Semûd Kavminin Kalıntıları ve Hıcr
Yine hareket başlayıp da Semûd kavminin kalıntılarının bulunduğu Hıcr denilen mevkiye geldiklerinde ashâb, Semûd halkının kalıntıları içine dalmış, kuyularından su çekip kırbalarını doldurmaya başlamışlardı. Hâlbuki Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), burayı görür görmez devesini hızlandırmış ve yüzünü de kapatarak hızla yol almaya başlamıştı! Ashâbının bu hâlini görünce onlara seslendi ve:
– Kendilerine zulmedenlerin arkada bıraktıkları kalıntıları arasında gezinirken, onların başlarına gelenlerin sizin de başınıza gelmemesi için ibret nazarlarıyla ve hüzünle dolaşın; ayrıca onların ne suyunu kullanın ne de namaz için buradan abdest alın! Yoğurduğunuz hamurları da develere verin, buyurdu. Sonra da, ashâbını alıp Sâlih aleyhisselâmın devesinin çıktığı kayanın yanına geldi. Geçmişte yaşanan olağanüstü bir hadiseyi onlarla paylaşarak ashâbına nasihat ediyordu:
– Durup dururken mucize istemeyin, diyordu. “Sâlih aleyhisselâmın kavmi de ondan bunu istemişlerdi ama talep ettikleri mucize kendilerine verilip de buradan bir deve çıkınca, tavırları değişiverdi. Zira Allah (celle celâluhû) onlara, dişi bir deve ihsan etmişti. Bu deve de, her gün şu yoldan suya iner ve suyunu içtikten sonra da tekrar geri dönerdi! Onlar buna tahammül etmeyip Rablerine karşı isyanla gerildi ve bu deveyi boğazladılar! Hâlbuki o, bir gün bu sudan içiyor ve diğer gün hepsine yetecek miktarda süt veriyordu! Öyle olunca da Allah (celle celâluhû), gökkubbe altında ne kadar Semûd halkı varsa hepsini şiddetli bir sayha ile cezalandırdı; Harem’e sığınan bir adam dışında onlardan geride kimse kalmamıştı!”
Merak içinde bu adamın kimliğini soranlara da, Tâif’e giderken mezarını göstererek:
– O, Ebû Riğâl’di, buyuracak ve şöyle ilave edecekti:
Ancak, Harem’den çıkar çıkmaz ona da kavminin başına gelenler isabet edecekti; öyleyse sizler, gazab-ı ilahiye dûçâr olmuş bir kavmin yanına girmeyin!
Efendiler Efendisi bunları söylerken, aralarından biri çıkıp da:
– Ne kadar da ilginç, diye tepki verince Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Size bundan da ilginç olanı haber vereyim mi, diye sordu. “Sizin içinizden bir Zât, sizden önceki devirlerde olanları da sizden sonrakilerin başına gelenleri de size haber veriyor; öyleyse sizler, dosdoğru insanlar olun ve en doğru olanın peşinden ayrılmayın! Zira siz istedikten sonra Allah (celle celâluhû), size de azap etmekten sakınmaz!1
Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Hıcr’dan ayrılırken kuyulardan su alıp da onları yanlarında taşımamalarını ashâbına tembihlemişti, fakat çok geçmeden yolun meşakkatiyle havanın sıcaklığı yine ashâbı kasıp kavurmaya başlamıştı. İnsanlar susuzluktan kırılıyordu; susuzluklarını gidermek için develerini kesiyor ve hörgücünü sıkıp ihtiyaçlarını buradan karşılamak istiyorlardı! Nihâyet Allah Resûlü’nün yanına gelip de durumlarını arz etmeyi denediler; nebevî şefkatin kapısını çalan yine Hz. Ebû Bekir’di:
– Yâ Resûlallah, diyordu. “Allah (celle celâluhû) Sana, dua gibi bir bereket ihsan etmiş; bizim için O’na duada bulunmaz mısın!”
Aslında bunu söylerken Hz. Ebû Bekir, lisan-ı hâliyle bir dua hâline gelmişti. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ona:
– Bunu gerçekten istiyor musun, diye sordu.
– Evet, diyordu Hz. Ebû Bekir. Bunun üzerine Efendiler Efendisi, önce iki rekât namaz kıldı ve ardından da, ellerini kaldırıp dua etmeye başladı. O ne dua idi ki, daha mübarek eller semaya kalkıp da dudaklar kıpırdar kıpırdamaz semada bir gürültü koptu. Bu arada bulutlar da belirmeye başlamıştı; şakır şakır yağmur yağıyordu! Gözlerin içi gülmüş ve insanlar, ikram-ı ilahî olarak kendilerine bahşedilen bu yağmurdan kana kana içiyor ve kırbalarını dolduruyorlardı. Bu lütfu münafıklara da hissettirmek gerekiyordu ve ashâbdan bazıları onların yanına giderek, bütün bunlara rağmen hâlâ tereddütlerinin devam edip etmediğini öğrenmek istemişti; ancak iman bambaşka bir hadiseydi!
Zira o şahıs, sanki az önceki sıkıntıları hiç yaşamamışçasına bu ihsanın, her zaman olabilecek tabiî bir olay olduğunu söylemeye çalışıyor ve:
– Bize bu yağmuru, gelip geçen filan bulut indirdi, diyerek Müsebbibü’l-Esbâbı görüp de O’na şükredeceği yerde sebeplere takılıp yollarda kalıyordu!
Yine hareket edip de azıcık mesafe aldıklarında, az önce nebevî duanın neticesinde başlarından aşağıya inen yağmurun, sadece askerin bulunduğu yere indiğine şahit olacak ve imanları bir kat daha güçlenerek Rablerine yürekten hamdedeceklerdi.
Bir taraftan da hayat devam ediyordu; insanlar arasında zaman zaman ihtilaflar da yaşanıyor ve insanlar bu ihtilâftan kurtulmak için soluğu Efendimiz’in huzurunda alıyorlardı! Askerler arasında bulunan bir adamla kölesi arasında anlaşmazlık çıkmış ve bu anlaşmazlık sırasında adam, kölenin elini ısırmıştı; ısırmıştı ısırmasına ama acının şiddetiyle elini çeken kölenin parmaklarıyla birlikte adamın ön dişleri de dökülmüş ve bu, yeni bir kavga sebebi olmuştu. Neticede mesele Allah Resûlü’nün huzuruna getirildi; ihtilâfı çözmesi ve aralarında hüküm vermesi isteniyordu. Tarafları dinledikten sonra Efendiler Efendisi, önce:
– Sizden birisi, devenin ısırdığı gibi kardeşini mi ısırmaya başladı, diye tepki gösterecek ve:
– Elini senin ağzına, devenin ısırması gibi ısırasın diye mi bıraktı ki, buyurarak, beklentilerin aksine düşen dişler konusunda herhangi bir diyet takdir etmeyecekti!
Artık Tebûk’e yaklaşılmıştı; ashâbına dönerek:
– İnşâallah yarın Tebûk pınarlarının olduğu yere ulaşmış oluruz: Yarın ancak kuşluk vakti orada olursunuz! Sizlerden herhangi biri oraya Benden önce ulaşırsa, sakın ola ki o sulardan içmesin, diyecekti. Çünkü yine su sıkıntısı baş göstermişti; Efendiler Efendisi de, orada bulunan suları azami derecede değerlendirmek, ashâbı arasında berekete vesile kılmak istiyordu! Onun için münâdiler vasıtasıyla ashâbına da seslenmiş ve bu konuda titizlik göstermelerini talep etmişti.
Dipnot:
- Bunları söyledikten sonra Efendimiz (s.a.s.), o gece şiddetli bir rüzgâr eseceğinin haberini vermiş ve çok geçmeden söylediği husus aynen çıkmıştı. Aynı zamanda gidiş ve dönüş itibariyle Tebûk yolu, yiyecek ve içecekler konusunda defalarca yaşanacak farklı mucizelere gebeydi. Bkz. Buhârî, Sahîh, 2/539 (1411); Müslim, Sahîh, 4/1785 (1392); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/424 (23652)