Yemen’de Işığa Hasret Olanlar
Yemen, Efendiler Efendisi’nin dedelerinden Adnan’ın iki oğlundan biri olan Akk’ın, akrabalık kurarak yerleştiği bir beldeydi. Artık işlerin yerli yerine oturduğu sonraki bir dönemde buraya hükmeden Rabîa İbn Nasr adında bir melik vardı. Bir gece, hiç aklından çıkmayacak bir rüya görmüş ve bundan çok etkilenmişti. Gidip derdini anlatmadığı ne bir kâhin ne de bir sihirbaz kalmıştı, ama bir türlü rüyasının tevilini yaptırıp gönlündeki endişeyi teskin edemiyordu. Ülkesindeki bütün bilgeleri bir araya getirmiş, ama anlatılanlar karşısında bir türlü tatmin olmamıştı. Artık öyle bir noktaya gelmişti ki, kendisinden rüyasını anlatmasını isteyenlere bile güvenmiyor, “Şayet tevilini bilecek olsa, ben ona rüyamı anlatmadan gördüklerimi de bilmesi gerekir.” diye düşünüyordu.
Nihayet bir bilge, melikin bu halini aydınlığa kavuşturma adına ona bir tavsiyede bulundu. Buna göre şayet melik, rüyasının tevilini gerçekten istiyorsa Satîh ve Şıkk denilen iki kâhine müracaat etmeliydi. Zira bu iki kâhin, hem fiziki durumlarıyla hem de vermiş oldukları haberlerle insanların dikkatlerini çekmiş, bulundukları yerlerde birer merci haline gelmişlerdi. Her ikisi de, meşhur kâhin Tarîfe’nin öldüğü gün dünyaya gelmişlerdi ve adeta, Târife kehanete ait bütün maharetini onlara miras olarak bırakmıştı.
Bu iki kâhinin vücut yapıları da bir garipti. Satîh’in vücudu adeta yekpare idi; yüzü, göğsüne yapışık gibiydi. Hatta denilebilir ki, kemiksiz bir bedene sahipti. Zaten ismini de buradan alıyordu. Öfkelenip kızdığı zaman, oturduğu yerde şişip kalıyor ve bir daha da hareket edemiyordu. Şıkk’a gelince, onun da vücudunda bir gariplik vardı ve o da, sanki yarım bir insan gibi duruyordu.
Rüyasının tevilinin bu iki kâhin tarafından yapılabileceğini duyan melik, her ikisine de haber gönderdi. Satîh, Şıkk’tan önce gelmişti. Önce maksadını anlattı melik. Daha sonra da, muhatabının maharetini ölçme adına rüyasından bahsetti:
– Şayet, rüyamı bilirsen tevilini de bilirsin.
Satîh, kendinden çok emin görünüyordu:
– Tevilini yaparım, dedi aynı güvenle. Ve melikin gördüğü rüyayı, daha ondan bir şey duymadan anlatmaya başladı:
– Zifiri bir karanlık içinden siyah bir cismin çıktığını gördün rüyanda. Daha sonra bu cisim, Tehme denilen yere doğru gitti. Sonra da, kafatası olan her bir canlı ondan yemeye başladı.
Melik şaşırmıştı. Evet… Evet, aynen Satîh’in anlattıkları gibiydi gördükleri. Şaşkınlığını da gizleyemedi:
– Evet… Evet, ey Satîh! Hiç hatasız, aynen anlattığın gibiydi rüyam. Peki, sence bunun tevili nedir?
– İnandığım bütün değerler üstüne yemin ederim ki ey melik, senin topraklarına Habeşliler baskın düzenleyecek ve Ebyen’le Ceraş arasındaki bölgeye hâkim olacaklar!
– Bu, bizim için felaket demek ey Satîh! Söyle bana; bu benim zamanımda mı olacak, benden sonra mı?
– Baban üstüne yemin ederim ki, senden az bir zaman, altmış veya yetmiş yıl sonra olacak.
– Onların saltanatı devam edecek mi, yoksa nihayete mi erecek?
– Yetmiş küsur yıl sonra sona erecek. Baskına uğrayacaklar ve bir kısmı öldürülecek, diğer bir kısmı da kaçarak buraları terk edecek.
– Onlar buradan gideceklerine göre arkalarından kimler gelecek?
– Zî Yezenler.. Adn taraflarından gelecekler ve Yemen’de hiç kimse bırakmayacaklar.
– Peki, bunların saltanatı devam edecek mi, yoksa onlar da nihayete erecekler mi?
– Onların da sonu gelecek.
– Peki, onların sonunu kim getirecek?
– Nebiyy-i Zekî. O’na yücelerden vahiy gelecek.
– Söyler misin, o Nebi kimlerden olacak?
– Gâlib İbn Fihr İbn Mâlikoğullarından. Artık meliklik, kıyamete kadar O’nun kavminde kalacak.
– Şu hayatın sonu gelecek mi gerçekten?
– Evet, o gün ilkler ve sonradan gelenler bir araya getirilecek. Sağduyulu ve mes’ud yaşayanlar, yükseklere çıkarken eşkıyalık yapanlar ayaklar altında ve zelil olacaklar.
– Bana anlattıkların doğru mu gerçekten?
– Evet. Şafağın aydınlığına, gecenin karanlığına ve gün ağardığı zamanki tan yerine yemin olsun ki, sana anlattıklarım mutlaka haktır ve olacaktır.
Satîh’le aralarında geçen bu konuşmaların ardından, çok geçmeden melikin huzuruna Şıkk da gelmişti. Bu sefer melik, Şıkk’a döndü ve Satîh’in anlattıklarından hiç bahsetmeden olayı bir de Şıkk’tan dinlemeyi denedi. Maksadı, birbirlerinden bağımsız olarak aynı yorumu yapıp yapamayacaklarını test etmekti.
Şıkk da boş değildi:
– Evet, dedi ve gördüğü rüyayı anlattı önce:
– Zifiri bir karanlık içinden siyah bir cismin çıktığını gördün rüyanda. Daha sonra bu cisim, tepelik ve bahçelik bir yere doğru gitti. Daha sonra da ondan her bir canlı yemeye başladı.
Melik’te şüphe kalmamıştı; her ikisi de aynı şeylerden bahsediyordu. Şu kadar ki Satîh, mekan ismini net verirken Şıkk, sadece mekanın tarifini vermişti. Satîh, ‘kafatası olan her bir canlı’ derken Şık ise, ‘her bir canlı’ diyerek kestirmeden anlatmıştı.
– Her şey dediğin gibi, hiç hata etmedin ey Şıkk. Peki, sence bunun tevili ne ola ki?
– Şu iki sıcak belde arasındaki her bir insana yemin olsun ki, sizin topraklarınıza Sudanlılar gelip her şeyi istilâ edecekler. Sonunda da Elyen ile Necran arasında hakimiyet kurup kalacaklar.
– Baban adına yemin ederim ki ey Şıkk, bu bizim için felaket demektir. Ne zaman olacak bunlar; benim zamanımda mı, yoksa benden sonra mı?
– Hayır, senden bir müddet sonra olacak. Sonra sizi onlardan, kadr ü şanı yüce birisi kurtaracak, onlara büyük bir acı da tattırarak!..
– Peki, bu yüce kâmetli şahıs kim?
– Zî Yezen evleri arasından gelecek bir delikanlı.
– Onun saltanatı devam edecek mi, yoksa o da mı nihayete erecek?
– Onun saltanatı da sona erecek. Hem de din ve faziletle gönderilen, adalet ve hakkı temsil eden bir Resûl eliyle. Ve bundan sonra, fasıl gününe kadar meliklik de O’nun kavmine ait olacak.
– Fasıl günü ne demek?
– Her doğanın hesabının görüldüğü, semadan ölü ve diri herkesin işiteceği seslerin duyulduğu ve herkesin bir mîkat için bir araya getirildiği gün ki, o gün müttakiler için kurtuluş ve hayır vardır.
– Anlattıkların doğru mu gerçekten?
– Sema ve arzın Rabbine ve bu her ikisinin arasındaki her şeye yemin olsun ki, sana haber verdiklerimin hepsi de haktır ve şüphesiz hepsi de olacaktır.
Her ikisinden de aynı şeyleri duyan melik, geleceğinin kaygısıyla çoluk çocuğunu Fars taraflarında güvenli bir bölgeye göndermeyi denemiş ve böylelikle kendini garantiye alacağını düşünmüştür. Ancak bütün bu tedbirler de, kaderin hükmünü icra etmesine engel olamayacak ve Yemen toprakları, melikin iki kâhinden dinlediklerinin zamanı gelince birer birer gerçekleştiğine şahit olacaktır.1
Ebû Kerb’in Medine Çıkartması
Derken, Yemen meliki Rabîa dönemi sona ermiş, artık riyaseti, Ebû Kerb isminde başka bir melik devralmıştı. Hırslı bir yapıya sahipti ve kendini güçlü gördüğü için de, çevre ülkelere açılarak çok geçmeden fetihlere başlamıştı. Bu fetihler esnasında, Medine’ye de yönelmiş; ancak Kureyzaoğullarından karşılaştığı iki Yahudi bilgenin anlattıklarından etkilenerek Medine’ye baskın yapmaktan vazgeçmiştir. Zira şehri yıkmak istediğinde bu iki bilgin Yahudi, melikin karşısına dikilmiş ve:
– Ey melik! Sakın böyle bir şey yapma!.. İlla da ‘İstediğimi yaparım.’ diyorsan bil ki, araya engeller çıkar ve sen buna asla muvaffak olamazsın.
– Niyeymiş o?
– Çünkü burası, ahir zamanda, Kureyş arasından Harem’de çıkacak olan Nebi’nin hicret edeceği yerdir. Burası O’nun evi ve karar kılacağı belde olacaktır.2
Duyduğu cümleler, elinde bulunan imkânlardan daha güçlü olmalı ki, bu melik Medine ve Medinelilerle savaşmaktan vazgeçecek ve bilgeliklerine hayran kaldığı bu iki bilge Yahudi’yi de yanına alarak Yemen’e geri dönecektir, hem de onların dinlerini kabul etmiş olarak…
İki samimi yürekten aldığı enerjiyle yeniden doğan melik, artık iç dünyasında fethe çıkmıştır ve ruh dünyasında, bu iki gencin heyecanlarını yaşamaktadır. Onun için, Yemen’e döner dönmez, heyecan ve helecanlarını kendi halkıyla da paylaşmak isteyecek, ancak Hımyer halkı, ilk etapta bu davete icabet etmeyecek ve davet edildikleri inançla ilgili delil arayışına girecektir.
Kutsallığına inandıkları bir ateşleri vardır ve melikin sözlerini test etme adına, onu da bu ateşle imtihana davet ederler. Melikin bir endişesi yoktur ve o da bunu kabul ederek kutsal saydıkları ateşin yanına gider. Zira; onların inancına göre bir meselenin doğru olup olmadığı, ancak bu ateşe arz edilerek anlaşılır; ateşin zarar verdiği tarafın haksızlığına hükmedilerek dava ispat edilmiş olunurdu.
Bu arz esnasında, yanındaki iki Yahudi de hazır bulunuyordu. Boyunlarına mushaflarını asmış; dillerinde Tevrat’ın ayetleri, Rablerine tevekkül içinde sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlardı. Bu arada putlarıyla birlikte ateşin yanına gelenlerin bütün putları yanıp kül olmuş, ancak iki gençle melikte herhangi bir yanma emaresi görülmemişti. Onlar ateşe yaklaştıkça ateş küçülüyor ve adeta çıktığı yere girip kaybolacak gibi oluyordu. Bunu gören Hımyer halkının büyük bir kısmı, bu iki gencin dinine girmeyi tercih etmiş ve böylelikle ilk defa Yemen’e Yahudilik girmişti.3
Daha sonra, bu iki bilgenin yönlendirmeleriyle Ebû Kerb, Kâbe’yi imar adına bir kısım faaliyetlerde bulunmuş ve rüyasında Kâbe’yi kalın örtü ile örtmesi söylenmiş ve böylelikle o, ilk kez örtü diktirip Kabe’yi örten kişi olmuştur. Arkasından iki kez daha benzeri bir rüya görmüş ve her defasında daha kaliteli bir örtü ile onu örtmesi söylendiği için, nihayet dönemindeki en kaliteli kumaşlarla Kâbe’yi örterek kendisinden sonrakilere de bunu bir vasiyet olarak bırakmıştır.
Artık kendisinin baş rehberi sayılan bu iki gencin anlattıklarına kendisini o kadar kaptırmıştı ki, geleceğinden bahsettikleri Son Nebi’ye adeta aşık olmuş, onun adını sayıklar hale gelmişti. Şiirlerinden birinde şunları söyleyecekti:
– Ben Ahmed diye birisini biliyorum ki O,
Allah tarafından gönderilen bir Resûl ve yaratılmışların en şereflisidir.
Şayet ömrüm, O’nun ömrüne yetişirse, O’na en sadık bir vezir ve amcaoğlu olacağım.
Bugün ben kılıcımla, O’nun düşmanlarına savaş ilan etmiş bulunuyorum ki,
Böylelikle O’nun sinesinde meydana gelebilecek sıkıntıları şimdiden bertaraf etmiş olayım.4
Tübba’ Meliki Medine’de
O ne derin imandı ki, gün gelecek Tübba’ meliki Ebû Kerb, saltanatını bu vezirliğe kurban etmek için yollara düşecek ve Hz. Ali gibi, onun yanında kalabilmek için ülkesini terk ederek, O’nun hicret edeceği günü beklemek amacıyla Medine’ye hicret edecekti. Bu ne hikmetti ki, yıllar öncesinden silahlı ordularla yıkmak maksadıyla girmek istediği Medine’ye şimdi, tacını ve saltanatını Yemen’de bırakarak, gelecek Nebi’nin evini inşa etme niyetiyle yalnız gidiyordu. Artık o da sıradan bir insandı.
Derken geldi Medine’ye ve buradan bir arsa satın aldı. Çok geçmeden malzeme tedarik edip bu arsanın üzerine bir ev inşa ettirmeye başladı.
Medine, küçük bir beldeydi ve herkes birbirini tanıyordu. Yabancının kim olduğunu çözmek uzun sürmemişti. Yemen taraflarından gelen bu adam, herkesin elde etmek için canını ortaya koyduğu makam ve saltanatı, elinin tersiyle bırakıp buralara gelmişti.
Henüz aralarına yeni katılan bu şahısla ilgili meraklı gözler, bir açıklama bekliyordu. Niçin, bunca debdebe, saltanat ve emri altındaki binlerce insan bir kenara bırakılıp buralara gelinmişti? Ve niçin burada bir arsa satın alınıp ev inşa ettiriyordu?
Elbette, etrafında toplanan meraklı gözlere bir şeyler denilmeliydi. Adeta söylemek istemediği bir şeyi, zoraki söylemek zorunda kalan bir adamın tavrı vardı üstünde Ebû Kerb’in. “Beni kendi halime bırakın.” der gibiydi hali!.. Ancak onun bildiği hakikate, başkalarının da ihtiyacı vardı ve gizlemesinin bir anlamı yoktu. Hem belki, Yemen ehli gibi Medineliler de imana gelirlerdi.
Belli ki, kalbi de heyecanla çarpıyordu ve titrek dudaklarından şu cümleler dökülmeye başladı:
– Ben, kadim kitaplarda gördüm ki, çok geçmeden Fârân dağlarının arasından bir Nebi zuhûr edecek ve bu peygambere Mekke, kapılarını açıp sahip çıkmadığı gibi, bir de çok haşin davranacak. O peygamber, çok geçmeden bu beldeyi terk etnek zorunda kalacak. Sonrasında ise, buraya, Medine’ye hicret edecek.
İşte ben, o Nebi, hicretle buraya geldiğinde, içinde kalsın diye, bugünden O’nun evini inşa ediyorum.
Bu sözlerin ne anlama geldiğini bilen çok az insan vardı… Ancak konuşulanların boş olmadığını bilenler de yok değildi ve anlamayanlar da anlamış gibi görünerek dağıldılar etrafından…
İnşaat tamamlanmış ve ev, oturulmaya hazır hale gelmişti.
İstek, masumdu… Samimiyet dolu bir yürekle ortaya konulmuştu… Ama henüz vakit tamam değildi. Evet, gelecekti; ama buna daha zaman vardı.
Günler geçti, ama melikin beklediği Son Sultan henüz ortalarda yoktu.
Derken kader, onun için de hükmünü icra edecek ve melik de fenaya veda ederek ebedi yolculuğuna yürüyecekti.
Çocuklarına miras kaldı melikin evi… Onlar da başkalarına sattılar onu!..
Sonradan Ortaya Çıkan Emareler
Yemen’deki bu müspet gelişmenin delilleri, sonraki yıllarda da kendini hissettirecek ve kazılarda ortaya çıkan yazılar ve diğer belgeler, sonrakiler için o günün insanlarının inancı hakkında net bilgiler sunacaktı. İşte iki örnek:
Yıllar sonra San’a’da ortaya çıkan bir mezarda, iki kardeşin cesedi ve bu cesetlerin yanında da gümüşten bir levha bulunacaktı. Daha da önemlisi, bu gümüş levhanın üstünde altın harflerle şu yazının olmasıydı:
– Bu, Tübba’ın çocukları Lemîs ve Vahabî’nin kabridir. Bu iki kardeş de, kendilerinden önceki salih kimseler gibi, ‘Lâ ilâhe illallahü vahdehü lâ şerike leh’ inancı üzerine vefat etmişlerdir.5
Hz. Ömer’in hilafeti zamanında Necranlı bir adam, bağ ve bahçesinde kazı yapıyordu. Bir miktar ilerlemişti ki, hiç beklemediği bir sürprizle karşılaştı; karşısında, yıllar önce vefat etmiş bir beden duruyordu. Elini başındaki yaranın üzerine koymuş, adeta öylece bekliyordu. Elinden tutup kaldırmak isteyince, başından kan fışkırmaya başladı. Şaşılacak şeydi; yıllar önce vefat etmiş bir bedenden kan çıkar mıydı!.. Tuttuğu eli hemen eski yerine koyup geri bıraktı; kan durmuştu. Biraz daha dikkatle baktı. Adamın parmağında bir yüzük vardı. Üzerindeki yazı dikkatini çekmişti; eğildi ve yazıyı okumaya çalıştı. Yüzükte “Rabbim Allah’tır” yazıyordu.6
Dipnot:
- Suyûtî, Hasâisu’l-Kübrâ, 1/60 Bütün bu hadiselerin sonucunu görme açısından zikretmek gerekirse, aradan uzun yıllar geçecek ve gerçekten Satîh ve Şıkk’ın dedikleri gibi, Seyf İbn Zî Yezen diye bir melik ortaya çıkıp, Bizans ve Farslılarla da iş birliği yaparak bütün Yemen’e hâkim olacaktı. Bu hâkimiyetin ardından, etrafta bulunan kabilelerden kendisini tebrik ve tahiyye için gelenler arasında, Kureyş kafilesi de vardı ve Seyf İbn Zî Yezen’in dikkatini, bu kafilenin arasında biri çekmekteydi: Abdulmuttalib. Konuşmadan rahat edemeyecekti ve yanına yaklaşıp, önce kim olduğunu soracak, ardından da, onu karşısına alıp beklediği Allah Resûlü hakkında bildiklerini bir bir anlatmaya başlayacaktı. Elbette onun anlattıkları, bu kutlu dede adına da kucak dolusu müjde ihtiva ediyordu. Bkz. İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 2:328
- Taberî, Tarih, 1/426
- Taberî, Tarih, 1/427-428
- Taberî, Tarih, 1:427-429
- Süheylî, Ravdü’l-Ünf, 1/72
- Bu adamın, Abdullah İbnü’s-Sâmir olduğu söylenmektedir. Bkz. İbn Hişâm, Sîre, 1/149