Büreyde İbn-i Huseyb
Yolculuk sırasında, yaklaşık seksen hanelik bir köyün yakınından geçerken burada, başka birisiyle daha karşılaşmışlardı. Büreyde İbn Huseyb adındaki bu zata önce Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) sordu:
– Sen kimsin?
– Ben Büreyde’yim, diye cevaplamıştı. Bunun üzerine tebessüm etmeye başlayan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Ebû Bekir’e döndü ve:
– Yâ Ebâ Bekir! İşimiz berd ü selâma ulaşıp sulha erdi, iltifatında bulundu. Yine sordu:
– Peki, nerelisin?
– Eslem’denim, diyordu. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), yeniden sadık yârine döndü:
– Artık esenlik ve silme ulaştık demektir, dedi. Belli ki, aldığı cevaplardan tefe’ülde bulunuyor ve kulağına gelen sese paralel yorumlar yapıyordu. Belki de, bu kadar zorluklarla başlayıp sıkıntılarla devam eden yolculuğun yorgunluğunu, latifelerin enginliğinde yumuşatmak istiyor; böylelikle yol arkadaşlarına da tebessüm ettirmek istiyordu. Yine Büreyde’ye döndü ve:
– Peki, kimlerdensin, diye bir kez daha sordu. Büreyde:
– Sehmoğullarındanım, cevabını vermişti. Mübarek yüzlerini yeniden yol arkadaşına çevirdi ve:
– Artık ok yaydan çıktı ve hedefini buldu, buyurdu. Anlaşılan, tesadüfe yerin olmadığı bir dünyada Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Allah’ın (celle celâluhû) karşısına çıkardığı böyle bir tabloyu değerlendiriyor, eşyanın perde arkasından kendisine sunulan mesajları alıyor ve bu bilgileri de, latife yollu bir üslupla Hz. Ebû Bekir’le paylaşıyordu.1
Sonra da, oturup uzun uzun konuştular; kendisiyle böyle lâtifeli şekilde konuşan kişiyi merak etmişti Büreyde. Onun için sordu:
– Peki, Sen kimsin?
– Abdullah’ın oğlu ve Allah’ın Resûlü Muhammed, buyurdu Efendiler Efendisi.
Evet, bu kadar duruluk ve duruştaki ululuk, ancak bir Nebi’de olabilirdi. Bir anda tavrı değişivermişti; meğer, aradığı kısmet ayağına gelmişti de haberi yoktu. İçinden gelerek:
– Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve Resûlüh, dedi.
Artık Büreyde, Müslüman olmuştu; ancak o, bu yolda yalnız değildi. Çok geçmeden kendi kabilesinden onunla birlikte olan herkes, onun tercih ettiği bu yeni dini kabullenecek, hiçbir baskı ve zorlukla karşılaşmadan gelip teslim olacaktı. Hamd makamında şunları söylüyordu:
– Hiç zorlanmadan ve sadece itaat düşüncesinden hareketle, Sehmoğullarından gelip de Müslüman olanlardan dolayı Allah’a hamd olsun!
Ve, kabilesinden Müslüman olanlarla birlikte, Habîb-i Zîşân Hazretlerinin arkasında saf tutup yatsı namazını kılacak; böylelikle, Mekke’de yaşanan nedrete inat ve daha Medine yolundayken nasıl bir ikramla karşılaştıklarını fiilen göstermiş olacaktı.
Sabah erkenden koşarak huzura gelen Hz. Büreyde, coşmuş ve bu coşkusunu ifade sadedinde Habîb-i Ekrem’e şunları söylüyordu:
– Yâ Resûlallah! Senin gibi birisi, Medine’ye girerken yanında sancaktarsız olmamalı!
Daha bunu söylerken, bir taraftan da sarığını çözmüş ve mızrağına bağlamaya başlamıştı bile. Böyle, gönülden gelen bir tepkiye karşı Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de sesini çıkarmayacak ve artık Hz. Büreyde, Medine’ye gelinceye kadar Allah Resûlü’nün önünde yürüyecekti.2
Dipnot:
- Bkz. İbn Abdilberr, İstîâb, 1/185, 186
- Beyhakî, Delâil, 2/221; İbnü’l-Esîr, Üsüdü’l-Ğâbe, 1/209; Mübârekfûrî, er-Rahîku’l-Mahtûm, 160. Hz. Büreyde, Müslüman olduktan sonra Efendimiz (s.a.s.) onu, Eslem ve Ğıfâr kabilelerine göndermiş ve o da Uhud sonrasında Efendimiz’in yanına gelmişti. Çok geçmeden, onun gayretleriyle köy halkının hepsi de Müslüman olacaktı. Efendimiz’in vefatından sonra bir müddet daha Medine’de ikamet eden Hz. Büreyde, daha sonraları Horasan taraflarına gelerek Yezîd İbn Muâviye zamanında Merv’de vefat etmiştir. Bkz. İbn Sa’d, Tabakât, 4/242