“Vallahi de bu yüzde yalan yok!” (8 Rebiülevvel Hicrî 1)

356

Abdullah İbn Selâm, iyi bir Yahudi âlimiydi. Nesebi, Hz. Yûsuf ve dolayısıyla da Hz. Yakub’a (aleyhimü’s-se­lam) kadar dayanıyordu. İsrailoğulları arasında neş’et et­miş ve medeniyete beşiklik yapmaya hazırlanan Medine civarın­daki üç büyük Yahudi kabilesinden birisi olan Benî Kaynukâ arasında dünyaya gelmişti.

Babası Selâm da, dedesi Hâris de iyi bir Yahudi âlimiydi; dolayısıyla o da iyi bir din adamı olarak yetişmiş, şân ve şöhretini Hicaz’da duymayan kalmamıştı. Gelecek son Nebi ile ilgili sohbetlere o da katılmış, aynı nasi­hat­leri artık, Abdullah İbn Selâm da yapar olmuştu. Zira, elinden düşürmediği Tevrat, ay­­nı konulara parmak basıyor ve O’nun geleceğinin müjde­lerini ve­­riyordu. Bekleyip durdukları âhir zaman Peygamberinin Mekke’de dün­ya­ya teşrifinden haberleri olmasa da hep Mekke’yi işaret ediyorlar ve geliş zamanının daraldığını söylüyorlardı. Hatta, Mekke’de neş’et ettikten sonra O’nun Medine’ye hicret edeceğini söylüyorlardı ve zaman zaman yaşadıkları mağlubiyetlerde bunu, düşmanlarına karşı bir koz olarak kullanır olmuşlardı.

Şimdi ise Abdullah İbn Selâm, kitaplarda özelliklerini okuyup sohbetlerine konu ettiği Zât’ın muhatabı olmak üzereydi. Belli ki kader O’nu, diğer arkadaşlarından daha önce İnsanlığın İftihar Vesilesi’yle karşılaştıracaktı.

Abdullah İbn Selâm da, Efendimiz’in geleceğini iştiyakla gözleyenlerden birisiydi. Aslına bakılacak olursa o, O’nun sıfatlarını, ismini, ge­nel durumunu ve Me­di­ne’ye ne zaman geleceğini de biliyordu.

Resûlullah’ın Kuba’ya geliş haberi kendisine ulaştığında, ağacın tepesine çıkmış hurma topluyor; halası Hâ­li­de Binti Hâris de, o ağacın altında oturuyordu. Haberi duyar duymaz, avâ­zı çıktığı kadar tekbir getirmeye başlamıştı. Kadın, durup dururken bu kadar yüksek sesle tekbir getirmesine şaşıracak ve:

– Allah cezanı versin!.. Şayet, İmrân oğlu Mûsâ’nın gel­di­ğini duymuş olsaydın, vallahi bundan daha gür bir sesle tekbir getirmezdin, diye çıkışacaktı.

– Ey halacığım! Allah’a yemin olsun ki bu, Mûsâ’nın kar­deşidir. O’nun dini üzerinedir. O, ne ile gönderilmişse Muhammed de aynı vazifeyle mükelleftir, diyerek halasına da tanıt­ma­ya çalıştı O’nu. Onun, bu sözlerine karşılık:

– Ey kardeşimin oğlu! Bu yoksa, bizim geleceği günü bek­lediğimiz kıyamet öncesi zuhûr edecek son Nebi mi, diye sordu halası. Bunda şüphe olamazdı ve tereddütsüz:

– Evet, cevabını yapıştırdı Abdullah İbn Selâm. Heyecanlanmıştı halası da!.. Ne diyeceğini şaşırmış bir hâli vardı ve:

– Bu, O öyleyse, diyordu hâlâ. Arkasından da ekleyecekti:

– Öyleyse niye duruyoruz?

Zaten, Abdullah İbn Selâm da aynı şeyi düşünüyordu; zira, geçen her an ziyan demekti ve doğruca Kuba’ya gitti. Huzuruna girdiğinde karşısında, yine o nur yüzlü Nebi vardı. Gayr-ı ihtiyari dudakları hareket etmişti, şöyle diyordu:

– Vallahi de bu yüzde yalan yok!

– Ben şehadet ederim ki Sen, Allah’ın Hak Resûlüsün ve şüphesiz ki Sen, Hak ile geldin!

Müslüman olduktan sonra Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sel­lem), daha önceleri Husayn olan adı­nı Abdullah diye değiştirecek ve bundan böyle de o, hep Abdullah İbn Se­lâm diye anılır olacaktı.1


Dipnot:

  1. Abdullah İbn Selâm’ın Efendimiz’e Medine’ye hicretten önce iman ettiğine dair rivayet de vardır. Bkz. Buhâri, Sahîh, 3/1211 (3151)
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.