Ashâbın Korkuyla İmtihanı ve Nebevî Duruş

827

Fert ve cemiyetlerin dikkat etmesi gereken en önemli hususlardan birisi, insandaki korku hissidir. Zira zalimler, münafıklar ve art niyetliler, insanın tercih, duruş, karar, eylem ve söylemleri üzerinde çok etkili olan bu duyguyu daima suiistimal eder; onları hak ve hakikatten uzaklaştırmaya çalışırlar. Böylece korkakları gemleyip susturma hatta kendi emelleri istikametinde koşturma fırsatını elde ederler. Yaptıkları konuşmalarla, sahaya sürdükleri kimselerin dedikodularıyla, yazılı ve görsel medya üzerinden yürüttükleri propagandalarla, oluşturdukları baskı ortamı ve akla değil de algılara hitap eden operasyonlarla halkın ve bilhassa toplumu yönlendirme konumunda bulunan alim, akademisyen, din adamı, gazeteci ve meşhur kimselerin bu damarından çok istifade ederler. Onların konumunu ve toplum nezdindeki itibarlarını, insanları korkudan etkisiz ve sessiz hale getirmek için kullanırlar.  

Dünden bugüne bizim dünyamızda da zalimler ve Süfyanlar, iktidarlarını hayatta tutmak için korku damarına başvurmuşlardır. Ve bununla Müslümanların gücünü ve cesaretini kırmaya, birlik ve beraberliğini parçalamaya çalışmışlardır. Asr-ı Saadet’te bunun en belirgin örneklerinden birisi, Mekkelilerin reisi Ebû Süfyan’ın bir strateji olarak zaman zaman bu yönteme başvurması; Efendimiz ve ashabının mücadele cesaret ve azmini kırmak için onların içine korku salmaya ve yaymaya çalışmasıdır.

Ebu Süfyan, Uhud’da Meydan Okuyor 

Müşrik ordusu, Uhud’da şehitlerin kollarını, kulaklarını, burunlarını kesmiş, gözlerini oymuş ve vücutlarını param parça etmişlerdi. Ordu komutanı Ebu Süfyan, cepheden ayrılırken bunu yapan vahşileri gördüğünü ama onlara engel olmadığını hatta buna da üzülmediğini söylemişti. O, bu vahşetle “hepinizin sonu böyle olacak” mesajını vermeye çalışmış ve arkasında görenleri korkudan dehşete düşürecek tablolar bırakmıştı. Bir de bununla yetinmemiş, “Var mısınız, önümüzdeki sene Bedir’de buluşalım!” diyerek, yaralı haldeki Müslümanların morallerini menfi etkileyebilecek ve derlenip toparlanma isteklerini kıracak bir meydan okuyuşta bulunmuştu.

Allah Resûlü ise hiç vakit kaybetmeden onun bu adımını boşa çıkaracak hamlesini yapmış ve “Evet! Orası, sizinle bizim aramızda kararlaştırılmış yer ve zaman olsun, inşallah!”1 buyurmuş; en zor durumda oldukları bir anda bile onlarla tekrar karşılaşmaktan korkmadığını Ebu Süfyan ve kasaplarına haykırmıştı. Böylece onun bu meydan okuyuşuyla hedeflediği “Müslümanların içine korku salma ve üstünlük elde etme” stratejisini etkisiz hale getirmiş ve yeniden toparlamaya çalıştığı askerlerine büyük bir moral vermişti.

Allah Resûlü, Cesaretini Ortaya Koyuyor! 

Ancak Ebu Süfyan’ın bu meydan okuyuşunun arkasında başka bir plan da olabilirdi. Mekke’ye geri dönüyor görüntüsü verip ani bir dönüşle savunmasız durumda olan Medine’ye baskın yapabilirdi. Bu ihtimali göz ardı etmeyen Efendimiz, Hz. Ali’yi görevlendirdi. Kendisine, “Müşrik ordusunu takibe çık. Ne yaptıklarını ve ne planladıklarını iyice anlamaya çalış. Dikkat et! Develerine binip atlarını yanlarına almışlarsa onların niyeti Mekke’dir. Yok atlarını binip develerini yanlarına almışlarsa Medine’ye saldırmayı düşünüyorlar demektir. Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin olsun ki böyle bir şey düşünüyorlarsa mutlaka üzerlerine yürüyecek ve işlerini bitireceğim.” Düşmanı takibe çıkan Hz. Ali, çok geçmeden onların develerine binip atları yedeklerine aldıkları yani Mekke’ye doğru yola çıktıkları haberini getirmişti.2 Fakat Allah Resûlü bu korkusuzluğu, cesareti ve kararlılığıyla yaralı ashâbını motive etmiş; Uhud’da alınan yaraya ve meydandaki manzaraya rağmen zalimlerle mücadeleye hazır olduğu mesajını vermişti. Bu mesajın bir muhatabı da savaş sürerken Müslümanların hareket güzergahlarına kuyu kazarak tuzak kuran münafıklardı.

“Allah bize yeter!”

Ebu Süfyan’ın “Müslümanlara öyle bir darbe vurduk ki artık bunlar bir daha kalkamaz!” diye düşündüğü anda ve yerde Efendimiz (aleyhissalat vesselam) yeni bir hamleye hazırlanıyordu. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) Uhud’da seslendirdiği “..Üzerlerine yürüyecek ve yaptıkları bu vahşetin hesabını soracağım!” düşüncesini, hiç vakit kaybetmeden karara bağlamış ve ertesi gün sabah namazından sonra düşmanı takip için yola çıkmıştı. Hamrâu’l-Esed’e kadar gelmiş ve burada Uhud ashâbına konaklama emri vermişti. Bu zaman zarfında da düşmanın ne planladığını ve nasıl hareket ettiğini adım adım takip ettirmiş ve gelecek yeni bir habere göre orduyu her an savaşa hazır tutmuştu. Derken Abdikaysoğullarına ait bir kervan, Ebu Süfyan’dan Hamrâul’-Esed’e bir mesaj ulaştırmıştı. 

Ebu Süfyan, onlarla dönüş yolunda karşılaşmış ve Ukaz panayırında develerine kuru üzüm yükleyeceğini vaat ederek bu mesajı ulaştırmaya ikna etmişti. Gelen habere göre Müşrik ordusu, geri dönüp Müslümanları tamamen imha etme kararı almıştı. Bu korkunç planı haber alan Efendimiz ve yaralı ashabı, hep birlikte “Hasbunallahu ve ni’me’l-Vekîl” yani “Allah bize yeter ve O, ne güzel vekildir!” diyerek Allah’a iman, güven ve teslimiyetlerini seslendirmişlerdi.3 Kur’ân, müminlerin içine korku salmayı hedefleyen haber karşısında onların bu duruşu takdir ve arkadan gelenlere misal ve miras olsun diye şöyle beyan etmişti: 

“Onlar, öyle kimselerdir ki halk, kendilerine: ‘Düşmanlarınız olan insanlar size karşı ordu hazırladılar, aman onlardan kendinizi koruyun’ dediklerinde, bu tehdit, onların imanlarını artırmış ve ‘Hasbunallah ve ni’me’l-vekîl’ yani ‘Allah bize yeter ve O, ne güzel vekildir’ demişlerdir.”4

Kur’ân, bir sonraki ayette bu takdirin yanında tarihi bir gerçeğe daha dikkat çekmiş ve Müslümanlara şu bilgiyi de vermişti: “İşte o şeytan, sizi ancak kendi dostlarından korkutur, mümin iseniz onlardan korkmayın, benden korkun.” Bununla Kur’ân, Kureyş liderinin ve haberi getirenlerin şeytanlık yaptığını belirtiyor ve içlerine salınmak istenen korkuya kapılmamaları gerektiğini ders veriyordu. Aksi takdirde can derdine düşer; davaya destekten ellerini çekerlerdi.

Ebu Süfyan, Bedir’e Çıkmaktan Korkuyor!  

Aradan bir yıl geçmiş buluşma vakti yaklaşmıştı. Fakat Uhud’dan ayrılırken Bedir’de buluşup vuruşalım diyen Ebu Süfyan’ı korku basmıştı. Kendisine, “Muhammed’e verdiğin söze sadık kalmayacak mısın?” diye sorulunca “Hayır!” diyemediği için mecburen topladığı orduyla göstermelik olarak Merru’z-Zehran’a kadar gelmişti.5 Ancak yüreğindeki ölüm ve kaybetme korkusunu bir türlü atamamıştı. Uhud’da aldığı zahiri zaferle bir müddet daha devam etmek istiyordu. Gireceği muhtemel bir savaşı kaybederek şöhretine ve konumuna zarar vermek istemiyordu. Bunun için bir başka plan yaptı. “Ey Kureyşliler! Bildiğiniz gibi bu yıl kıtlık var.  Bu dönemde savaşa çıkmak uygun olmaz. Savaşa bolluk mevsiminde çıkılır. Ta ki yolda giderken hayvanlarınız rahatlıkla otlayabilsin siz de onların sütünden içebilesiniz. Onun için ben geri dönüyorum siz de geri dönün!” diyerek Mekkelilerin de makul bulabileceği bir mazeret öne sürdü. Ardından da onlarla birlikte Mekke’ye geri döndü. Ancak Ebu Süfyan geri dönmekle yetinmedi. Bu, planın sadece Mekkelilere bakan tarafıydı. Burada az-çok makul sayılabilecek bir gerekçeyle cepheye çıkmaktan kurtulmuştu. Fakat bir de işin Medine tarafı vardı. Bunun içinde planı hazırdı. Nuaym İbn-i Mes’ud’u çağırdı ve Müslümanların bir ordu teşkil edip Bedir’e çıkmalarını engelleyebilirse kendisine on deve vereceğini vaat etti. Bunun için ona yol-yöntem de öğretti: “Git onlara de ki: ‘Mekkeliler, çok kalabalık bir ordu toplayıp yola çıktılar. Sakın siz o ordunun karşısına çıkmayın. Zaten çıksanız da karşı koyamaz kaybedersiniz.” 

Aklınca, Müslümanları korkutacak ve cepheye çıkmalarına mâni olacaktı. Sonra da Korkakların şahı Ebu Süfyan bunu kullanacak ve “Bakın, Müslümanlar bizimle karşılaşmaktan korktu ve sözleştiğimiz yere gelemediler!” diye Araplar arasında yaygara koparacaktı. Nuaym İbn-i Mes’ud, vakit kaybetmeden gelmiş ve Medine’de Müslümanların arasında bu haberi yayarak insanların içine korku salmaya başlamıştı. Ebu Süfyan’ın büyük bir orduyla hareket ettiğini, karşı koymanın mümkün olmadığını ve şayet bir savaş olursa Müslümanların kesinlikle kaybedeceğini ve akıbetlerinin Uhud’dan daha kötü olacağını etkili bir dille anlatıyordu. Nitekim Nuaym, belli kimseler üzerinde de tesirli olmaya başlamıştı. Bu arada münafıklar ve Yahudiler de boş durmuyor, “Muhammed ve ashabı böyle bir ordunun elinden asla kurtulamaz!” diyerek hem Nuaym’ın propagandasına destek oluyor hem de Müslümanların cesaretini kırıyordu.6

Çok geçmeden oluşturulmaya çalışılan bu korku atmosferinden haberdar olan Efendimiz, ashabını topladı ve “Varlığımı kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki benimle hiç kimse gelmese bile ben tek başıma Bedir’e çıkacağım.”7 buyurdu. Bu çıkış, cesaret ve kararlılık, Allah’ın da inayetiyle Müslümanların içine salınmaya çalışılan korkuyu bertaraf etmeye yetti ve basiretlerini daha da keskinleştirdi. Daha gün gelip çatmadan bin beş yüz kişiyle Bedir’in yolunu tuttular.  Böylece her şeyi hesaba kattığını zanneden Ebu Süfyan, hiç hesaba katmadığı Allah Resûlü’nün yüksek cesareti karşısında yine kaybetmişti. Efendimiz’in çıkışını haber almasına rağmen korkudan kendi davetine iştirak edememişti.

Herkesin Geri Çekildiği Yerde O İlerliyordu   

Ebu Süfyan, yıllarca Müslümanların içine korku salmaya çalışmış ve her fırsatta Medine’ye saldırmıştı. Devran dönmüş ve Allah Resûlü, Mekke’nin yolunu tutmuştu. Ebu Süfyan’dan farklı olarak korku değil “Kâbe’ye, Ebu Süfyan’ın evine sığınan güvendedir!” buyurarak emniyet vadetmişti. Fetihten on beş gün sonra da Huneyn cephesinin yolunu birlikte tutmuşlardı. Fakat orduya yeni dahil olmuş ve ganimet duygusuyla en önde giden iki bin Mekkeli, Huneyn vadisine girdiklerinde düşman ordusunun ani ok saldırıları karşısında büyük korku ve panik yaşamış ve geriye çekilmişlerdi. Bu sırada arkadan gelen ve ne olduğunu bir anda anlayamayan Muhacir ve Ensar da geriye çekilmeye başlamıştı. Bu manzaraya şahit olan Allah Resûlü, yerinde sebat etmekle kalmamış büyük bir cesaretle, “Ben, Peygamberim! Bunda yalan yok! Ben, Abdulmuttalib’in oğluyum…” diye yüksek sesle nida ederek atını hep ileri doğru mahmuzlamıştı. O’nun bu cesareti ve ileriye hamlesi, askerlerini yeniden etrafına toplamış ve yeni bir hücum başlamıştı.8

Korkmak ve geri çekilmek bir tarafa O, bu kargaşa anında bile ordusunu derleyip toparlama adına yeni stratejiler üretmişti. Bir taraftan atını düşman üzerine sürerken diğer taraftan Hz. Abbas’a: “Ey Abbas! Semure ashabına seslen!” diye emretmişti. Hz. Abbas, “Ey ashab-ı Semure! Nerdesiniz?” diye seslenince Hudeybiye’de “Ölürüz ama bu yoldan geri dönmeyiz!” diyerek Efendimiz’e verdikleri sözü hatırlayan ashab-ı semure, “Buyur Ya Rasûlallah, Buyur Ya Rasûlallah” nidalarıyla hemen etrafında toplanmıştı. Ardından Ensar-ı kirama seslenilmiş ve onlarla beraber diğer sahabiler de çok hızlı bir manevrayla Allah Rasûlü’nün yanında yerlerini almışlardı.9 Bırakın geri çekilip kaçmayı, harp kızıştığı zaman herkes O’na sığınıyor ve ondan cesaret alıyordu.10

Sonuç

Cenâb-ı Hak, “..sizi biraz korku ve açlıkla, mallardan ve canlardan eksiltmekle imtihana tabi tutulacağız…”11 buyurarak korkuyu, en birinci imtihan vesilesi olarak zikretmektedir. İnsanı, nefis ve duygularıyla çok iyi tanıyan şeytan, onu bu duygusundan yakalayıp felç ederek hak ve hakikat adına hareket edemez hale getirmeye çalışır. Bunun için bazen mal bazen can bazen evlad u ıyal bazen de bir ömür boyu peşinden koşup durduğu şeylerin elinden alınacağı vesvesesiyle onu içerden fetheder. Bunu yaparken de artık uşağı haline gelmiş zalim yöneticileri, bu yönde kullanır ve dışarıdan da bu korkuyu besler. İnsanı hak cepheden uzaklaştırır ve değişik dertlere düşürür. Nitekim Mekkelilerde akıl hocaları şeytanın bu yöntemini kullanarak sonuç almaya çalışmışlardır. Fakat Allah ile irtibatı, ahirete imanı ve Peygamber yoluna güveni tam olan samimi müminler, bütün korku duvarlarını aşmış ve kendilerini adadıkları davaya büyük sadakatle yollarına devam etmişlerdir. İmanlarından ve Rehber-i Ekmel Efendimiz’den aldıkları cesaret, hakkı ikame heyecanları ve aralarında hep canlı tuttukları uhuvvet ise bu yolda en büyük azıkları olmuştur. “Eksiltilenleri” ise sabırla karşılayıp ahiret hayatları adına sermayeye dönüştürmüşlerdir.

Yazar: Dr. Selim Koç

Dipnot:

  1. İbn-i Hişam, es-Sîre, III/42
  2. İbn-i Hişam, es-Sîre, III/42-43; Vakıdî’nin rivayetinde Peygamberimizin düşmanı takip için Sa’d İbn-i Ebi Vakkas’ı görevlendirdiği belirtilmektedir. Bkz., Vâkıdî, el-Meğâzî, I/255
  3. İbn-i Hişam, es-Sîre, III/50; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IV/59
  4. Âl-i İmran Sûresi, 3/173
  5. İbn-i Hişam, Ebu Süfyan’ın ordusuyla Asfan’a kadar geldiğini de belirtmektedir. Bkz, es-Sîre, III/127
  6. Bkz. Vâkıdî, el-Meğâzî, I/326
  7. Vâkıdî, el-Meğâzî, I/278
  8. Vâkıdî, el-Meğâzî, II/314
  9. Müslim, Cihad 28
  10. Müslim, Cihad 28; Buharî, Meğâzî 54
  11. Bakara Sûresi, 2/155
1 yorum
  1. […] ve “Evet! Orası, sizinle bizim aramızda kararlaştırılmış yer ve zaman olsun, inşallah!”1 buyurmuş; en zor durumda oldukları bir anda bile onlarla tekrar karşılaşmaktan […]

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.