Ve fetih: Mekke Emin Ellerde
Ashâb, ordunun konakladığı Merrü’z-Zehrân’dan hareket etmiş ve Zî Tuvâ denilen yere gelmişti. Burada toplanacak ve büyük fethin ilk adımları da buradan atılacaktı. Hicretin sekizinci yılının Ramazan ayının bitimine on gün kalmıştı ve bir cuma günüydü. Daha güneş doğmadan önce Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) Kasvâ’ya binmiş ve terikisine de Üsâme’yi almış olarak yeşil birliğinin arasına katılmıştı. Herkes O’nun etrafında toplanmak ve yıllar önce çıkarıldığı şehrine girerken O’nun yanında olmak istiyordu. Ashâb arasında şimdiden bir zafer havası hâkim oluvermişti! Sebepler planında Mekke fethedilmek üzereydi ve Allah (celle celâluhû) O’nun hanesine bir zafer daha yazdırmak üzereydi! Ancak O, Kasvâ’nın üzerinde tevazudan iki büklümdü; o kadar eğilmişti ki, neredeyse sakal-ı şerif-i mübarekleri, Kasvâ’nın semerine değecek gibiydi!
– Allah’ım, diyordu. “Esas önemli olan ahiret yurdunun hayatıdır!”
Belki de bununla, dünyada ne türlü başarılar elde edilirse edilsin esas muvaffakıyet, ahiret adına yatırım ifade eden adımlardadır demek istiyordu. Başına uzun bir sarık sarmış ve ucunu da omzundan aşağıya doğru sarkıtmıştı.
Kesinlikle kan dökülmesini istemiyor ve ashâbına tembih üstüne tembihlerde bulunuyordu. Sadece kendilerine karşı konulanlarla savaşma izni vardı. Onun için, Efendimiz’in Mekke’ye girişleri de beklenmedik şekilde olacaktı; ashâbını yine belli gruplara ayırmış ve her bir grubun farklı yollardan Mekke’ye girmesini emretmişti.
Mekke’nin üst tarafından giriyordu; bu sırada kadınlar, ellerindeki örtülerle atların boyunlarına vurup sevinç izhar ediyorlardı. Onların bu hâlini görünce Hz. Ebû Bekir’e seslenerek:
– Hassân ne demişti, diye sordu. Feraset insanı anlamıştı ve şu anda gözlerine ilişen manzarayı ifade eden bir şiir okumaya başladı. Bu şiir, henüz Mekke fethedilmeden önce Hassân İbn Sâbit’in terennüm ettiği bir şiirdi; Mekke’ye Kedâ’dan girilirken kadınların, sevinçten başörtüleriyle atların boyunlarına vuruşlarını tasvir ediyordu. Efendiler Efendisi de birlikte olduğu gruba:
– Mekke’ye Hassân’ın işaret ettiği yerden girin, buyurdu. Bu arada Hz. Zübeyr’i de yanına çağırmış ve sancağı Hacûn’a dikerek kendisi gelinceye kadar orada beklemesini istemişti. Zira Mekke’nin fethi gibi önemli bir adımı atarken Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), yirmi beş yıl aynı yastığa baş koyduğu ve Mekke’den ayrılmadan önce Hacûn’a emanet ettiği Hatice Validemizin mezarını ziyaret edecek ve başında durup dua dua Rabbine yalvaracaktı.
Derken aynı anda dört bir yandan büyük fetih başlamıştı; Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), sekiz yıl önce iki kişiyle ayrıldığı Mekke’ye, bugün yolda katılanlarla birlikte on iki bin insanla giriyordu! Ezâhır denilen yere geldiğinde gözüne, sağa sola kaçışan insanlar ve kılıç parıltıları ilişmişti ve:
– Bu kılıç parıltıları da ne, diye sordu. “Ben sizi savaşmaktan nehyetmemiş miydim!”
– Yâ Resûlallah, diye cevapladılar. “Bunlar, Hâlid İbn Velid ve arkadaşları! O’nun girdiği yerde Mekkeliler direniş gösterdiler; ona savaş açılmasaydı vallahi o da savaşmazdı! Yâ Resûlallah! O ne Sana karşı gelmek ne de emrini çiğnemek istemiştir; sadece karşısına çıkanlarla savaşmaktadır!”
Üzülmüştü ama yapılacak bir şey yoktu. Bunca tedbire rağmen yine de Mekkeliler problem çıkarmış ve Hâlid de bu problemi çözmek için kılıcına sarılmıştı. Hatta bu sırada Hakîm İbn Hizâm, Mekke müşriklerini savaştan alıkoymaya çalışıyor ve onları, Allah Resûlü’nün emân fermanını hatırlatarak evlerine girip de kapılarını üstlerine kapamaya davet ediyordu. Bunun üzerine Efendiler Efendisi:
– Allah’ın takdiri hayırlıdır, buyurdu. Ezâhır’dan aşıp da Mekke evlerini görünce orada durdu ve minnet duyguları içinde Allah’a hamd etmeye başladı; yine teveccüh etmiş Allah’a yalvarıyordu! Sonra da yanında bulunan Hz. Câbir’e döndü ve:
– Ey Câbir, dedi. “Bizim konaklayacağımız yer şurasıdır; burada bir zamanlar Kureyş, küfür üzere ittifak edip de bize karşı alacağı tavrı belirliyordu!”1
Allah’ın kudreti ne kadar büyüktü; o gün Mekkelilerin Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashâbı hakkında verdikleri hükümle bugün Resûlullah’ın onlar için vereceği hükme aynı mekân şahitlik ediyordu! Aradaki farkı ise, yarın herkes görecekti!
Kasvâ’nın üzerinde ilerlerken Fetih ve Nasr sûrelerini okuyor:
– İşte bu, Bana Allah’ın vadettiği şeydir, diyordu.
O gün ilerlerken yanına yaklaşıp da:
– Yâ Resûlallah! Yarın nereye ineceksin, diye soranlar olmuştu. Kendi evine gideceğini tahmin edip doğrulatmak istiyorlardı; çünkü bu, diğer Muhâcirîn için de bir yol olacaktı. Ancak Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Akîl bize ev bark mı bıraktı ki, dedi. Zira Ebû Tâlib’in büyük oğlu Akîl, Efendimiz’in evi dahil geride kalan her şeyi alıp başkalarına satmıştı! Kalması için başka ev tekliflerine de müspet cevap vermeyecek ve bundan sonra da Mekke’den ayrılıncaya kadar hep Hacûn’daki çadırına gelip burada istirahat edecekti.
Artık fetih tamamdı; Hz. Hâlid’in girdiği tarafın dışında başka bir mukavemet olmamış ve ardı ardına ortaya konulan stratejiler neticesinde Mekke kolay teslim olmuştu. ‘Eman’ ilanında da ifade edildiği gibi insanlar, büyük çoğunluk itibariyle evlerine çekilmeyi tercih ederken, Ebû Süfyân ile Hakîm İbn Hizâm’ın evleri ile Kâbe’ye sığınanlar da vardı. Endişe ve merakla bekleşiyorlardı; acaba Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) Mekkelilere nasıl davranacaktı? Bilhassa o güne kadar, Allah Resûlü’ne karşı çıkma konusunda bayraktarlık yapıp küfürde alem hâline gelenler vardı; öldürüleceklerinden şüpheleri yoktu ve kaçacak delik arıyorlardı!
Dipnot:
- O gün Hz. Câbir’in Efendimiz’den duydukları, daha önce Medine’de iken işittiği sözleri hatırlamasına sebep olmuştu; zira bir gün Allah Resûlü (s.a.s.) kendisine:
– Allah (celle celâluhû), bize Mekke fethini müyesser kıldığında bizim konaklayacağımız yer, Mekke müşriklerinin küfür üzerine aleyhimizde ittifak edip tavır aldıkları Kinâneoğullarının Hayf’ıdır, demişti. O gün müşrikler burada bir araya gelmiş ve Müslümanları Mekke’den sürüp de yalnız başlarına ölüme terk etme kararı almışlardı. Ancak kaderin hükmü daha farklıydı ve işte şimdi Allah Resûlü ve ashâbı, daha o günden tarifini verdiği yere gelmiş ve ölümlerine ferman kesilen yerden, muzaffer olarak, Mekke’ye giriyordu. Bkz. Vâkıdî, Meğâzî, 1/825; Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 5/230.