Uhud’da yeniden toparlanma ve tedavi
Kahramanlar Geçidi ve Yeniden Toparlanma
Efendimiz’in öldüğü şayiasının çıktığı andan itibaren Uhud, O’nun dizinin dibinde yetişenlerin kahramanlıklarını sergileyecekleri bir alan hâline dönüşüvermişti. Abdullah İbn Cahş ile Sa’d İbn Ebî Vakkâs’ın ölümüne dua yarışına girdikleri bu demlerde Hayseme İbn Hayseme gibi daha nice yiğitler ölüme koşuyor, Hanzala İbn Ebî Âmir misali fütüvvet ruhlu insanların zifafa gidercesine şehadete uzandıkları bu akıl almaz badirede Amr İbn Cemûh gibi insanlar Cennet’te reftâre yürüyüşe çıkmışçasına ön saflara doğru hücum ediyorlardı. Amr İbn Sâbit gibi daha o gün gelip çok az bir gayretle ebedî kurtuluşun reçetesine ulaşanlara sahne oluyordu Uhud. Huseyl ve Sâbit İbn Vakş gibi Medine’de ölümü beklemektense Uhud’a gidip son demde ebedi gençliğe talip olan pîr-i fânilerin koşuşturmasına şahit oluyordu dağ taş. Bir kahramanlar geçidi vardı er meydanında ve aynı zamanda o gün Uhud, Nesîbe Binti Mâlik’in aslanlar gibi kükreyip Efendimiz’i müdafaa yarışına giriştiğine, kadın erkek ashâb arasından daha nice meçhul kahramanın da çıkıp Mekke ordusunun yüreğine korku saldığına şahitlik ediyordu.
Neyse ki bu durum çok uzun sürmeyecekti; O’nun yeniden ashâbı arasında olduğuna şahit olan Kays İbn Muharris’in1 kararan dünyası bir anda değişivermişti. Onun için bu ayrı bir moral olmuş ve kendisini yeniden düşman saflarının arasına bırakmıştı; artık ölse de gam yemezdi. Artık o, önünde durulmaz bir küheylandı. Önüne çıkanın kellesini alıyordu. Nihâyet onu, uzaktan attıkları bir mızrakla durdurabileceklerdi.
Çok geçmeden Uhud meydanında Hubâb İbn Münzir’in gür sesi duyulacaktı; insanları yeniden toparlanmaya çağırıyordu. Bu çağrının geldiği mekân yeniden toparlanmanın adresi olmuş ve Uhud’dan yükselen bu ses de, âdeta Hakk’ın sesini âli kılmanın yeni hamlesi hâline gelmişti.
Mü’minlere yeniden hayat veren bir müjdeydi bu aynı zamanda ve bu sözü duyan herkes, bunu diğer arkadaşlarına da duyurmanın gayreti içine girmişti. Abbâs İbn Ubâde, Hârice İbn Zeyd ve Evs İbn Erkam’ın dilinde bu pelesenk hâline gelmişti ve sürekli tekrar ediyorlardı. Şöyle diyordu Abbâs İbn Ubâde:
– Ey Müslüman cemaati! Haydi, Allah’a ve Nebi’nize koşup gelin! Sizin başınıza gelen musibet elbette Nebi’nize de isabet etmiştir. Ancak O size, sabır kuvvetine istinad edip mukavemet gösterdiğiniz sürece nusret vadediyor.
Hz. Abbâs bir taraftan bunları söylerken diğer yandan da üzerindeki zırhını çıkarıp miğferini bir kenara atıyordu. Derken, yanındaki Hz. Hârice İbn Zeyd’e döndü ve:
– Bunlara senin ihtiyacın var mı, diye sordu. Anlaşılan birbirlerini çok iyi tanıyorlardı ve daha soruyu duyar duymaz Hârice de ona:
– Hayır, diye mukabelede bulundu. Ardından da, dünyayı istihkar eden bir mü’minin neler yapabileceğini gösteren niyetini şu cümlelerle ilan etti:
– Ben de senin düşündüğünü düşünüyorum!
Artık üçü de düşman saflarının içine dalmış kıyasıya savaşıyorlardı. Bir aralık Abbâs İbn Ubâde’nin şunları söylediği duyuldu:
– Neler olup bittiğini gören bu gözler bizdeyken, Resûlullah’a bir zarar gelirse yarın Rabbimizin huzurunda bizim elimizde hangi mazeret olabilir?
Bir taraftan kılıç sallayan Hz. Hârice yine mukabelede bulunuyordu:
– Rabbimiz katında o zaman, ne bir delilimiz ne de bir özrümüz olabilir!
Resûl-ü Kibriyâ’yı sağ salim gören herkes derin bir nefes alıyor ve o ana kadar yaşanan sıkıntıları bütünüyle unutup sevince gark oluyordu. Belli ki artık Uhud’da yeni bir maya tutmuş ve Resûlullah’ın etrafında yeniden bir toparlanma yaşanmaya başlanmıştı. Moraller yeniden yerine gelmişti ve dünyayı ayaklar altına alıp da istihkâr edenlerin omuzlarında yeni bir zafer daha kazanmanın temelleri atılıyordu.
Bedir sonrasında esir alınan Übeyy İbn Halef, savaş sonrasında fidye verip de esaretten kurtulurken kendi kendine ahdetmiş ve Mekke’ye döner dönmez en iyisinden bir at alıp en kaliteli yemlerle onu besleyeceğine dair sözler vermişti. Gerçekten dediğini de yapmış ve Resûlullah’ı öldürme planlarıyla yatıp kalkarak Uhud’a hazırlanmıştı. Onun bu niyetini Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) de biliyordu ve Uhud eteklerine çekildiği bu sıralarda ashâbına şöyle dedi:
– Ben, Übeyy İbn Halef’in arkadan saldıracağından endişe ediyorum; şâyet onun geldiğini görürseniz mutlaka Bana haber verin!
Gerçekten de çok geçmeden Übeyy, yanında bir grup adamla birlikte ve demir zırhları içinde atına binmiş olarak arkada beliriverdi:
– Muhammed nerede? Bugün O kurtulacaksa ben yaşamayayım, diyor ve açıktan meydan okuyordu. Ashâbdan biri hemen ileri atılıp onun hakkından gelmek istedi; ancak buna güç yetirmeye takati yetmemişti. Onun arkasından başkaları da gitmek isteyince Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Bırakın onu! Yolunu açın da gelsin, buyurdu. Hayâsız bir adamdı ve ağzını da bozarak Efendimiz’i yalanla itham ediyor ve sözde, savaş meydanından kaçtığını söylüyordu. Haddini çoktan aşmıştı; bizzat mübaşeret etmek gerekiyordu ve Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) de, Hâris İbn Sımme’nin elindeki mızrağı alarak ona karşılık vermek istedi. Efendimiz’in bütün heybetiyle üzerlerine geldiğini gören Übeyy’in yanındakiler, çoktan sağa-sola kaçışmaya başlamışlardı! Her işi zirvede temsil eden Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), belli ki iş başa düşünce savaşın hakkını vermenin en zirve örneğini ortaya koyacaktı.
Bir mızrak darbesi yetmişti; atından düşen Übeyy, daha ne olduğunu anlamadan yerde yuvarlanmaya başlamış, feryâd ü figanı basmış:
– Vallahi de beni Muhammed öldürdü, diye bağırıyordu.
Resûlullah’ın bir darbesi, Übeyy’in ödünü koparmış, yıllar öncesinde Mekke’de duyduğu sözler aklında şimşeklerin çakmasına sebep olmuştu. Hâlini yadırgayıp da bu kadar bir hamleyle pes edip geri durmasını ayıplayanlara karşılık şöyle diyordu:
– Lât ve Uzzâ’ya yemin olsun ki benim başıma gelen bu hadise Zü’l-Mecaz ehlinin tamamına bile isabet etmiş olsaydı, mutlaka onların hepsini de öldürmeye yeterdi! Çünkü O Mekke’de iken bana, “Seni Ben öldüreceğim.” demişti. Vallahi de O, şâyet benim üzerime tükürse bile mutlaka beni öldürür!
Haksız da sayılmazdı; zira müşrik ordusuyla birlikte geri dönerken Serif denilen yerde Übeyy ruhunu teslim edecek ve bir daha Mekke’ye dönmek ona nasip olmayacaktı.
Efendimiz’i öldürme rüyaları gören bir diğer müşrik de Osman İbn Abdullah idi. O da Bedir esirleri arasındaydı ve fidye verip de Mekke’ye dönünce, Mekke’nin en iyi bineğini bu iş için hazırlamış ve tam tekmil zırhları içinde Resûlullah’ı öldürmek için fırsat kollamaya başlamıştı. Şimdi bu fırsatı yakaladığını düşünüyordu. Übeyy gibi o da:
– Şâyet bugün Sen kurtulursan bana yaşamak haram olsun, diyor ve atını mahmuzlamış Resûlullah’ın üzerine doğru geliyordu. Osman’ın karşısına da Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) dikilecekti. Herkes, bu gelişin sonunu merak ediyordu.
Atıyla birlikte doludizgin gelen Osman, hiç beklenmedik bir anda gözden kayboluverdi. Herkes şaşırmıştı; sanki yer yarılmış da Osman içine girmişti. Meğer Osman’ın atı bir çukura düşmüştü. Bunu gören Hâris İbn Sımme, kılıcını kaptığı gibi Osman’ın karşısına dikildi ve bir müddet çarpıştıktan sonra da Osman’ın işini bitiriverdi. Onun da yıkılışını haber alan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), hamd makamında şunları söyleyecekti:
– Onun şerrini de bertaraf eden Allah’a hamd olsun!
Sa’d İbn Ebî Vakkâs’a seslenen Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Onları geri çevir, diyerek az da olsa Uhud’un eteklerine doğru tırmanarak üzerlerine gelmek isteyen müşriklere karşı onun ok atmasını söylüyordu. Bunun üzerine önce Hz. Sa’d:
– Tek başıma onları nasıl geri çevirebilirim ki, diyecekti. Hatta bu sözünü üç kere tekrarladı; zahir itibarıyla bir insanın üstesinden gelemeyeceği büyüklükte bir güç vardı karşısında. Ancak bunu söyleyen Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) olunca iş değişirdi. Hemen sadağına yöneldi ve eline aldığı bir oku yayına koyarak hedeflediği bir müşrikin üstüne doğru attı. Ok hedeflenen noktaya tam isabet kaydetmiş ve adam oracıkta düşüp ölüvermişti! Arkasından bir diğerini fırlattı; o da isabet etmiş ve bir müşriki de o ok öldürmüştü. Üçüncüsünü de atıp bir adamı daha yere devirince, Allah Resûlü’nün bulunduğu yere doğru gelmek isteyenler bu manzaradan ürkmüş ve geri çekilmek zorunda kalmışlardı. Demek ki geri durmamak, yaşanılan olumsuzluklar karşısında yılmadan daima iman ve azimle hamle üstüne hamle yapmak gerekiyordu. Zaten gelen âyette Cenab-ı Mevlâ, bu durumu nazara verecek ve şunları söyleyecekti:
– Sakın yılmayın, üzüntüye kapılmayın, eğer iman ediyorsanız mutlaka üstün gelirsiniz. Şâyet siz yara aldı iseniz, karşınızdaki düşman topluluğu da benzeri bir yara aldı. İşte Biz, Allah’ın gerçek müminleri meydana çıkarması, sizden şehitler edinmesi, müminleri tertemiz yapıp kâfirleri imha etmesi için, zafer günlerini insanlar arasında nöbetleşe döndürür dururuz. Allah zalimleri sevmez.2
Demek ki, hakiki manada imanı elde eden mü’min, dünya bomba olup patlasa bile endişeye kapılmaz ve yapılması gerekenler konusunda asla geri durmazdı, durmamalıydı. Mü’min olanın hedefi hep ilerisi olmalıydı. Elde iman gibi bir hakikat var iken başkalarının yaptıkları karşısında endişeye kapılmak hiçbir mü’mine yakışmazdı. Çünkü o, Allah rızası gibi yüce bir gaye ile ve O’nun dinini yüceltmek için mücadele veriyordu. Karşı cephede yerini alanlar ise şeytan yolunda savaşıyor; kendi benliklerini konuşturarak dünya menfaati adına şahsi çıkar peşinde idiler.
Demek ki gerçek mü’min, ancak böylesine çetin imtihanlardan geçerken belli olurdu. Rıza mertebesini hedefleyip de yoluna devam ederken mü’minin önüne çıkması muhtemel bu türlü engeller, aynı zamanda onun temizlenip arınmasını netice verir ve dünyada adım atıp yürürken Allah’ı hatırlatan beliğ birer lisan hâline getirirdi.
Anlaşılan, Uhud günündeki bu gidiş geliş de, böyle bir faydayı temin içindi. Daha sonraki zafer günlerinde ayakların yere daha sağlam basabilmesi için bugün, mutlak bir zaferin arkasından geçici de olsa bir sarsılma yaşanmış ve gelecek günlerde daha büyüklerinin yaşanmamısı için Allah (celle celâluhû), ashâb-ı kirâm arasından bazılarını şehit olarak huzuruna almıştı.
Meselenin dikkat çekici bir tarafı da, gelecekte huzura gelip de teslim olacak olan Ebû Süfyân, Hâlid İbn Velîd ve İkrime İbn Ebî Cehil gibi istikbalin sahabîlerine, Allah’ın Uhud’da avans veriyor olmasıydı. Zira bunlar bugün, Mekke ordusunun en üst komuta kademesini oluşturuyordu. Böylelikle onların, onurlarını kırmıyor ve mağlubiyet psikolojisi altında ürettikleri komplikasyonlarla geleceklerini karartmalarına da müsaade etmiyordu.
Uhud’daki Tedavi
Bu arada Hz. Ali, Resûlullah’a su getirmişti. Önce suyu aldı ve içmek istedi; ancak belli ki kokusundan hoşlanmamıştı. Suyu mübarek yüzlerine döküp kanlarını yıkamaya başladı. Bir taraftan da:
– Nebi’sinin yüzünden kan akıtanlara karşı Allah’ın gazabı şiddetlendi, diyordu.
O’nu bu hâlde gören ve çok duygulanan kızı Fâtıma Validemiz, bir taraftan babasının yüzünü siliyor, diğer yandan da sarılıp O’nu teselli etmeye çalışıyordu. Akan kanı durdurmak için bir hasır yakacak ve küllerini yaranın üzerine koyup kanı durdurmaya çalışacaktı.
Getirilen suyu içmediğini gören Muhammed İbn Mesleme hemen kadınların yanına koşmuş, onlardan su istiyordu. Ancak onlarda da su kalmamıştı. Ancak o, Resûlullah’a su getirmeden geri dönmeyi düşünmüyordu ve gidip bir kuyudan bulduğu suyu Allah
Resûlü’ne getirerek takdim etti. Belli ki çok susamış olan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), önce bu sudan içti ve ardından da, onun bu hassasiyeti karşısında Muhammed İbn Mesleme’ye dua etti.
Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ortalığın biraz olsun durulduğu bu saatlerde tuttu Uhud’da öğle namazını kıldı. Belli ki namazını ayakta kılacak takati bulamıyordu; oturmuş, namazını öyle kılıyordu.
Biraz yüksek bir yere çıkıp da olup bitenleri görmek isteyen Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), yukarıda bulunan bir taşın üstüne çıkmak istemiş, ancak üzerindeki zırhların ağırlığıyla buna imkân bulamamıştı. Durumu müşahede eden Talha İbn Ubeydullah yine devreye girecek ve Allah Resûlü’nün bu isteğini yerine getirmesine yardım edecekti. Bunun üzerine Resûl-ü Kibriyâ Hazretleri, aynı zamanda başından bu yana yaptıklarından dolayı Hz..Talha için şunları söyleyecekti:
– Resûlullah için yaptığı bu işlerden dolayı Talha’ya Cennet vacip oldu!
Hâlid İbn Velîd’le birlikte bir grup süvarinin geldiğini görünce de ellerini açacak ve şöyle dua edecekti:
– Allah’ım! Senin kuvvetinden başka hiçbir kuvvetin hükmü yoktur. Şu beldede bu bir avuç insandan başka Sana kullukta bulunacak kimse yoktur; Sen onları helâk etme! Allah’ım! Onların bize karşı bir üstünlük sağlamalarına imkân yoktur; Sen onlara bu fırsatı verme!
Bu sırada Hz. Ömer gibi Muhâcirlerden bir grup okçu ileri atılmış ve gelen atlılara karşı ok yağdırmaya başlamıştı. Savaş öncesinde tepeye yerleştirdiği okçulara dediği gibi, süvariler üzerlerine yağan ok yağmuruna karşı duramayıp kısa zamanda geri dönmek zorunda kalacaklar ve böylelikle Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashâb-ı kirâm hazeratı bir beladan daha masun kalacaktı.
Ziyâd İbn Seken’in ağır yaralı olduğu haberi verilmişti; hemen onu yanına getirmelerini emir buyurdu. Zira Ziyâd, geçici bir kargaşa anında insanlar dağılıp da Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Şunlara karşı kim göğüs gerip de bizi koruyabilir, şeklindeki talebine karşılık:
– Ben yâ Resûlallah, diye haykırmış ve yanındaki beş arkadaşıyla birlikte ölümüne Allah Resûlü’nü korumaya başlamıştı. Gayretleri gözden kaçmıyor ve yaptıkları herkesi hayran bırakıyordu. Nihâyet onunla birlikte savaşan dört arkadaşı sırasıyla şehit olmuş, onu da müşriklerin elinden zor kurtarmışlardı. Kanlar içindeydi ve her an şehit olması kuvvetle muhtemeldi. Efendimiz, mübarek ayaklarını başının altına koydu Ziyâd’ın.
Ebedi âleme şehit olarak giderken Resûlullah’ın ayağına başını koymanın huzuru vardı yüzünde. Gördüğü şefkat ve içine nüfuz eden merhamet nazarları, yaşadığı bütün sıkıntıları unutturmuş, huzuru kalb ile veriyordu son nefeslerini. Derken, yanağı Allah Resûlü’nün ayağının üzerinde olduğu hâlde son nefesini de verip ebedi vuslata pervaz ediverdi.
Yazar: Dr. Reşit Haylamaz