Aktif bir sabır örneği: Dâru’l-Erkam

1.832

İlk vahyin inişinden sonra Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) büyük bir heyecan içinde evine dönmüş; gelen ilk vahyi ve öğretilenleri önce en yakınında bulunanlarla ve güvendiği dostlarıyla paylaşmıştı. Bu görüşmeler esnasında sırasıyla Hz. Hatice ve hane halkından Hz. Ali, Hz. Zeyd İbn-i Harise ve daha sonra Hz. Ebu Bekir, peygamberimizin nübüvvetini tasdik etmişti.

Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh) İslam’ı kabul ettikten sonra kendi çevresinde uygun gördüğü kimselere de tebliğde bulunmaya başlamış; Osman bin Affân, Talha bin Ubeydullah, Zübeyr bin Avvâm, Abdurrahmân bin Avf, Sa’d İbni Vakkâs, Ebû Ubeyde bin Cerrah gibi şahıslar onun vesilesiyle Müslüman olmuşlardı.

Hz. Erkam Kimdir ve Nasıl Müslüman Oldu?

İslam’ı ilk kabul edenlerden birisi de Erkam İbn-i Ebi’l-Erkam’dı.1 O, Peygamberimizin safları arasında yer almaya karar verdiğinde henüz 15 yaşlarındaydı. Miladi 595 yılında doğan İbn Ebi’l- Erkam, Mekke’nin nüfuzlu ve zengin ailelerinden olan Mahzumoğullarına mensuptu. Bu kabile, Ebû Cehil ve Velid İbn-i Muğîre gibi İslam’a düşmanlıkta ileri gelenlerin kabilesiydi.

Hz. Erkam’ın babası Abdümenâf Esed el–Mahzumi’dir. Peygamber Efendimiz (aleyhissalatü vesselam), oğlunun evinde misafir bulunduğu sırada o da İslâmiyet’i kabul etmiştir. Abdümenaf, Peygamberimiz’i yakından çok iyi tanıyan birisiydi. Zira cahiliye döneminde kurulan zalime karşı mazlumu koruma hareketi olarak ifade edebileceğimiz “Hılfü’l Füdûl” derneğinde beraber çalışmışlardı. Hz. Erkam’ın annesi ise Kureyş’in Benî Sehm kolundandı. Annesi de kendisi gibi İslâm’a ilk giren kadın sahâbîlerden biri olan, “Tümâdar bint-i Huzeym” hanımdır.2

Hz. Erkam (radıyallahu anh) nübüvvetin ilk günlerinde Peygamberimiz aleyhinde söylenen sözleri duymuş ve aslını öğrenmek için kalkıp yanına gitmiştir. Kendisine İslam dini hakkında sorular sormuş ve verdiği cevapları dikkatlice dinlemiştir. Dinledikleriyle ikna ve tatmin olan Hz. Erkam, vakit kaybetmeden hemen orada Peygamberimiz’in nübüvvetini tasdik etmiştir. Böylece o, daha ilk günlerde Müslümanlığı kabul eden 12. kişi olmuştur. Aradığını bulan ve onun heyecanıyla evine giden Hz. Erkam, eşi Hint’e, öğrendiklerini anlatmış ve onun da Müslüman olmasına vesile olmuştur.

Hz. Erkam, Peygamberimiz (aleyhissatü vesselam) ile beraber başta Bedir ve Uhud olmak üzere bütün savaşlara katılmıştır. Medine’ye ilk hicret eden sahabilerdendir. Peygamber Efendimiz onu, Ensar-ı Kiram’dan Hz. Ebu Talha (radıyallahu anh) ile kardeş yapmıştır. Hicretten sonra, Medine’de Zureykoğulları mahallesinde bir evde oturmuştur. Bu evin kendisine Peygamberimiz tarafından verildiği de rivâyet edilmektedir.3

Dâru’l- Erkam Nedir?

Hz. Erkam Müslüman olduktan sonra bir gün Resulullah’ı evine davet etmiş ve ağırlamıştı. O sıralarda Peygamberimiz yeni Müslüman olan kimseler için güvenle toplanılabilecek ve eğitim yapılabilecek bir mekân arayışındaydı. Hem evin planını hem de evin yer ve konumunu bu iş için elverişli bulan Peygamberimiz’e, Hz. Erkam: “Evim, evindir ya Resûlullah!” diyerek burayı bir eğitim yuvası olarak kullanabileceklerini belirtmişti. Aynı zamanda o, okuma yazmayı da bilen nadir insanlardan birisiydi. Bundan dolayı vahiy kâtibi olarak, indirilen ayetlerin yazılmasında görev almıştı.

Burada sahabilerin eğitim ve öğretimiyle bizatihi Peygamberimiz (aleyhissalatü vesselam) meşgul oluyordu. Kur’ân dersleri yapılıyor, namazlar birlikte kılınıyordu. Sahabiler Peygamberimiz ile birlikteliğin şuurunda, bu lütfu hakkıyla değerlendirmeye çalışıyordu. Ayrıca bu dershanede, Efendiler Efendisi’nin nurlu sohbetleriyle aydınlanan birçok kimse Müslüman olmuştu. Nübüvvetin altıncı yılında Hz. Ömer de İslâmiyet’i burada kabul etmişti.

Dârul-Erkam nedir kısaca

Daru’l- Erkam’ın Medresesi

Mescid-i Harâm’a çok yakın olan bu ev, Safâ tepesinin eteklerinde bir yerdeydi. Aynı zamanda evin bulunduğu cadde, küçük-büyük dükkanların yer aldığı bir kalabalık ve işlek çarşı haline gelmişti. Stratejik açıdan Peygamberimiz’in bu evi bir eğitim merkezi olarak seçmesi isabetli olacaktı. Zira burada hem dikkat çekmeden hem de kimseye rahatsızlık vermeden eğitim yapabilmeleri mümkündü. Ayrıca bu evden Kâbe’ye dört ayrı yoldan da gidip gelebilme imkânı vardı. Yolların alternatifli oluşu her zaman için avantajlı bir durumdu. Herhangi ani bir baskın ihtimalinde veya tehlike anında çıkış veya giriş için farklı yollar kullanılabilirdi. Dolayısıyla konum itibari ile güvenli bir eğitim merkezi için bundan daha uygun mekân bulunamazdı. Kaldı ki hacıların en fazla kullandığı yol olması hasebiyle de Beytullah’ın ziyaretçilerinden uygun görülen kimseler, dikkat çekmeden bu dershaneye rahat götürülebilirdi.

Dâru’l-Erkam‘ın bu özel konumunun yanında, İslâm’ın eğitim ve öğretim merkezi olarak seçilmesinde şu hususlar da etkili olmuştur:

1.      Hz. Erkam’ın (radıyallahu anh) İslam dinine girdiğini henüz kimse bilmiyordu. O, eda edeceği misyon adına Müslüman olduğunu hiç kimseyle paylaşmamıştı.  Dolayısıyla kimsenin aklına da onun Müslüman olabileceği gelmezdi.

2.      Yukarda da belirtildiği üzere Hz. Erkam (radıyallahu anh), Mahzumoğulları kabilesine mensuptu. Bu kabile ile Haşimoğulları arasında ciddi düşmanlık ve gerginlik vardı. Dolayısıyla onun Müslüman olduğuna zamanla vakıf olsalar bile, evinin tebliğ ve eğitim için bir merkez haline getirilebileceğine hiç ihtimal vermezlerdi. Bu, adeta düşmanın safları arasında ya da düşmanın göremeyeceği iki kaşının ortasında yerleşme stratejisiydi.

3.      Hz. Erkam (radıyallahu anh) İslam’ı seçtiğinde henüz çok gençti. Kureyşliler, Hz. Muhammed nerde ve kimin evinde toplantı yapıyor diye araştıracak olsalar, akıllarına onun evi değil yetişkin sahabîlerin evleri veya kendi evi gelirdi. Hz. Erkam gibi daha çocuk denebilecek yaşta olan birisinin evinin, İslami tebliğ ve eğitimin merkezi haline dönüşeceğine asla ihtimal vermezlerdi. Üstelik 15 yaşında bir gencin bütün Mekkelileri karşısına alıp evini İslamî faaliyetlerin merkezi haline getirme cesaretini gösterebileceğini düşünemezlerdi. Nitekim öyle de oldu.

Dâru’l-Erkam’ın Çalışma Sistemi

Dâru’l-Erkam, Peygamberimiz (aleyhissalatü vesselam)’ın Mekke’de açtığı ilk dershaneydi. Nübüvvetin kırkıncı gününde buraya taşınmıştı. Talebeleriyle, belirledikleri vakitlerde buluşuyor, geceli/gündüzlü bir araya geliyor ve onları yetiştiriyordu. Tebliğ ve tebyin vazifesini dar dairede yapıyor muhataplarıyla burada birebir ilgileniyordu. İnen vahiyleri ilk önce onlarla paylaşıyor ve ayetler üzerine dersler yapıyordu. Zira “mahiyet ve istidat itibariyle her şey ilme bağlıydı.” Diğer bir ifadeyle ilim ve ona dayalı amel olmadan insanın mahiyet ve istidatlarıyla inkişafı mümkün değildi.

İşte Rehber-i Ekmel Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) bu anlamda her şeyi düşünmüş ve planlamıştı. Mekân hazır, talebeler hazır, muallim de hazırdı. Kendi ifadesiyle:

“İnsanlar aynen altın ve gümüş madenlerine benzerler. Onların cahiliyede hayırlı olanları, İslam’a girip onda derinleşip onu hazmettiklerinde daha da hayırlı hale geleceklerdi.”4

Dolayısıyla madenler hakiki muallimini bulmuştu. Bu ilk muallimin elinde saflaşacak, som altına veya pırıl pırıl gümüşe inkılâb edecekti. O esrarlı elde herkes istidadına göre inkişaf edecek ve arşiyesini tamamlayacaktı. Bazıları itibarıyle belkide bîhemtâ elmaslar hâline gelecekti.

Burada yapılan eğitim-öğretim faaliyetini engelleyecek müşriklerin haberi olmaması için tedbirli ve çok dikkatli hareket edilmesi gerekliydi. Onun için buraya, Müslüman olan kimseler arasından belirlenen bazı isimler gelebiliyor ve öğrenim görüyorlardı. Bundan dolayı bu mübarek merkez, herkese açık değildi. Ancak hem bilginin yaygınlaştırılması hem de yeni oluşan İslam toplumunun bağlarının güçlendirilmesi adına Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Müslümanlar arasında kardeşlik tesis etmişti. Dolayısıyla Dâru’l-Erkam‘da eğitim gören kimseler, öğrendiklerini aralarında muahat yapılan kardeşleriyle paylaşıyor onlara da öğretiyordu.

Bu sistemle hem haberleşme temin ediliyor hem de eğitim-öğretim devam ettiriliyordu. Kardeşlik sistemiyle bir taraftan manevi beslenme temin edilirken öbür taraftan moral ve motivasyon da sağlanıyordu. Diğer taraftan bu yöntemle maddi ihtiyacı olan Müslüman ailelere yardım da götürülebiliyordu.

Bu dönemde içe yönelik böyle bir hizmetin yanı sıra, dışa yönelik hizmet de başlatılmıştı. “Mekke’de, Müslüman olmaları muhtemel şahıslar isim isim tespit edilmiş onlarla birebir ilgilenme adına zimmetleme sistemi de geliştirilmişti. Müslüman olan herkese insan kazanma adına belli hedef ve sorumluluklar verilmişti. Bütün bu faaliyetler öyle bir tedbir, taktik ve metodoloji içerisinde yapılıyordu ki Mekkeli müşrikler saat gibi işletilen bu sistemin farkında değildi. Zahiren bir tane Dârul-Erkam vardı. Fakat hakikatte pek çok ev, Dârul-Erkam gibi eğitim yuvası haline dönüştürülmüştü.

Fetanet-i azam sahibi Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelüttehaya), Kur’ân’da Hz. Musa’yla ilgili kendisine bildirilen şu stratejiyi uyguluyordu:

“Musa’ya ve kardeşine, ‘millet için Mısır’da evler hazırlayın, evlerinizi namazgah yapın, namazı hakkıyla ifa edin ve ey Musa! müminleri müjdele’ diye vahyettik”5

Allah Resûlü bu ayetten aldığı ilhamla, ailece Müslüman olan birçok kimsenin evini namazgaha/dershaneye dönüştürmüştü. İslam’a yeni adım atmış her mümin, Resûlüllaha vahiyle gelecek yeni bilginin merakıyla beklerken diğer taraftan büyük bir aşk u şevkle mevcut ayetleri okuyor, ezberliyor ve aralarında müzakere ediyorlardı. Bir taraftan Peygamberimiz’in istikballe ilgili verdiği müjdelerle tam bir manevi gerilim içinde İslam’ı öğrenip yaşarken diğer taraftan zimmetinde olan kimselerle de ilgileniyorlardı.

Bu sistemin işleyişi adına en bariz örneklerden biri Hz. Ömer’in Müslüman olmasında yaşanan hadisedir. Ömer İbn-i Hattab, Peygamberimiz’i bulup öldürmek için yola çıktığında kız kardeşi ve eniştesinin de Müslüman olduğunu öğrenir. İşin aslını araştırmak için hemen onların evine yönelir. Eve vardığında dış kapıdan Kur’ân okunduğunu duyar ve içeri girer. Tam o sırada Hz. Habbab İbn-i Eret de oradadır ve onlara Ta Ha Suresi’nden nazil olan ayetleri okumaktadır.

Çünkü bu aile, Hz. Habbab’ın (radıyallahu anh) sorumluluğundaydı. Onlara, inen ayetleri ulaştırmak, Kur’ân öğretmek ve yeni öğrendiği bilgileri paylaşmak ve de Efendimiz’in yeni emir ve tavsiyelerini haber vermek için ordaydı. Ömer İbn-i Hattab’ın geldiğini anlayınca yakalanmama adına saklanmıştı. Ömer, burada yaşanan olaylardan sonra Müslüman olmaya karar verince onunla kız kardeşiyle beraber ilk ilgilenen isimlerden birisi de Hz. Habbab İbn-i Eret olmuştu.

Aktif Bir Sabır Örneği Dâru’l-Erkam

Mekkeli müşrikler, Son Peygamber Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in davetine icabet etmedikleri gibi O’na iman etmek isteyen kimselere de mani oluyorlardı. Kendilerine ve âlemlere gönderilen bu yeni dini, bidat olarak görüyorlar ve Allah Resûlü’nün başkalarına ulaşıp bir güç haline gelmesinden de endişe ediyorlardı. Bundan dolayı inanmamakla yetinmemiş, İslam’ı kabul eden kimseleri yakın takibe almış hatta bazı zayıf/korumasız kimselere işkenceye de başlamışlardı.

Öyle ki onların bu tepkileri karşısında tebliğ, eğitim ve öğretim adına bir şey yapmak adeta mümkün değildi. Fakat tebliğ ve eğitim faaliyetleri bir şekilde devam ettirilmeliydi. Mekkeli müşriklerin kendisini tepkiyle karşılamaları da olağandı. Zira yıllardır sahip oldukları inançlarını, adetlerini ve alışkanlıklarını bir anda terk etmeleri mümkün değildi. Hele belli siyasi ve iktisadi çıkar odaklarının menfaatlerinden vazgeçmeleri hemen beklenemezdi. Dolayısıyla çözüm davette acele etmemek ve tebliği zamana yaymaktı. Bunun için Rahmet ve Hikmet Peygamberi, onların hem tepkilerini üzerine çekmeyeceği hem de baskılarını en aza indirebileceği bir yol ve metot takip edecekti.

Nitekim Kâinatın Efendisi (aleyhissalatü vesselam) nübüvvetin ilk altı yılı böyle bir yöntemle hareket etti. Bilinmeyen ve bilinmesini de istemediği bir evde, kendisine inananlar arasından seçtiği bazı kimselerle dar dairede tedrisata bir nevi inzivaya çekilmişti.

Dolayısıyla böyle bir yöntemle Allah Resûlü, Mekke’nin umumi havasının işin başında İslam’a karşı daha da fazla gerilmemesini temin etmişti. Oluşabilecek düşmanlık duygularını en aza indirmiş, bir yönüyle düşmanca tavır sergileyebilecek kimseleri de kontrol altında almıştı. Bununla hem düşmanlık gösterecek kimselerin harekete geçmesi engellenmiş hem de İslam’a yeni adım atmış kimselerin canı/malı koruma altına alınmıştı.

İslam, bir çekirdek olarak kabul edebileceğimiz sade bir ev ortamında “sırren tenevveret” dusturuyla gelişip boy atmıştı. Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) tam altı yıl, tebliğ ve eğitim adına yapması gereken her şeyi yapmış, aktif sabırla yoluna devam etmişti. Ama dışarıdan bakanlar O’nu, hiçbir şey yapmıyor zannediyorlardı.

Dâru’l-Erkam’dan Habeşistan’a

Rahmet ve Hikmet Peygamberi’nin aldığı bütün bu tedbirler ve yaptığı hamleler sayesinde Müslümanların sayısı her geçen gün artıyordu. Nübüvvetin dördüncü yılında Efendimiz, Mekkelileri açıktan İslam’a davet etmeye başlayınca durumdan şüphelenen müşrikler, geçen üç yıl içerisinde Allah Resûlü’nün tebliğe durmadan devam ettiğinin farkına vardılar. Bunun üzerine O’nun bu süreçte kimlere ulaştığını ortaya çıkarmak için seferberlik (!) başlattılar. Artık herkes birbirine şüpheyle bakıyor ve tespit ettikleri insanları Ebû Cehillere ihbar ediyorlardı.

Onlar da Müslüman oldukları belli olan şahıslara işkence ve baskı uyguluyor ve onları şirke geri çevirmeye çalışıyorlardı. Yaklaşık bir buçuk yıl boyunca Mekke’de tarifi imkânsız acılar yaşanmıştı. Bunun üzerine Efendimiz, ikinci bir çıkış yolu belirledi. O da hicretti.

Yeryüzü Mekke’den ibaret değildi. Bekke’nin sakinleri bu işe geçit vermiyor, destek olmuyorlarsa yeryüzü genişti. Demek ki bu tazyikler davay-ı nübüvveti hicretle dünyaya açmanın bir anahtarı hükmündeydi. Ayrıca artık Müslümanlığı bilinen insanların Habeşistan’a gönderilmesiyle Mekke rahatlatılacak ve böylece başta Dâru’l-Erkam’daki hizmetler olmak üzere henüz Müslüman olduğu tespit edilememiş insanlar da korunmuş olacaktı. Nitekim öyle de olmuş; Habeşistan’a hicretinden sonra Dâru’l-Erkam misyonunu bir yıl yedi ay daha sürdürmüştü.

İşte Allah Resûlü, bu teke tek veya bire bir davet dönemi diyebileceğimiz zaman diliminde, Dâru’l Erkam ile toplu davetle emrolunacağı güne ve sonrasına sağlam bir zemin hazırlamıştı. Müşriklerin hiç ihtimal veremeyeceği bir şekilde her kabileye hatta her eve birer veya ikişer kişinin İslam’ı kabulüyle girmişti. Nübüvvetin altıncı yılının son günlerinde Dâru’l-Erkam‘dan çıkarken, o ana kadar kimsenin bilmediği, davasına sahip çıkacak, erkek-kadın, genç-ihtiyar iki yüze yakın insan yetiştirmişti.

Dolayısıyla burada şu hakikati belirtmek gerekir ki Efendimiz, düşmanca tavırlara takılıp kalmayı İslam’ın önünde, düşmanlardan daha büyük bir tehlike olarak görmüştü. Düşmanca davranışlarla meşgul olan, onlara takılıp kalan bir kimse önünde yapabileceği çok şey varken imkanları göremez ve yeni yollar keşfedemezdi.

Düşman, tabiatıyla düşmanlığını sergileyecek, gerilimin ve öfkenin hâkim olduğu bir atmosfer arzu edecekti. Burada önemli olan inananların ne yaptığı ve nasıl bir strateji takip ettiğiydi.  Yaptıkları düşmanlığı mı arttırıyor yoksa emniyet ve güven ortamını mı besliyor. Müspet hareketle düşmanlıkları tolore edip indirgeyebildiği kadarıyla en aza indirerek, şartlar el verdiği ölçüde davasında yol mu alıyor. Yoksa bu ortamda hiçbir şey yapılamaz deyip bir kenara mı çekiliyor. İşte Kur’ân tam burada Efendimiz’in duruşunu ve takip ettiği yol ve stratejinin doğruluğunu teyit ediyor: “Sen af ve müsamaha yolunu tut. İyiliği emret, Cahillere aldırış etme.”6

İşte Dâru’l-Erkam bu hikmetli hamlenin net bir örneğini teşkil eder. Zira Allah Resûlü (aleyhissalatü vesselam), kin ve gayzın had safhada olduğu bir dönemde hatta sebepler planında hiçbir şey yapılamayacak devirde, bu üslup ve metodla sade bir ev ortamında, İslam davasına her şeyleriyle sahip çıkacak ilk çekirdek kadroyu yetiştirebilmişti.

Dâru’l-Erkam’dan Çıkış

Bu eğitim yuvasından Hz. Ömer’in Müslüman olmasıyla çıkılmıştır. Bu da nübüvvetin altıncı yılının Zilhicce ayının son günlerine tekabül etmektedir. Zira hem Hz. Hamza’nın (radıyallahu anh)’ın hem de Hz. Ömer’in üç gün arayla İslam’a girmesiyle Müslümanlar Mekke’de belli bir güce ulaşmıştı. Artık Dâru’l-Erkam kendisinden beklenen misyonu eda etmişti. Zaten çıkıştan hemen sonra boykot yılları başlamıştı.

Daru’l-Erkam’ın Tarihi Durumu

Muhammed Hamidullah 1946 yılında yaptığı bir ziyarette bu evi gördüğünü söyleyerek şu bilgileri vermektedir: “Ev, Ka’be’nin tam karşısında, Safa Tepesi üzerinde bulunuyordu. Kapısındaki kitâbede Erkam’ın evinin ‘Dâr Hayzurân’ adını taşıdığı ve Osmanlı İmparatorluğu zamanında müftülük yapan Fazlullah İbn-i Muhammed Habîb tarafından satın alınmış olduğu yazıyordu. Suud yönetimi önce bu evi restore edip burada bir okul açmışsa da hacıların sayısının her geçen yıl artması dolayısıyla mescidi genişletme ihtiyacı doğduğundan, yıkılmasına karar vermiş ve evin arsası Mescid-i Haram’a katılmıştır.”7

Dârul-Erkam’ın Tarih İlmi Açısından Önemi

Peygamberimiz’in bu eve girişine tarihçiler de ayrı bir önem vermişlerdir. Zira İslâm’a ilk girenlerin sırasını belirlemede ve dolayısıyla İslâm’a girişte kimin kime sebkat ettiğini tespit konusunda, tarih başlangıcı olarak kullanılmıştır.

Sonuç

Dolayısıyla bir ev ortamında ne olabilir ki deyip geçilmemelidir. İster rahat dönemlerde isterse şartların ağırlaştığı durumlarda, evler namazgaha dönüştürülebildiği ölçüde müminler miracın ve kurtuluşun yoluna girmiş demektir. Bu anlamda Dâru’l-Erkam örneği, evlerin bu dönemlerde nasıl kullanılacağına dair pratik bir örnektir.

Dâru’l-Erkamlar, toplumu kılcal damarlarına kadar manen besleyebilmenin Kur’ânî ve nebevî bir metodudur. Dâru’l-Erkam anlayışı, tek merkezli değil çok merkezli hareket edebilme kabiliyetidir. Sadece bir yerde değil her yerde bulunma ve toplumun hızlı aydınlanması için bilenlerin, bilmeyenleri yetiştirmesi adına herkesi istihdam etme projesidir. İslam’ın yayılmasında planlı hareket etmenin ve organize olabilme kabiliyetinin adıdır. İnsanları kine, hasede ve hazımsızlığa düşmanlığa sevk etmeden dar dairede çok şeyin yapılabileceğinin de başarılı, müşahhas bir misalidir.


Yazar: Dr. Selim Koç

Dipnot:

  1. İbnu’l Esir, Üsdu’l-Ğabe, 1/25, Daru İbn Hazm, 1. Baskı Beyrut 2012
  2. Bu hanım sahabinin isminin Safiyye binti’l-Haris olduğu da belirtilmektedir. Bkz. İbn Esir, Üsdu’l-Ğabe, 1/25
  3. Bkz. İbn Sâ’d, Tabakât III/244
  4. Buhari, Menakıb 1; Müslim, el-Birr 160
  5. Yunus Sûresi, 10/87
  6. A’raf Sûresi 7/199
  7. Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, I/182
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.