şahıs, bir müddet bekledi ve cevap alamayacağını sanarak vakfe yapacağı yere döndü.

Çok geçmemişti ki Arafat, yeni bir buluşmaya daha sahne oldu; Cibrîl-i Emîn gelmiş, Efendimiz’e şu mesajı getirmişti:

“Hac mevsiminde ticaret yaparak, Rabbinizden size gelecek kâr ve yarar taleb etmenizde size bir vebal yoktur. Arafat’ta vakfeden ayrılıp sel gibi Müzdelife’ye doğru akın ettiğinizde, Meş’ar-ı Haram’da Allah’ı zikredin. O size nasıl güzelce doğru yolu gösterdiyse, siz de öyle güzel bir şekilde O’nu zikredin! Bilirsiniz ki, O’nun yol göstermesinden önce siz yolu şaşırmış kimselerdiniz!”          

Âyet iner inmez Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), deve kiralama işini yaptığını belirtip soru soran şahsı yanına çağırttı ve ona, “Sizler hacısınız!” buyurdu. Bu onların haccının geçerli olacağının açık bir ifadesiydi.     

Resûlullah’ın, o gün vakfe için durduğu yer, Rahmet Tepesi’nin eteğiydi. Kıbleye dönen Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), insanların toplandığı yeri önüne almış ve vakfeye durmuştu. Bu esnada Kasvâ’nın karnı, tepedeki kayalara değecek kadar yakındı.         

Vakit, vakfe vaktiydi. Zaman, halvet zamanıydı; kulun Rabbiyle buluştuğu, hatta yer yer dillerin sükût edip gönüllerin konuştuğu hususi bir zaman dilimi başlıyordu!       

Bu özel anlarda Resûl-ü Kibriyâ Hazretleri, âdeta yüreği yırtılırcasına dua ediyordu. Cebel-i Rahme’nin eteğinde durmuş, Rahmân’dan nasıl mağfiret ve merhamet dilenileceğini herkese gösteriyordu! Mübarek ellerini göğüs hizasına kadar kaldırıp avuçlarını semaya doğru açmış dua dua yalvarmaktaydı. Hatta bir aralık Kasvâ’nın yuları elinden kayınca onu eliyle yakalamış ve bir eliyle yuları tutarken diğer elini semaya kaldırmış, duasına devam ediyordu! 

“Allah’tan başka ilah yoktur! O birdir; O’nun eşi ve ortağı yoktur. Mülk O’nun, hamd de O’na mahsustur! Hayır, yalnız O’nun elindedir. O diriltir ve öldürür. O her şeye kâdirdir!” diye başladı duasına. Ardından, “Allah’tan başka ilah bulunmadığına şahid, bizzat Allah’tır. Bütün melekler, hak ve adaletten ayrılmayan ilim adamları da bu gerçeğe -mutlak gâlib, tam hüküm ve hikmet sahibi Allah’tan başka ilah olmadığına- şahittirler!” mealindeki âyeti okudu ve “Ben de bu gerçeğe şâhid olanlardanım Yâ Rab!” buyurdu. Duasına devam etti.     

Vakfe esnasında ashâbdan birisi bineğinden düşmüş ve boynu kırılarak vefat etmişti. Buluşma yeri Arafat’ta, Rabbine kavuşmuştu! İlk defa yaşanan bir hadiseydi ve ne yapacaklarını gelip Resûlullah’a sordular. “Onu su ve sidirle yıkayınız ve iki ihram elbise ile kefenleyiniz!” buyurdu. Ardından da bir uyarıda bulundu:     

“Sakın kefene koku saçmayın! Başını ve yüzünü de örtmeyin! Çünkü Kıyâmet Günü’nde Allah (celle celâlühü), onu telbiye getirir bir halde diriltecektir!”

Artık Arafat’ta güneş, gurûba iyice yaklaşmıştı. Eski alışkanlıklarının tesirinde kalan bazı insanlar, bir an önce Müzdelife’ye gitmek istiyorlardı. Onların bu hâlini Resûlullah da fark etmiş ve bir defa daha uyarma lüzumu duymuştu. İnsanların Câhiliyye döneminde güneş dağ başlarında insanın başındaki sarık gibi durduğu dönemde Müzdelife’ye hareket ettiklerini hatırlattı ve “Biz ise, güneş batmadan Arafat’tan hareket etmeyeceğiz!” buyurdu. Bir hatırlatma da ertesi sabah için yapmıştı: “Müzdelife’den ise, güneş doğmadan hareket edeceğiz. Bizim yolumuz putperest ve müşriklerin yolundan farklıdır.”        

Günbatımına kadar dua dua yalvaran Sultân-ı Rusül’ün (sallallahu aleyhi ve sellem), kendisiyle birlikte haccedenlere bir müjdesi vardı. Onlara döndü ve şöyle dedi:

“Allah (celle celâlühü), bugün size büyük bir lütufta bulunmuş ve aranızdaki haklar hariç günahlarınızı affetmiştir! Şüphesiz bu, iyileriniz sebebiyledir; onların vesilesiyle kötülerinizi de bağışlamış, iyilerinize de istediklerini vermiştir! Haydi şimdi Allah’ın adıyla Müzdelife’ye doğru hareket ediniz!”          

Arafat, bayram yeri gibiydi. Zaten günlerden Cuma olması sebebiyle bir bayram yaşıyorlardı. Ertesi gün de kurban bayramını idrak edeceklerdi. Ancak ashâb arasında Resûlullah’ın bu müjdesi, bütün bayramları unutturacak ölçüde bir sevinç meydana getirdi. “Hareket” emri de gelmişti ya, maziye ait bütün hata ve günahlardan arınmış, annelerinden doğdukları gün kadar saf ve duru olarak Müzdelife’ye doğru harekete geçmişlerdi.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.