Dâru’n-Nedve’deki Karar

253

Bütün baskı ve engellemelere rağmen hicret devam ediyordu. Nihayet, Ebû Seleme ile başlayan hicret sürecinin üzerinden üç ay geçmişti ki, geride köle ve işkence altında esir bırakılanların dışında hicret etmeyen sadece Allah Resûlü, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ali kalmıştı. Zaten, Hz. Ebû Bekir’le Hz. Ali’nin hicret arzularını tehir eden de Efendimiz’den başkası değildi. Demek ki şimdi sıra onlardaydı. Bunlar da gider ve Medine’ye yerleşirlerse, zaten savaş konusunda tecrübeli olan Evs ve Hazreçlilerle başları dertten kurtulmaz; Şam ve Yemen istikametinde yaz ve kış aylarında yapageldikleri ticari hayatları tehlikeye girer ve bir daha da asla huzur (!) bulamazlardı.

Halbuki, henüz her şey bitmiş değildi ve işi, daha baştan çözme imkânları vardı. Bunun için acil bir önlem alınmalı ve meseleye son nokta konulmalıydı. Takvimler, sefer ayının yirmi altısı, Pazartesi gününü gösteriyordu.

Nihayet bir kuşluk vakti, bir araya gelecek ve bir durum değerlendirmesi yaparak bu konudaki nihâî stratejilerini tespit edeceklerdi. Bunun için, her zamanki istişâre meclisleri olan Kusayy İbn Kilâb’dan kalma Dâru’n-Nedve’de bir araya gelerek aralarında konuşmaya başladılar. Bu önemli kararı almak için bir araya gelenler, Ebû Cehil, Cübeyr İbn Mut’im, Tuayme İbn Adiy, Hâris İbn Âmir, Utbe ve Şeybe İbn Rebîa kardeşler, Ebû Süfyân, Nadr İbn Hâris, Ebu’l-Bahterî, Zem’a İbn Esved, Hakîm İbn Hizâm, Nübeyh ve Münebbih İbni’l-Haccâc kardeşler ile Ümeyye İbn Halef’ten oluşuyordu.
On üç yıldır devam eden bir meseleyi, temelinden çözmek istiyorlardı; işi o kadar gizli yürütüyorlardı ki, yaşı kırkı geçmeyen toy kimseleri içeri almıyor; içeride konuşulanların da dışarıya sızmaması için azami gayret gösteriyorlardı.

Bu arada, hiç tanımadıkları, kıyafeti kaba ve Necidli olduğunu söyleyen sarıklı bir ihtiyar da çıkagelmiş; heyetlerine katılmak için kapıda bekliyordu. Telaşla:

– Bu ihtiyar da kim, diye sordular.

– Necid’den bir ihtiyar; sizin dayıoğullarınızdanım! Burada, çok önemli bir iş için bir araya geldiğinizi duydum ve belki benim de size bir faydam dokunur diye geldim! İstemiyorsanız çıkar giderim, diyordu.

– Dayıoğlu demek bizden demektir! Necid’den gelip de aramızda casusluk yapacak değil ya! Nasılsa Mekkeli değil, dedi ve onu da içeri buyur ettiler.

Nihayet, meşveret başlamıştı. Toplantıyı, Ebû Cehil yönetiyordu. Söze şöyle başladı:

– Şu adamınızın halini biliyorsunuz; şayet aranızdan ayrılıp da bir başka yerde güç toplayıp üzerinize saldırırsa sürekli başınız ağrıyacak demektir. Bu durumdan kurtulmak için fikrinizi söyleyin ve haydi, bir araya gelmenin hakkını verin!

Ebu’l-Bahterî ileri atıldı:

– O’nu demirlere bağlayıp hapsedin; üzerine kapıları kapatarak beklemeye durun. Nasıl olsa bir gün, kendisinden önceki şairlerin başına geldiği gibi O da ihtiyarlayacak ve ölüp gidecek, diyordu. Necidli ihtiyar devreye girdi:

– Vallahi de ben aynı görüşte değilim! Çünkü bu, asla çözüm olamaz! Dediğiniz gibi O’nu hapsetmiş olsanız da bu iş, üzerine kapattığınız kapı ve etrafını çevirdiğiniz duvarları aşarak arkadaşlarına ulaşır. Sonra da üzerinize saldırır ve O’nu sizin elinizden alıp götürür, böylece dışarıda güç elde ederek size yeniden saldırırlar. Bu, asla bir çözüm değil; siz başka bir çözüm üretin!

Esved İbn Rebîa ileri atıldı:

– O’nu aramızdan söküp atalım ve yurdumuzdan çıkarıp sürgün edelim; nereye giderse gitsin! Böylelikle O’ndan kurtulmuş oluruz! Bizden ayrıldıktan sonra da vallahi, O’nun nereye gidip yerleştiği bizi hiç ilgilendirmez, diyordu. Bu fikir de İhtiyar’ı memnun etmemişti; ileri atıldı ve:

– Vallahi bu da çözüm değil! Sözündeki güzellik, mantığındaki insicam ve siretindeki letafeti görmüyor musunuz; bunlar, insanların kalbine nüfûz eder ve yine O, bir gün karşınıza çıkar. Şayet böyle yaparsanız, gün gelir O, meziyetleriyle arkasında kitleleri hareket ettirir ve böylelikle siz, kendilerinden söz aldığı kabileleri karşınızda buluverirsiniz! Gelir ve sizin elinizdekilere göz dikerler ve o zaman da siz, hiçbir şey yapamazsınız. En iyisi siz, başka bir çözüm arayın, dedi.

Ortada gerçekten bir gariplik vardı; Mekke, kendi arasında meseleyi çözmek için bir araya gelmişti; ama Necidli ihtiyar, Mekkelilerden daha aktif çıkmıştı. İyi ki onu bu meclise almış, tanımıyoruz diye dışarıda bırakmamışlardı!
Toplantıya başkanlık yapan Ebû Cehil de Necidlinin yaklaşımından hoşlanmıştı. Ona göre de, önceki fikirler kesin çözüm olamazdı. Ancak, başka da bir çözüm çıkmıyordu. Gözler, ihtiyarın yaklaşımını onaylayan Ebû Cehil’e yöneldi. Zaten o da, sıranın kendisine gelmesini bekliyordu:

– Şu bocalayıp durduğunuz konuda, vallahi benim de bir fikrim var, dedi.

– Nedir o, ey Eba’l-Hakem, dediler. Şunları söylüyordu:

– Bana kalırsa kesin çözüm, her bir kabileden eli silah tutan, çevik ve atak, attığını vuran ve vurduğunu da deviren gençler seçmek. Hep birlikte üzerine, keskin kılıçlarıyla saldırsınlar ve tek bir vuruşla O’nun işini bitirip öldürsünler ve siz de, O’ndan kurtulup rahat edin! O’nu bu şekilde öldürünce de, malûm kanı kabileler arasında dağılır ve böylelikle Abdimenâfoğulları, bu kadar kavmi karşısına alıp da onlarla savaşmaya cesaret edemez; önlerinde sadece diyet alternatifi kalır ki, onu da biz öder ve bu işi, bir diyet ödemekle bitirmiş oluruz!

Necidli ihtiyar, yine devreye girdi; ancak bu sefer, aynı zamanda konuşurken, işte şimdi oldu mânâsında kafa sallıyordu ve son cümlesi:

– İşte söz, bu arkadaşın söylediği sözdür! Ben, başka da bir çözüm bilmiyorum, şeklinde olmuştu.

Artık, kararlarını vermişler ve üzerinde ittifak ettikleri planı ortaya koyarak Muhammed’i öldüreceklerdi. Yine, toplanırken ortaya koydukları hassasiyeti tatbik ederek Dâru’n-Nedve’den ayrılıp evlerinin yolunu tuttular.1


Dipnot:

  1. Halebî, Sîre, 2/189, 190
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.