“Allah’ım ashabımın hicretlerini tamamla!” (13 Zilhicce 10 Hicrî)

280

Allah Resûlü, bugün Mina’dan ayrılmış ve Ebtah’a gelmişti. Kendisine, Sa’d İbn-i Ebî Vakkâs’ın hastalandığını haber verdiler. Şiddetli baş ağrısı yaşadığı ve artık bu hastalıktan kurtulamayacağını düşündüğünü söylüyorlardı. Hiç vakit kaybetmeden çıktı ve çadırına gelerek, aynı zamanda anne tarafından yakın akrabası olan ve bu yönüyle kendisine”dayı” dediği Hazreti Sa’d’ı ziyaret etti. 

Vefanın mücessem halini karşısında gören Hazreti Sa’d, çok duygulanmış, sevinç-hüzün arasında gidip gelen duygular yaşıyor ve ağlıyordu. Nasıl ağlamasın ki Allah’ın Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), bunca işin arasında kendisini ziyarete geliyordu! “Ölümden başka çare yok!” diye düşündüğü hastalığını bile unutmuştu. Böyle bir saâdet ayağına geldiğine göre içini arz etmeyi düşündü ve sözü hicrete getirdi:

“Yâ Resûlallah! Ne acı ki kendisinden hicret edip ayrıldığım bir yerde öleceğim!”

Şimdi anlaşılmıştı; Hazreti Sa’d, ölümden korkmuyor, hicret ederek kendisinden ayrıldığı beldede ruhunu teslim edeceğinden endişe duyuyordu!

Eski günleri gözünün önünden geçercesine Hazreti Sa’d’a bakan Habîb-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem), mübarek elini alnına koydu; kendisini Mekke’nin ilk yıllarından itibaren sinesine basan dayısı Hazreti Sa’d’ı teselli ediyordu: “Hayır! İnşaallah burada ölmeyeceksin!” Bir taraftan şefkat dolu bakışlarla onu süzerken diğer yandan da yüzünden aşağıya doğru mübarek eliyle Hazreti Sa’d’ı sıvazlıyordu. Bu tablo dostun, dostla halveti adına dünyanın görebileceği en güzel örnekti!

Hastalığın bir realitesi vardı ve önce bu realiteyi ortaya koydu; sebeplere riayet adına rehberlik yaptı ve “Sen, kalbinden hasta bir adamsın! Sakîflilerin kardeşi Hâris İbn-i Kelede, doktorluğu iyi bir adamdır; Medine acvesinden yedi tane hurma alıp onları çekirdekleriyle birlikte ezsin ve macun yapsın! Sonra da onları sana içirsin!” buyurdu. Bu arada ashâbdan bazıları hemen çıkmış ve Sakîfli hekim Hâris İbn-i Kelede’yi çağırmaya gitmişlerdi. 

Resûlullah’ın bu mualecesine şahit olanlarda tereddüt kalmamıştı; Allah’ın izniyle O’nun eli değen insan şifa bulurdu. Ancak Hazreti Sa’d’ı endişelendiren husus, önünde duran Sa’d İbn-i Havle örneğiydi. Habeşistan ve sonrasında Medine’ye hicret etmiş, üstelik Bedir ashabından olduğu halde memleketi olan Mekke’de vefat etmişti. Allah için hicret edenin, eski beldesine yeniden dönüşüne Resûlullah’ın sıcak bakmadığını biliyordu ve kendisini de onun gibi bir âkıbetin beklediğinden korkuyordu. “Yâ Resûlallah!” dedi. “Hicret edip ayrıldığım bu yerde, ben de Sa’d İbn-i Havle’nin öldüğü gibi öleceğim diye korkuyorum! Benim şifa bulmam için Allah’a dua eder misin? İnsanın hicret edip ayrılmış bulunduğu bir yerde ölmesi mekruh mudur?”

Onun bu samimi duruşuna, “Evet!” diyerek cevap verdi Habîbullah (sallallahu aleyhi ve sellem). Sonra da ona şöyle dua etti: 

“Allah’ım! Sa’d’a şifa ver!”  

Nebevî duayı duyan Hazreti Sa’d’ın yüzü gülmeye başlamıştı. Allah’ın en sevgili kulu, baş ucunda dikilmiş kendisine dua ediyordu! Bundan daha büyük bir bahtiyarlık olamazdı. Ancak bu da içindeki ateşi söndürmemişti ve yeniden “Yâ Resûlallah!” dedi. “Şimdi arkadaşlarım buradan gidecekler, ben de hicret edip çıkmış olduğum bir yurtta ölecek ve onlardan geride mi kalacağım?”

Ardından gayb-bîn gözüyle istikbâle nazar edip “Hayır!” buyurdu. “Öyle zannettiğin gibi sen geride kalmayacaksın! Allah’ın rızasını hedeflediğin, senin dereceni artıracak ve seni yükseltecek salih ameller işleyeceksin! Umarım ki sen, bugünlerde ölmeyecek ve çok yaşayacaksın! Öyle ki Müslümanlara büyük hizmetin, başkalarına ise zararın dokunacaktır!”

Arkasından da, mübarek ellerini açtı ve “Allah’ım!” dedi. “Sa’d’a şifa ver ve onun hicretini tamamla! Allah’ım ashabımın hicretlerini tamamla! Onları gerisin geriye çevirme!”

Şimdi Hazreti Sa’d, tam bir itmi’nân halindeydi. Hastalığından şifa bulacak, hicret için çıkıp terk ettiği beldesinde ölmeyecek ve üstelik uzun bir ömür sürerek İslâm adına büyük işler yapacaktı! Saâdetin en büyüğünü yaşamaktaydı ve ölümü düşündüğü demlerde Allah’ın lutfettiği bu sevinci, yine Allah için bir adım atarak taçlandırmak istedi. “Yâ Resûlallah!” dedi. “Bilindiği üzere benim bir hayli servetim var. Üstelik, vâris olarak sadece bir kızım var! Servetimin tamamını Allah yolunda tasadduk edip yoksullara dağıtayım!”

Malının tamamını Allah yolunda vakfetmek isteyen Hazreti Sa’d’e, Fahr-i Âlem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Hayır!” karşılığını verdi. Halbuki bundan bir yıl öncesinde Tebûk’e giderken malının tamamını getiren Hazreti Ebû Bekir’i geri çevirmemiş, yarısını getiren Hazreti Ömer’i tebrik etmiş ve neredeyse ordunun üçte birisini finanse eden Hazreti Osmân’a ne iltifatlar yağdırmıştı! Anlaşılan, yapılan işin yere ve zamana göre bir kıymeti vardı. Zira o gün, Müslümanların temel hak ve hürriyetlerini muhafaza adına devrin en güçlü devletlerinden birine, Doğu Roma’ya karşı cepheye gidiliyordu ve buna çok ihtiyaç vardı. Şimdi ise durum daha farklıydı ve onun için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Hayır!” buyurdu. Cevap “Hayır!” şeklinde olsa da kapının kapanmadığı ortadaydı ve Hazreti Sa’d devam etti:

“Öyleyse üçte ikisini tasadduk edeyim?” Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), yine “Hayır!” buyurdu ve kabul etmedi. Bunun üzerine Hazreti Sa’d, “Öyleyse üçte birini?” dedi. Bunu söylerken duruşunda, “Artık bunu da geri çevirme!” der gibi bir hâli vardı. Habîb-i Kibriyâ Hazretleri, “Hadi üçte bir olabilir ama aslında o da çok!” dedi. Ancak bu vesileyle Hazreti Sa’d’ın şahsında herkese diyecekleri vardı: 

“Şu bir hakikat ki vârislerini muhtaç bırakmaman, onları başkasına el-avuç açtırmandan daha hayırlıdır! Muhakkak ki sen Allah rızası için yapacağın bir tasaddukla da ecir ve sevaba nâil olursun. Servetinden harcadığın herşey, senin için sadaka olur. Aileni geçindirmen, senin için bir sadaka, ev halkını geçindirmen de bir sadakadır. Hatta hanımının ağzına koyduğun lokmada bile senin için ecir vardır!”

Bu arada Hazreti Sa’d’ı tedavi edecek olan doktor Hâris İbn-i Kelede de gelmişti; Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ona, “Sa’d’ı hurmalarla tedavi et; vallahi ben, onun bunlarla iyileşeceğini ümit ediyorum!” buyurdu ve ardından, “Yanında, acve hurmalarından var mı?” diye sordu. “Evet, var!” diyen Hâris İbn-i Kelede, çoktan işe başlamıştı; önce hurmaları süt ile karıştırıp pişirdi ve ardından tereyağı ile karıştırıp zenginleştirdi ve sonra da Hazreti Sa’d’a içirdi. 

İşin manevi boyutundan sonra esbâba tevessül adına yapılması gerekenler de yapılmış ve ayrılık vakti gelmişti. Hazreti Sa’d’ın yanından ayrılırken Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ashâbdan birisinin kulağına eğilmiş ve Allah’ın takdiri farklı olur da burada vefat ederse onu Mekke’ye gömmemelerini tavsiye etmişti.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.