EBÛ TÂLİB’İ İKNA ÇABALARI
Beri tarafta Kureyş, her geçen gün artarak devam eden bu gayretlerden duyduğu rahatsızlığı dile getirmek için yeniden Ebû Tâlib’in kapısına dayanmıştı:
– Bak, Ebû Tâlib! Şüphesiz ki sen, yaş ve tecrübe itibariyle büyüğümüzsün; konumun itibariyle hepimizden üstünsün! Sana daha önce de gelmiş ve yeğeninin yaptıklarına bir son vermeni istemiştik; ama sen, buna yanaşmadın! Allah’a yemin olsun ki, ilahlarımıza dil uzatılması, önderlerimizin dalâletle suçlanması ve atalarımız hakkında iyi şeyler söylenmemesi, artık sabrımızı taşırmak üzere! Ne zaman O’na engel olacaksın! İstersen, O’nu bize bırak da, iki taraftan birisi helak olana kadar, aramızdaki meseleyi kendimiz çözelim.
İkide bir yanına gelip bozuk çalanların baskılarından bunalan Ebû Tâlib, yeğeni Muhammedü’l-Emîn’e haber gönderdi:
– Ey kardeşimin oğlu, dedi ve gelen Kureyşlilerin dediklerini anlattı. Sözlerinin sonunda, mahcubiyet içinde şunları ilave etti:
– Ne olur, hem kendini hem de beni düşün; bana, altından kalkamayacağım yük yükleme![1]
Amcası Ebû Tâlib’in bu mesajıyla endişelenen Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), bir aralık amcasının fikir değiştirdiği, müdafaa etmekten yorulup çekindiği ve bundan sonra kendisini yalnız bırakacağı endişesine kapıldı. Kalbi kırılmış ve mahzun olmuştu, içten içe gözyaşı döküyordu. Yalnızlığı zirvede hissetmenin tezahürüydü bütün bunlar… Belki de Allah (celle celâluhû), kendisinden başka açık kapı bırakmak istemiyordu önünde. Onun için şöyle seslendi amcası Ebû Tâlib’e:
– Ey amcacığım! Allah’a yemin olsun ki, şayet onlar, bu işten vazgeçmem karşılığında güneşi bir elime; ayı da diğerine verseler, Allah beni muzaffer kılıncaya veya bu yolda yok oluncaya kadar bu işte sabit kalır, asla terk etmem.
Çok duygulanmıştı Kâinatın İftiharı… Ayağa kalkıp giderken gözyaşı döküyor, içten içe ağlıyordu. Ancak, o kadar yürekten ve içtenlikle konuşmuştu ki, titreyen ses tonunda bile, sonuna kadar devam edeceğinin kararlılığı hâkimdi. Bu tavır, Ebû Tâlib’i çok etkilemişti. Babası Abdulmuttalib’in emaneti, kardeşi Abdullah’ın yetimi, aç kurtlara teslim edilir miydi hiç? Arkasından:
– Gel, ey kardeşimin oğlu gel, diye seslendi. Kucaklayan bir ton vardı sesinin renginde. Mahzun Nebi, sesin geldiği cihete yönelmişti, yaş döken gözlerini silerek… Gözler, dilden önce anlaşmıştı sanki ve Ebû Tâlib, yeğenine şunları söyledi:
– Git ey kardeşimin oğlu git! Git ve dilediğini yap! Vallahi ben, hiçbir zaman Seni teslim edecek değilim![2]
Ardından da, şiirleriyle O’nu destekledi ve toprağa gömülünceye kadar yeğeninin arkasında duracağını ilan etti.
Ebû Tâlib’in, yeğenini teslim etme niyetinde olmadığını ve koruma kararında ısrar ettiğini görenler, bu sefer yöntem değiştirdiler ve huzuruna gelip başka bir teklifte bulundular. Aralarında, Umâra İbn Velîd adında dikkat çeken yakışıklı ve güçlü bir delikanlı da vardı. Bu genci yanlarına katıp onun yanına geldiler ve şunları söylemeye başladılar:
– Ey Ebû Tâlib! İşte bu, Umâra İbn Velîd’dir. Kureyş’in en güçlü ve en güzel gencidir. Bu genç senin yardımcın olsun; onu evlat olarak edin, senin olsun. Onun yerine bize sen, şu senin ve atalarının dinini değiştiren, kavmine muhalefet edip karşı çıkan ve önde gelenlerimiz hakkında iyi düşünmeyen kardeşinin oğlunu ver de O’nu öldürelim. Madem kısasta, sizden bir adamın bedeli bizden bir adamdır; işte bu genç de O’nun diyeti olsun.
Ne çirkin ve ahlâksız bir teklifti! Bir tarafta, asırlardır gelişi gözlenen Son Nebi, diğer yanda ise, sadece fizikî yönüyle dikkat çeken bir genç! Kaldı ki, kim kimin yerini doldurabilirdi! Onun için, tereddütsüz Ebû Tâlib:
– Vallahi siz, ne kötü bir teklifte bulunuyorsunuz! Kendi çocuğunuzu büyük görüp evime almamı, buna mukabil olarak da kendi oğlumu size teslim edip öldürmenize göz yummamı bekliyorsunuz ha! Vallahi bu, asla olmayacaktır, cevabını verdi onlara.
Yine Ebû Tâlib’in taviz vermediğini gören Mut’im İbn Adiyy, biraz da tavır değiştirerek şunları söyledi:
– Vallahi yâ Ebâ Tâlib! Kavmin sana bugüne kadar çok insaflı davrandı ve senin hoşuna gitmeyecek şeyleri sana dayatmadı. Ancak görüyorum ki bugün sen, onların hiçbir teklifine ‘evet’ demiyorsun!
Adamlar göz göre göre Allah Resûlü’nü öldürmek istiyorlardı ve buna ‘evet’ demeyince de bunun adı insafsızlık oluyordu! Bundan daha büyük küstahlık olamazdı ve kendi anladıkları dilden bir cevap gerekiyordu. Ebû Tâlib de, bu cevabı verdi:
– Allah’a yemin olsun ki hiçbir zaman insaflı olmadınız! Baksana sen şimdi, benim perişan olmamı ve aleyhimde insanların çirkin işler çevirmelerini teklif ediyorsun! Elini ardına koyma ve istediğini yap!
Bu konuşma, zaten yarıya kadar çekilmiş olan kılıçların, bundan böyle kınından çıkması anlamına geliyordu. Bugüne kadar münferit ve lokal olan düşmanlık, bundan sonra kurumsal olacak ve Mekke’nin her yerinde kendini gösterecekti. Bu düşmanlıktaki hedef, sadece Resûlullah da değildi; her bir kabile, o güne kadar kendi içinde İslâm’ı tercih eden kim varsa onu düşman biliyor ve topyekûn bir savaş ilan ediyordu. Onları, binbir türlü işkenceye maruz bırakıp dinlerinden döndürebilmek için, akla hayale gelmedik yöntemlere başvuruyorlardı.
Konunun, insaf boyutunu da aşıp aklı devre dışı bıraktığını gören Ebû Tâlib, çok geçmeden diğer kardeşlerine meseleyi taşıyacak ve yeğenlerini koruma konusunda onların da desteğini almaya çalışacaktı. Abdulmuttalib ve Hâşimoğullarının hemen hepsi, onun davetine olumlu cevap verirken sadece Ebû Leheb buna karşı çıkacak ve yeğeninin karşısında yer alanlarla beraber olmayı tercih edecekti. Kabilesinden beklediği desteği bulan Ebû Tâlib’in keyfine diyecek yoktu; bu kadar sıkıntılı bir sürecin akabinde yeniden bir araya gelip de fikir birliği etmelerine karşılık şiirin diliyle onları medhedecek ve yeğeni Muhammed’e de övgüler yağdırarak üzerine toz kondurmayacaktı.[3]
Dipnotlar:
[1] İbn İshâk, Sîre, 2/135
[2] İbn Hişâm, Sîre, 2/101
[3] Bkz. İbn Hişâm, Sîre, 2/104