Şiddet İçerikli Çözüm Teklifleri ve Efendimiz (sas)
Risalet vazifesinden sonra İslâm’ı bütün gönüllere ulaştırma istikametinde Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm) çok ciddi bir cehd ve gayret sergilemiştir. Muhataplarının akıl, mantık, muhakeme ve vicdanlarına seslenmiş, onların karşısına ikna edici delillerle çıkmış, hikmetle yaklaşmış, anlattığı, davet ettiği hayatı onların arasında yaşamış ve güzel öğütte bulunmuştur. Muhatapları, çağrısına müspet karşılık vermeyip O’nu engelleme adına kaba kuvvete başvurunca Allah’a itimad ve iltica etmiş, dişini sıkıp sabretmiş ve diyalog yollarını kapatmadan hep mülâyemetle hareket etmiştir. Bununla birlikte her ne pahasına olursa olsun davasından vazgeçmemiş ve her şartta vazifesini yerine getirmenin yollarını arayıp bulmuştur. Her zaman sulhu, affı esas almış ve hiçbir zaman şiddeti ve kavgayı çözüm yolu olarak benimsememiştir. Kendisine ve Müslümanlara yapılanlar karşısında teklif edilen şiddet içeren çözüm önerilerinin hepsini hiç tereddütsüz geri çevirmiştir.
Karşılık Verme Teklifi
Mekke’de şiddetin dayanılmaz boyutlara ulaştığı bu demlerde Hazreti Abdurrahmân İbn-i Avf gibi sahâbîler kendisine gelip “Yâ Resûlallah! Cahiliye döneminde biz, izzet ve onur sahibi kimselerdik; iman edince hor ve hakir görülen insanlar olduk!” demiş ve yapılanlara karşılık vermeyi teklif etmişlerdi; fakat Peygamber Efendimiz kendisine ve onlara reva görülen zulmü her zaman iliklerine kadar hissetse de hiçbir zaman hissî ve fevrî hareket etmemişti. Hadiseleri bütün yönleriyle okuyup tahlil ediyor ve hep “bütün gönüllere girme” hedefi istikametinde onlara yön vermeye çalışıyordu. Bunun için onlara dönmüş ve “Ben, insanları affetmekle emrolundum; kimseyle kavga etmeyin!” buyurup mukabeleye izin vermemişti.1
Mekkeli Liderleri Öldürme Teklifi
Mekkelilerin şiddetinden bunalan sahabîler yine bir gün Efendimiz’e gelip: “Biz artık çoğaldık. Bizden her on kişiye emretseniz de her bir grup geceleyin Kureyş liderlerinden birer tanesini öldürseler ve sabaha kadar Mekke’yi ele geçirsek!” teklifinde bulunmuşlardı. O esnada Efendimiz’in yanında bulunan Hazreti Osman İbn-i Affan teklifi duyunca ayağa kalkmış ve “Ey Allah’ın Resûlü! Oğullarımız, babalarımız, kardeşlerimiz var. Onlara zarar gelir!” demiş ve bu düşüncesini birkaç defa tekrarlamıştı. Şiddeti bir çözüm yolu olarak görmeyen Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ashâbının cesareti, kendisini sevindirse de bu fikri onaylamamıştı.2
Mina’dakileri Kılıçtan Geçirme Teklifi
Mekkelilerin bütün engelleme ve şiddet girişimlerine rağmen Efendimiz, asla ümidini yitirmemiş ve ulaşabildiği herkesin gönlüne girme adına gayretlerini sürdürmüştü. Allah’ın izniyle bu çabalar netice vermiş ve Risalet’in on üçüncü yılının Zilhicce ayında, yetmiş üçü erkek, ikisi kadın yetmiş beş Medineli Müslüman, Akabe’de Efendiler Efendisi’ne beyat etmişti. Onlar kendilerini, hanımlarını ve çocuklarını korudukları şeylerden O’nu da koruyacaklarına söz vermişlerdi.
Beyat tamamlanıp da ayrılacakları sırada Akabe’nin tepesinden şu çığlık atılmıştı: “Ey Mina halkı! Müzemmem ve dinlerini değiştirip onunla beraber olanlar sizinle savaşmak için toplandılar!” Kastedilen Rahmet Peygamberi ve Kureyşin şiddetinden dolayı bir gece vakti gizlice buluşup O’na beyat eden Medineli Müslümanlardı.
Bu keskin ve çığırtkan sesi ashâb-ı kiram da duymuştu. Bunun üzerine Efendimiz onlara dönmüş ve: “Bu ses sizi korkutmasın! O, Allah düşmanı İblis’in, şeytanın sesidir! Bu, İbn-i Uzeyb’dir!” buyurarak yüreklerine su serpmişti.
Sonra sesin geldiği tarafa dönmüş ve: “Dinle ey Allah düşmanı! Vallahi, senin de hakkından geleceğim!” buyurmuştu. Ardından da sahabîlere konak yerlerine gitmelerini emretmişti ki daha az önce beyat eden sahabîlerden Hazreti Abbâs İbn-i Ubâde (radıyallahu anh) ileri atılıp “Seni hak ile gönderen Allah’a yemin olsun ki eğer dilersen yarın Mina halkını kılıçtan geçiririz!” demişti.
Onun bu çıkışı bir anda herkesi heyecanlandırmış ve hepsi Allah Resûlü’nden gelecek cevabı gözlemeye başlamıştı. O’nun dünyasında ise asıl olan barıştı, hilmdi, rıfktı. Onlara döndü ve “Biz bununla emrolunmadık!” buyurdu. Ardından da konakladıkları yere dönmelerini emretti.3
Hakem İbn-i Keysân’ın Boynunun Vurulması Teklifi
Hazreti Abdullah İbn-i Cahş’ın (radıyallahu anh) Nahle seriyyesinde Hakem İbn-i Keysân, Osman İbn-i Abdullah’la birlikte esir alınıp Medine’ye getirilmişti. Onlar Müslümanların ilk esirleriydi. Ashab-ı kirâm, Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara nasıl muamele edeceğini merakla takip ediyordu. Çünkü cahiliye döneminde esir, hakir kabul edilirdi, kendisine hak ve hukuk tanınmazdı. Fakat Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) için durum çok farklıydı. İnsan muhteremdi ve ona hürmet edilmeliydi.
Ayrım yapmaksızın bütün gönüllere girmeyi hedefleyen Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Hakem İbn-i Keysân’a da çok iyi muamelede bulundu. Onu, Allah’a imana davet etti ve uzun uzun İslâm’ı anlattı. Bu manzaraya şahit olan Hazreti Ömer (radıyallahu anh): “Yâ Resûlallah! Bununla ne diye konuşup durursun? Vallahi bu, hiçbir zaman Müslüman olmaz! Bırak beni, onun boynunu vurayım da anasının yanına kadar gitsin!” dedi.
Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) göz göre göre bir insanın Cehennem’e gitmesi karşısında ızdırap çekiyor ve ısrarla Hakem’e İslâm’ı anlatmaya devam ediyordu. Neden sonra Hakem: “İslâm nedir?” diye sordu. Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem): “İslâm, Allah’a hiçbir şeyi eş, ortak koşmaksızın ibadet etmen ve Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) de O’nun kulu ve Resûlü olduğuna şehadet getirmendir.” buyurdu.
Kalbindeki buzlar eriyen Hakem: “Müslüman oldum!” dedi. Hazreti Hakem’in (radıyallahu anh) Müslüman olması üzerine Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ashâbına döndü ve: “Eğer ben demin bu hususta size uyup onu öldürmüş olsaydım, o da Cehennem’e gidecekti!” buyurdu.4
Süheyl İbn-i Amr’ın Dilinin Kesilmesi Teklifi
Efendimiz’in bütün engelleme çabalarına rağmen gerçekleşen Bedir’de yetmiş kişi esir alınmıştı. Esir alınanlar arasında, Müslüman olan çocuklarına uyguladığı şiddetle meşhur olan şair ve hatip Süheyl İbn-i Amr da vardı. Bedir sürecinde de boş durmamış söylediği şiir ve verdiği hutbelerle Kureyş ordusunu Müslümanlar aleyhine kışkırtmıştı.
Onun esirler arasında olduğunu fark eder etmez harekete geçen Hazreti Ömer, Efendimiz’e gelerek: “Onu bana bırak yâ Resûlallah!” demiş ve ardından da şunları söylemiştir: “Bırak ki onun dişlerini sökeyim, dilini koparayım da bir daha hiçbir yerde ve ebediyen Senin aleyhine konuşamasın!” Belli ki Süheyl İbn-i Amr onun dediklerini hak etmişti. Gözler Efendimiz’in üzerindeydi. O’ndan gelecek en ufak bir işaret bunun için yeterli olacaktı fakat O’nun düşüncesi çok farklıydı.
O, hayatını yaşatma idealiyle sürdürüyordu ve kendisini öldürme niyetiyle yola çıkanların bile Allah’la buluşup O’nun yoluna girmelerini, iman edip ebedî hayatlarını kurtarmalarını hedefliyordu. Şefkatin ve merhametin buzdan dağları eriteceğine inanıyordu. Hazreti Ömer’e döndü ve “Ben ona müsle yapmam! Zira Allah da bana müsle yapar! Peygamber de olsam!” buyurdu. Müsle insanların organlarına zarar vermekti ve Efendimiz böyle bir şeye izin veremeyeceğini ifade ediyordu. Ardından beyanlarına devam edip “Bırak onu ey Ömer! Bırak ki gün gelir o da senin hoşuna giden işler yapar!” buyurdu.5
O güç ve kuvvet elindeyken bile şiddete “evet” dememiş ve her zamanki değişmeyen duruşunu ortaya koymuştu. Hiddetle ayağa kalkan Hazreti Ömer’e de kılıcını kınına koyup Hazreti Peygamber’in sözünde saklı sırrın açığa çıkacağı zamanı beklemek düşmüştü.6
Abdullah İbn-i Übeyy’in Öldürülmesi Teklifi
Benî Mustalık gazvesinde Müreysi’ kuyusundan su çekerken kovaların karışması sebebiyle iki kişi arasında bir tatsızlık yaşanmıştı. Her vesileyle Müslümanları birbirine düşürmeye çalışan Abdullah İbn-i Übeyy bunu bir fırsat olarak değerlendirip Muhacirler ile Ensâr arasındaki kardeşliği bozmak istedi. Onların birlik ve beraberliği, kendisini çok rahatsız ediyordu. Ensârı kışkırtmak için Muhacirleri küçümseyici ve Ensârı suçlayıcı ağır sözler söyledi.7
Olaya şahit olan Zeyd İbn-i Erkam onun sözlerini Efendimiz’e haber verdi. Allah Resûlü, dinlediklerinden hoşlanmamış ve yüzünün rengi değişmişti. Defalarca Hazreti Zeyd’i duyduklarından emin olup olmadığı hususunda sorguya çekti hatta Ensâr’dan bazı sahabîler anlattıklarının yalan olabileceği ihtimaliyle onu tevbe etmeye bile davet etmişti. O ise kendisinin doğruluğunu ortaya çıkartması için dua ediyordu.
Söyledikleri, askerler arasında yayılıp her yerde konuşulmaya başlayınca Abdullah İbn-i Übeyy Efendimiz’e geldi. Denilenlerin yalan olduğunu ve kendisinin o sözleri söylemediğini iddia etti.
Bu arada o incitici sözleri duyan Hazreti Ömer de koşup Efendimiz’in yanına geldi ve “Yâ Resûlallah! Bırak beni de İbn-i Übeyy’in boynunu vurayım. Eğer onu Muhacirlerden birisinin öldürmesini uygun görmüyorsan, emret, Sa’d İbn-i Muaz veya Muhammed İbn-i Mesleme vursun! Yahut da emret, Abbâd İbn-i Bişr öldürsün!” dedi. Efendimiz onun bu teklifini kabul etmedi ve ona, hemen yolculuğa hazırlanmaları için Müslümanlara seslenmesini emretti. Böylelikle Allah Resûlü, nifak adına ortaya çıkan bir problemin insanlar arasında konuşularak derinleşmesini önlemek ve yolculukla insanları meşgul etmek istiyordu.
Yalnız Hazreti Ömer’in teklifi Abdullah İbn-i Übeyy’in oğlu Hazreti Abdullah’ın kulağına gitmişti. Hemen Efendimiz’in yanına geldi ve babasının mutlaka öldürülmesi gerekiyorsa bunu kendisine emretmesini zira hislerine hâkim olamayıp babasını öldürecek Müslümanı öldürmekten korktuğunu söyledi. Her şeyin farkında olan ve vereceği emrin encamını en ince ayrıntısına kadar hesaplayan Efendimiz, bütün yaptıklarına rağmen her şeyi sinesine çekiyor ve onu öldürmeyi aklının ucundan bile geçirmiyordu. Hazreti Abdullah’a döndü ve “Hayır! Bilakis ona yumuşak davranınız. Aramızda kaldığı müddetçe kendisiyle iyi arkadaşlık yaparız!” buyurdu.8
Baskıncıların Hepsinin İşini Bitirme Teklifi
Hicretin altıncı yılında Uyeyne İbn-i Hısn kırk kişilik bir grupla Gâbe yakınlarında yayılan Efendimiz’e ait sağmal develerin olduğu yere baskın yapıp orada bulunan Ebû Zerr’in oğlu Zerr’i şehit ettiler. Ardından da hanımı Leylâ Hatun’u ve develeri alıp kaçtılar. Hazreti Seleme İbn-i Ekvâ hadiseyi haber alır almaz Medine’ye duyurdu ve baskıncıların peşinden gitti. Onlara ok ve taş atıyor rahat hareket etmelerine izin vermiyordu. Efendimiz de önden atlı bir birlik göndermiş ve birlik, baskın yapanlara yetişip onları bozguna uğratmıştı.
Bu arada Efendimiz de beş yüz kişilik bir birlikle yola çıkmış ve Zû Kared’e kadar gelip buraya karargâh kurmuştu. Seleme İbn-i Ekvâ, Efendimiz’in yanına karargâha geldi. Efendimiz’den baskın yapanların peşinden gidip onların işini tamamen bitirmek ve develerin geriye kalanlarını da kurtarmak için yüz kişi istedi. Efendimiz onun bu talebi karşısında tebessüm etti ve “Yâ Seleme! Seni bıraksam gerçekten bunu yapar mısın?” diye sordu. O “Evet!” diye cevap verdi. Bunun üzerine Allah Resûlü önce “Şüphesiz ki onlara şimdi Gatafân toprağında ziyafet verilmektedir!” buyurdu ardından da şunları emretti: “Gücün yetti mi, yumuşak davran, bağışlayıcı ol, sertliği bırak!”9
Huneyn’de Kaçanların Öldürülmesi Teklifi
Hevâzin ve Sakîf kabileleri Mekke’nin fethi ile korkuya kapılmış ve Müslümanların üzerlerine gelebileceği ihtimaliyle erken davranmaya ve ani bir saldırı düzenlemeye karar vermişlerdi.
Onların savaş için hazırlık yaptığını haber alan Efendimiz, önce durumu tetkik ettirmiş sonra da fetih ordusuyla beraber harekete geçmişti. Bu arada orduya, fetihten sonra Mekke’den de iki bin kişilik bir birlik dâhil olmuştu. Ordu, Huneyn’e varıp bir vadiye girdiğinde ok yağmuruna tutulmuş, en ön safta olan ve çoğunluğunu da Mekke’den orduya katılanların oluşturduğu öncü birlik telaşa kapılıp arkaya doğru kaçmaya başlamıştı. Bu durum, Efendimiz’in devreye gireceği ana kadar ordudaki ahengin bozulmasına sebep olmuştu.
Allah Resûlü’nün etrafında çok az kişi kalmıştı ki onlardan biri Ümmü Süleym’di. O, Abdullah İbn-i Ebî Talha’ya hamile olmasına rağmen Ensar’a sesleniyor ve savaştan kaçmanın onlara yakışmadığını ifade ediyordu. Bir aralık Efendimiz, o karışıklıkta kaçışı engellemek için çırpınıp duran Hazreti Süleym’i (radıyallahu anhâ) gördü ve takdir sadedinde “Ümmü Süleym! Sensin hâ!” buyurdu. Ümmü Süleym önden gidip ordunun dağılmasına sebep olan Mekkelilere çok kızgındı. Efendimiz’e döndü ve “Evet! Yâ Resûlallah! Babam, anam sana feda olsun! Gördün mü, sana beyat edip Müslüman olmuş bulunan şu topluluk, seni nasıl da yalnız bırakıp kaçtılar? Suçlarını bağışladığın, senin ordunu bozguna uğratan şu Mekkelilerin bu suçlarını bağışlama! Allah fırsat verince, seninle çarpışan şu müşrikleri geberttiğin gibi onları da gebert! Çünkü onlar bunu hak ettiler!” dedi.
Efendimiz, onun tepkisini anlıyordu. Yapılan hata çok büyüktü ve neredeyse bütün Müslümanları tehlikeye atacaktı fakat Efendimiz hissî düşünmüyor, her zaman dengeli hareket ediyordu. Ümmü Süleym’e döndü ve “Ümmü Süleym!” diye seslendi. Ardından şöyle buyurdu: “Allah bana yetmez mi? O’nun affı çok geniştir! Ümmü Süleym! Gücün yetince, iyilik et!”
Ümmü Süleym sözlerini üç defa tekrarlamış ve her seferinde aynı cevabı almıştı. Zira yıllar geçse de hadiseler ve failler değişse de zaman ve mekân farklılaşsa da hiç değişmeyen şey, Rahmet Peygamberi’nin muhatabını hak çizgiye getiren duruşuydu.10
Uyeyne İbn-i Hısn’ın Boynunun Vurulması Teklifi
Hicret sonrasında yaşanan şiddet olaylarının en önemli aktörlerinden biri de Taif’te, muhkem kaleler arkasında yaşayan ve yıllar önce Efendimiz’e hayatının en acı günlerini yaşatan Sakîflilerdi. Bu kabile, Müslümanlar aleyhine tertip edilen hemen her oyuna bir şekilde destek veriyor ve onlara saldırıp kaçanlara da kucak açıyorlardı. Nitekim Huneyn sürecinde de boş durmamış ve Hevâzinlilere her türlü desteği vermişlerdi. Huneyn zaferle sonuçlanınca Taif kalesi Müslümanlar tarafından kuşatılmıştı.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), kan dökülmesini istemiyor ve Sakîflileri kendiliğinden teslim olmaya itecek değişik stratejiler uyguluyordu. Uyeyne İbn-i Hısn kendisine gelip “Ya Resûlallah! İzin ver de Taif kalesine gidip onlarla konuşayım! Belki Allah onlara hidayet nasip eder.” deyince ona izin vermiş ve Sakîflilerle konuşması için göndermişti. Ne var ki Uyeyne onların kalesine gidince tam tersi istikamette konuştu ve Sakîflilere şöyle seslendi: “Babam, anam sizlere feda olsun! Vallahi, Muhammed hiçbir zaman sizin gibisiyle karşılaşmadı! Kalenizde direnin! Burası sarp ve korunaklı bir yerdir! Silahınız çok, akarsularınız boldur! Asla korkmayın! Biz köleden daha zayıfız! Sakın teslim olmayın! Şu ağaçların kesilmesi de size ağır gelmesin!” Ardından da Müslümanların yanına döndü.
Uyeyne geri dönünce Efendimiz kendisine “Ey Uyeyne! Onlara ne söyledin?” diye sordu. O da “Kendilerine İslâm’ı arz ettim ve Müslüman olmaya davet ettim. İslâm’ı tercih ediniz! Vallahi, Muhammed yurdunuzun ortasında sizi teslim almadıkça geri durmayacaktır! Kendiniz için O’ndan eman alınız! Sizden önce Kaynuka, Nadîr, Kurayza ve Hayber Yahudileri gibi kale ve silah sahipleri direnemeyip O’na teslim oldular.” dediğini ve elinden geldiği kadarıyla onların moral ve motivasyonlarını düşürdüğünü söyledi.
Efendimiz sükût etti ve onun sözünü bitirmesini bekledi. Sonra da “Yalan söylüyorsun! Onlara şöyle şöyle söyledin!” buyurdu ve dediklerinin hepsini haber verdi.
Uyeyne, hem Sakîflileri Müslümanlar aleyhine kışkırtmış ve hem de hilaf-ı vaki beyanda bulunarak Efendimiz’i aldatmaya kalkmıştı ama bunu başaramamış ve içini kaplayan pişmanlık duyguları onu sıkmaya başlamıştı. Kafasını kaldırdı ve “Doğru söyledin yâ Resûlallah! Ben bu sözlerimden dolayı Allah’tan mağfiret diler, O’nun ve Senin affını talep ederim!” dedi.
Hazreti Ömer oradaydı ve Efendimiz’e karşı yapılan bu yakışıksız hareketin karşılıksız kalmamasını istiyordu. Döndü ve “Yâ Resûlallah! Bırak beni de şunun boynunu vurayım?” dedi. Efendimiz, Hazreti Ömer’e “Hayır! İnsanlar, arkadaşlarını öldürüyor, diye aleyhte konuşur!” buyurdu ve Uyeyne’yi affetti. Efendimiz bu duruşuyla Müslümanları dengeli olmaya, affetmeye, İslâm’ın nurlu çehresini kirletmek için fırsat kollayanlara, gönülleri ondan uzaklaştırmalarına vesile olacak kozlar vermemeye davet ediyordu.11
Has’amoğulları’na Saldırma Teklifi
Müşrik kabileler Efendimiz’in Medine’de inşa ettiği toplumdan, medeniyetten, barış ve kardeşlik ortamından çok ciddi şekilde rahatsız oluyorlardı. Zira O’nun adı, her geçen gün biraz daha duyuluyor ve inşa ettiği güzellikler insanları bir vakum gibi O’nun şehrine çekiyordu. O parladıkça bütün yalancı mumlar sönüyor ve şirkin, kinin, kibrin karanlık dünyası tarumar oluyordu. Bundan dolayı sürekli şiddete başvuruyor ve Medine’ye saldırı planları, hazırlıkları yapıyorlardı. Medine ve etrafındaki yerlerin güvenliğini sağlamak, kargaşanın önüne geçip temin edilen nizam ve intizamı sürdürmek isteyen Efendimiz, tehlike sezdiği yerlere, saldırı hazırlığı yapan hedeflere onlar buna nail olamadan devriye birlikleri gönderiyordu. Böylece hem saldırıyı engelliyor hem de tam toparlanamayan çeteler dağılıp dağlara kaçıyor ve böylece kan dökülmeden bu tehlikeler atlatılmış oluyordu.
Hicretin yedinci yılında Medine’ye saldırı planları yapan bazı Hevâzinli grupların haberi Efendimiz’e ulaşmıştı. Bunun üzerine Hazreti Ömer’i otuz kişilik bir birlikle derhâl onların toplanma yerleri olan Türebe’ye gönderdi. Müslüman bir birliğin kendi üzerlerine geldiğini haber alan Hevâzinliler kaçıp etrafa dağılmışlardı. Tehlikenin ortadan kalktığını gören Hazreti Ömer (radıyallahu anh) Medine’ye geri dönmek için Necd yolundan harekete geçmişti. Yolda rehberlik yapan kılavuz kendisine Has’amoğulları’ndan savunmasız bir topluluğa saldırmayı teklif etti. Şiddet teklifleri karşısında Efendimiz’in duruşunu çok iyi bilen Hazreti Ömer “Allah Resûlü onlarla çarpışmayı bana emretmedi!” dedi ve verilen emrin dışına çıkamayacağını ifade etti. Ardından da birliğiyle beraber Medine’ye geri döndü.12
Bütün bu misallerden anlaşılmaktadır ki Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), şiddet karşısındaki genel duruşunu hayatı boyunca sürdürmüştür. O bir rehber ve lider olarak, arkadaşlarının hissi hareket edip şiddete başvurmak istedikleri yerlerde hep dengeyi muhafaza etmiş, yangına körükle gidilmesine izin vermemiş, kendisine yapılanlar karşısında hep affetmeyi ve şefkatle muameleyi tercih etmiştir. O’nun bu tavrı zamanla muhatapların kalbindeki garaz, nefret ve hasedi eritip bitirmiş ve neredeyse hepsi gelip O’nun yanındaki yerlerini almışlardır. Allah Resûlü’nün bu duruşu ve tavsiyeleri zamanla sahabîlere de aksetmiş ve onlar da şiddet teklifleri karşısında -Allah hakkına ve kamu hukukuna saldırı olmadığı müddetçe- Efendimiz gibi duruş sergilemişlerdir.
Yazar: Yücel MEN
Dipnot:
- Nesâî, Cihâd 1 (4279); Hâkim, Müstedrek 2/382 (2424); Beyhakî, Kübrâ 9/19 (17741)
- İbn-i İshâk, Sîre, 1/193; İbn-i Manzur, Muhtasar 5/257
- İbn-i Hanbel, Müsned 25/94 (15798); İbn-i Hişâm, Sîre 1/269; Ebû Nuaym, Delâil 1/309. Yine Hazreti Numan İbn-i Hârise de beyat ederken: “Vallahi yâ Resûlallah! İstersen şu Mina halkını kılıçtan geçiririz!” demiştir fakat Efendimiz ona da: “Ben bununla emrolunmadım!” buyurmuştur. Ebû Nuaym, Delâil 1/305
- Hazreti Hakem İbn-i Keysân (radıyallahu anh) Medine’de kaldı, İslâm’ı güzelce yaşadı, ilim adına çok önemli mesafeler aldı ve Bi’r-i Mâune hadisesinde şehit olarak ebedî âleme gitti. Müslümanlığı tercih etmek istemeyen Osman İbn-i Abdillah fidye karşılığında serbest bırakıldı. Vâkıdî, Megâzî 47; İbn-i Sa’d, Tabakât 4/102; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe 2/54
- İbn-i Hişâm, Sîre 1/383; Vâkıdî, Megâzî 107
- Vâkıdî, Megâzî 107
- O gün Abdullah İbn-i Übeyy şunları söylemişti: “Vallahi, ömrümde böyle bir gün görmedim. Vallahi de bunların bir gün başıma geleceğini biliyordum ancak kavmim bana baskın geldi. Beni başlarına kral yapsalardı ya! Şimdi baksanıza, kendi ülkemizde bize üstünlük sağlayıp, üstünlüğümüzü de yok sayarak bizi hor ve hakir görüyorlar! Vallahi bizimle şu Kureyş çapulcularının durumu ancak “Besle kargayı oysun gözünü” atasözünde anlatılan gibidir. Vallahi Cehcâh’ın çağrısını duyacağım ana kadar, böyle bir karşı duruşun olacağından ümidimi kesmiş ve bunu duyamadan öleceğimi düşünmeye başlamıştım. Ne yazık ki şimdi ben yaşıyorum ancak bu çağrıya cevap verecek güç bulamıyorum. Şu da bir gerçek ki hele bir Medine’ye dönelim; işte o zaman aziz olan, zelil olanı oradan çıkaracaktır! Aslında bunu siz kendiniz yaptınız; onları siz kendi ülkenize kabul ettiniz ve onlar da gelip ülkenize yerleştiler. Mallarınızdan onlara pay ayırdınız ve artık onlar imkân sahibi oldular! Vallahi onlara kucak açıp da mallarınızla onları desteklemiş olmasaydınız onlar, bugün burada değil başka yerlerde olacaklardı. Bakın şimdi, yaptıklarınıza da rıza göstermiyor ve sizleri oklarına hedef hâline getiriyorlar. Hâlbuki sizler, O’nun için savaştınız ve çocuklarınızı O’nun uğrunda yetim bıraktınız! Bu durumda sizler sürekli azalırken onlar hep çoğaldılar!”
- İbn-i Hişâm, Sîre 2/180-182
- Buhârî, Megâzî 37; Müslim, Cihâd 45; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 27/42 (16513); Vâkıdî, Megâzî 383-386; İbn-i Sa’d, Tabakât 2/62-64
- Müslim, Cihâd 47 (134/1809); İbn-i Hanbel, Müsned 19/115 (12058), 20/292 (12977), 21/397 (13975), 21/440 (14049); İbn-i Kesîr, el-Bidâye 4/353; İbn-i Hişâm, Sîre 2/279; Taberî, Târîh 3/183
- Vâkıdî, Megâzî 621
- Vâkıdî, Meğâzî 493-494; İbn-i Sa’d, Tabakât 2/89-90; İbn-i Kesîr, Bidâye 4/239