Sahabede İnisiyatif Alma İradesi
Kur’ân ve Sünnet ile şekillenen sahabe, birer irade, azim, kararlılık, cesaret ve mesuliyet nesliydi. Onlar, Allah Resûlü’nün davetine “Evet!” demekle aynı zamanda zulüm ve baskıya maruz kalacaklarını biliyor ve tercihlerini buna rağmen yapıyorlardı. Zira temel hak ve hürriyetlere bile saygısı olmayan azgın muhatapları, mü’minleri dinlerinden döndürmek, olmadı yok etmek için her türlü şiddete başvuruyordu. Üstelik onlar, atalarından kendilerine miras kalan ve alışageldikleri Cahiliye kültürünü, inanışını ve yaşantısını da arkada bırakmışlardı. Şiddet ve dışlanma atmosferinde tedricî bir şekilde indirilen İslam’ı yaşamaya ve kendi medeniyetlerini inşa etmeye de çalışıyorlardı. Bütün bunlar da irade isteyen hususlardı ki imanlarından aldıkları ruh, Kur’ân’dan aldıkları kültür ve Allah Resûlü’nden aldıkları eğitim ile bunu başarmışlardı.
Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm), gerekli durumlarda inisiyatif almaktan çekinmediği gibi idaresi altındaki ashâbının da maddî manevî potansiyellerini ve imkanlarını kullanmalarına, problemlerin çözümü, tıkanıklıkların giderilmesi, İslam medeniyetinin inkişafı ve gelişimi noktasında inisiyatif almalarına her zaman açık duruyordu. Böylece gelişme ve ilerleme adına herkesin iradesinden, imkân ve kabiliyetlerinden, ufuk, basiret ve birikiminden istifadeye zemin hazırlıyordu. Onlar da gerekli gördükleri durumlarda muhtemel risklerine rağmen inisiyatif alıyor ve aldıkları inisiyatifi, cesaretle hayata taşıyorlardı.
Kölelerin Satın Alınıp Kurtarılması
İslam’ı kabullenemeyen ve hazmedemeyen şirkin önderleri, Allah’ın nurunu söndürmek, Allah Resûlü’nü durdurmak ve davasını bitirmek için sözlü fiili şiddete başvuruyorlardı. Yaptıkları zulüm ve haksızlıklar özellikle köle mü’minler üzerinde dayanılmazlar boyutlara ulaşıyordu. Onları hür iradeleriyle yaptıkları bu tercihlerinden dolayı cezalandırmak, tevhitten şirke İslam’dan putperestliğe geri çevirmek ve O’nun (aleyhissalâtu vesselâm) daveti noktasında halkın gözünü korkutmak için çok ağır işkencelere el atıyorlardı. Köle oldukları ve çoğunlukla işkenceleri efendileri kendilerine reva gördüğü için kimse onlara sahip çıkıp bu zulme dur diyemiyordu. Kendisi de farklı farklı zulümlere maruz kalan Allah Resûlü, onların çektikleri bu acılara çok üzülse, kurtuluşları için dua etse, yanlarına uğrayıp moral verse ve sabırlı olmalarını tavsiye etse de fiili olarak onları kurtarma imkânı bulamıyordu.
Onların çektiği bu acılar karşısında büyük üzüntü yaşayanlardan birisi de Hz. Ebû Bekir’di (radıyallahu anh) ve mü’min kardeşlerini bu şekilde görmek, onu da iki büklüm ediyordu. Onları kurtarma adına inisiyatif almaya ve o güne kadar ticaretten elde ettiği kırk bin dirhemlik servetini, bu zayıf ve mazlum Müslümanları, kurtarmak için harcamaya karar vermişti. Servetin çok çetin şartlarda elde edilebildiği ve yarınların neye gebe olduğu bilinmeyen o gün ki koşullarda bu karar çok riskliydi. Buna rağmen o, köle mü’minleri sahiplerinden satın alıp hürriyetlerine kavuşturursa belki çektikleri eza ve cefanın önüne geçebileceğini düşünüyordu. Hemen harekete geçmiş ve ilk olarak çok ağır işkenceler altında inim inim inleyen Hz. Bilâl’i ve annesi Hamâme’yi satın alıp azad etmişti. İlerleyen günlerde Âmir İbn-i Füheyre’yi, Ebû Fükeyhe’yi, Ümmü Ubeys’i, Zinnîre’yi, Lübeyne’yi, Nehdiye ve kızını da büyük paralar ödeyerek satın almış hem hürriyetine kavuşturmuş hem de efendilerinin işkencelerinden kurtarmıştı.1
Onun aldığı bu inisiyatif, müşrik babası Ebû Kuhafe’yi rahatsız ediyordu. Oğluna, güçsüz ve zayıf köleler yerine güçlü kuvvetli olanları satın almasını, en azından onları işlerinde kullanabileceğini söylüyordu. Buna karşılık Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh), maksadının onlardan faydalanmak değil onları zulümden kurtarıp Allah’ın rızasını kazanmak olduğunu ifade ediyordu.2 Onun bu niyeti ve yaptıkları, ind-i ilahide takdir edilmiş ve Leyl Sûresi’nin şu ayetleriyle duyulan hoşnutluk haber verilmişti:
“Malını Allah yolunda harcayıp O’na saygı duyarak haramdan sakınan, O en güzel kelimeyi (kelime-i tevhidi) tasdik eden kimseyi, Biz de en kolay yola muvaffak ederiz.3 O, verdiğini kendisine yapılan bir iyiliğin karşılığı olarak vermez. Verdiğinden ötürü hiç kimseden mükâfat da beklemez. Sadece ve sadece yüce Rabbini razı etmek ister. Kendisi de ukbada elbet hoşnut olur.”4
Dâru’l-Erkâm
Allah Resûlü, risaletin ilk günlerinde Mekke’deki gerginliği tırmandırmama adına mü’minleri ibadet ve müzakere için şehir dışında gözden ırak yerlere yönlendirmişti. Bir müddet sonra onların Mekke’den çıkışını fark eden müşrikler, kendilerini takip etmeye ve gittikleri yerlerde de onlara sataşıp saldırmaya başlamışlardı. Bunun üzerine O (aleyhissalâtu vesselâm), gelişmeyi ashâbıyla istişâreye açmıştı. Mecliste hazır bulunanlardan birisi de on beş yaşındaki Hz. Erkâm İbn-i Ebi’l-Erkâm’dı (radıyallahu anh). Hz. Erkâm, Mekke’deki şirkin ve zulüm düzeninin önderlerinden Ebû Cehil’in yakın akrabasıydı ve o, yakın uzak demeden kimseye göz açtırmıyordu. Buna rağmen Hz. Erkâm, problemin çözümü adına inisiyatif almış ve Safa tepesindeki evini, tebliğ, eğitim ve toplantı için Allah Resûlü’nün kullanımına tahsis etmeye karar vermişti.
Bütün risklerine rağmen onun aldığı bu inisiyatif, çok büyük hizmetlere kapı aralamıştı. Allah Resûlü hem İslam’a meyilli insanlarla hem de mü’minlerin bir kısmıyla burada buluşuyor ve onları, burada yetiştiriyordu. Dâru’l-Erkam’daki bu tebliğ ve eğitim faaliyeti yaklaşık altı yıl sürmüştü.5 Üstelik burada yetişen mü’minleri, kendilerine zimmetlediği Müslümanların evlerine de gönderiyordu. Böylece hem onları sahada istihdam ediyor hem de her evi, bir eğitim yuvasına dönüştürüyordu. Mesela Hz. Habbâb İbn-i Eret (radıyallahu anh), Dâru’l-Erkam’ın müdavimlerinden biriydi ve Allah Resûlü, kendisine Hz. Saîd İbn-i Zeyd’i (radıyallahu anh) ve hanımı, Hz. Ömer’in kız kardeşi Hz. Fatıma’yı (radıyallahu anhâ) zimmetlemişti. Hz. Habbâb, onların evine geliyor; kendilerine, inen sûreleri talim ediyor ve Allah Resûlü’nün mesajlarını ulaştırıyordu.6
Hz. Mus’ab’ın (radıyallahu anh) Medine’ye Gidişi
Buas savaşında babalarını ve büyüklerini kaybetmeleri, Evs ve Hazrec’in gençlerini bir arayışın içine itmişti. Yeni bir savaş istemiyor ve güçsüz düştükleri için Yahudi kabilelerinin tehditlerinden endişe ediyorlardı. Bu arada Allah Resûlü, risaletin dördüncü yılı başladığı, panayır ve hacca gelen kabileleri İslam’a davet stratejisini, aldığı olumsuz cevaplara rağmen ısrarla sürdürüyordu. En sonunda gayretlerinin meyvesini almış ve on birinci yılda Akabe’de altı Hazrecli gencin gönlüne girmişti. Bir yıl sonra aynı yerde on iki Evs ve Hazrecli gençle tekrar buluşmuş ve onlarla I. Akabe beyatını gerçekleştirmişti. Bu gençler hem İslam’ı hakkıyla öğrenme hem de Medine’de İslam’ın inkişafı adına inisiyatif almaya karar vermiş ve O’ndan, bir muallim/mürşid talebinde bulunmuşlardı. Bu çok riskli bir karardı zira on bin kişilik Medine’de mü’minlerin sayısı yirmiyi geçmiyordu ve gönderilecek muallimin yürüteceği tebliğ ve eğitim faaliyetine, Kureyş’in, Yesribli müşriklerin ve Yahudilerin nasıl tepki vereceği belli değildi.
Alınan inisiyatifi isabetli bulan Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm), Hz. Mus’ab’ı (radıyallahu anh), İslam’ı anlatması, Kur’ân’ı talim etmesi ve Sünnet’i öğretmesi için Medine’ye göndermişti. Hz. Mus’ab tercihi, bilinçli bir tercihti. Zira Medinelilerin büyük çoğunluğu gençti. Ve O (aleyhissalâtu vesselâm), onlara rehber olarak kendileri gibi genç, fedakâr, zeki, temsil keyfiyeti yüksek, Kur’ân’a vukufiyeti ve ilmi kişiliği ile ön plana çıkan ve her açıdan ideal bir eğitimci portresine sahip birisini görevlendiriyordu. Böylece Medineli gençlerin gökteki yıldızı o olmuştu. Ve İslam, onun vesilesiyle Medine’ye ilim yoluyla dahil olmuştu. Bunu ifade sadedinde Allah Resûlü, “Hiçbir şehir veya ülke kolay kolay fethedilmemiştir. Halbuki Medine, Kur’ân yoluyla kolayca fethedilmiştir!”7 buyurmuştu. Büyük risklere rağmen alınan inisiyatif, semeresini vermiş; Hz. Mus’ab, mü’minleri ilim noktasında doyurmuş, şehre İslam’ı duyurmuş ve çoğunluğu genç onlarca yeni insanın gönlüne girmişti.
Medine’ye Hicret
Müşriklerin zulüm ve baskılarından dolayı Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm), Mekke’de büyük sıkıntılar çekiyordu. Çözüm olarak Taif’e gitmiş; Sakiflilerden kendisine ve davasına destek olmalarını istemişti. Fakat onlar, olumsuz karşılık vermekle yetinmemiş ve O’na, hayatının en zor günlerini yaşatmışlardı. Sonrasında irşad ve tebliğ için Medine’ye gönderdiği Hz. Mus’ab (radıyallahu anh), yetiştirdiği insanlara, ilim, irfan yanında şuur ve ufuk da aşılamıştı. Büyük çoğunluğu Allah Resûlü ile tanışmayan ve neredeyse tamamı genç bu mü’minler hem İslam tarihinin hem de insanlık tarihinin seyrini değiştirecek bir inisiyatif almışlardı. Kendi aralarında toplanmış, “Daha ne kadar Allah Resûlü’nü Mekke’nin dağları arasında sahipsiz, baskı ve zulüm içerisinde bırakacağız!?”8 demiş, kavimlerinin kahir ekseriyeti müşrik olmasına ve başta Kureyş olmak üzere bütün İslam düşmanlarını karşılarına alma pahasına O’nu ve ashâbını Medine’ye davet etmeye karar vermişlerdi.
Aldıkları inisiyatifi uygulama adına ikisi kadın yetmiş beş kişi, Medine’den hareket eden dört yüz yirmi beş kişilik müşrik hac kafilesine katılmışlardı. Akabe’de gizlice Allah Resûlü ile buluşmuş ve O’nu (aleyhissalâtu vesselâm) memleketlerine davet etmişlerdi. Buluşma yerinde bulunan amca Abbas, bunun çok riskli bir davet olduğunu ve bütün Arap kabilelerinin, tek yaya konulmuş bir ok gibi hep birlikte karşılarına dikileceklerini haber vermişti. Tüm riskleri göze aldıklarını ve O’nu canları pahasına koruyacaklarını söyleyen Medineli mü’minler, bu konuda O’na beyat edip söz vermişlerdi. Onların aldıkları bu inisiyatif, İslam’ın geleceği adına isabetli bulunmuş ve Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm), Medine’ye hicret emrini vermişti. Kendisi de çok geçmeden hicret etmişti. Onlar, aldıkları bu inisiyatiften dolayı bin bir gaile ile karşı karşıya kalsalar da hicretle beraber, İslam’ın insanlığa ulaşmasını sağlayacak ve insanlık tarihinin akışını değiştirecek yeni bir süreç başlamıştı.
Birliğin Açlıktan Kurtarılması
Allah Resûlü, Hz. Ebû Ubeyde’yi (radıyallahu anh) üç yüz kişilik bir birlikle Kızıldeniz taraflarına göndermişti. O günlerde Medine mali cihetten çok zor durumdaydı; halk yiyecek bir şey bulmakta zorlanıyordu. Buna rağmen birlik, sabır, cesaret ve metanet içerisinde yola çıkmıştı. Yanlarında ise sadece bir torba hurma vardı. Hz. Ebû Ubeyde, hurmaların askerlere dağıtımı ile bizzat ilgileniyordu. Zira sefer uzun ama erzak azdı. Bunun için o, askerlerine, “Hurmanızı bir kerede yemeyin. Zira yerseniz başkasını bulamazsınız. Onu emip üzerine su için. Sonra ağzınızdan çıkarıp heybenize koyun. İkinci öğünde ikinci bir sefer emin ve tekrar üzerine su için. Böylelikle üçüncü öğününüze kadar saklayabilirsiniz.” diyordu.
Bu şekilde hareket etmelerine rağmen çok geçmeden hurmalar tükenmiş ve sahile vardıklarında yanlarında erzak namına hiçbir şey kalmamıştı. İçlerinden biri orada genellikle develerin beslendiği çok dikenli bir çöl bitkisi bulmuş ve “Ey cemaat, sizler açsınız ve açlık sizi yorgun düşürmüş durumda. Şayet düşman ani bir saldırı düzenlerse karşılarında aciz kalacaksınız. Yanınızda yiyecek bir şeyiniz de yok. İşte yeşil yapraklar. Değneklerle onu dökün ardından da develerin yediği gibi sizde yiyin. Umulur ki bu size güç ve takat verir ve siz de düşmanla mücadele edebilirsiniz.” demişti. Bunun üzerine yaprakları dökmüş ve yiyerek ayakta kalmaya çalışmışlardı. Yalnız yapraklar damaklarına zarar vermiş; kanatmış ve dudakları şişmişti. Bir müddet sonra sahile bir balina vurmuş; onunla beslenmiş ve bu şartlarda Allah Resûlü’nün kendilerine verdiği görevleri yerini getirmeye gayret etmişlerdi.
Dönüş vakti yaklaşınca tekrar erzak sıkıntısı ortaya çıkmıştı. Orduda yer alanlardan birisi de Hazrec’in başındaki Hz. Sa’d İbn-i Ubâde’nin oğlu Hz. Kays’tı (radıyallahu anhuma). Probleme çözüm üretme adına inisiyatif almaya karar vermişti. Civarda bulunan Cüheyne kabilesine mensup kimselere, “Kim benden deve karşılığında hurma satın almak ister? Burada bana develeri verecek ben de ona Medine’de hurmasını teslim edeceğim?” demişti. Askerler arasında bulunan Hz. Ömer (radıyallahu anh), onun bu girişimine şahit olunca “Bu ne acayip bir delikanlı! Malı olmadığı gibi bir de babasının malına karşılık borç alıyor.” buyurmuştu. Hz. Kays, borç karşılığı on bir deve satın almış ve üç yüz kişilik askeri birliğin yiyecek problemini çözmüştü.
Kalan günlerde ve dönüş yolunda dokuz deveyi kesmişti. Son iki deveyi de kesmek isteyince birlik komutanı Hz. Ebû Ubeyde, “Ey Kays daha fazla kesmeni istemiyorum. Zimmetini zedelemek istiyorsun. Hem babanın bu borcu tanımayıp Cüheyneliye develerin ücretini vermeme ihtimali var!” demişti. Kays, emre itaat etmiş; kalan iki deveyi kesmemişti. Medine’ye ulaştıklarında Hz. Sa’d İbn-i Ubâde, oğlunun askerlerin erzak problemini çözme adına aldığı inisiyatifi haber alınca çok memnun olmuş ve kendisini takdir etmişti. Hem altına girdiği borcu ödemiş hem de yazılı bir belge ve şahitler eşliğinde dört bahçeyi kendisine vererek ödüllendirmişti. Olay, Allah Resûlü’ne ulaşınca taaccüb etmiş ve övgü mahiyetinde “O, cömert bir evdedir!” buyurmuştu.9 Zira babası da Hamrâu’l-Esed’e çıkılacağı ilan edilince yaralı Uhud ordusunun erzak problemini çözme adına inisiyatif almış; otuz deve getirmiş ve her gün kestiği develerle üç gün boyunca orduyu doyurmuştu.10
Mescid-i Nebevî’nin İmarı
Hicret sonrası Kuba’dan Medine’ye geçen Allah Resûlü, hemen Mescid-i Nebevî’nin inşasını başlatmış ve ashâbıyla birlikte yedi ay içerisinde tamamlamıştı. Mescidin tabanına bir şey döşenmemiş; düzeltilmiş ve toprak olarak bırakılmıştı. Çatı hurma dallarıyla örtüldüğü için yağmur yağdığında su içeri sızıyor, yerler ıslanıp çamur oluyordu. O ve ashâbı, böylesi bir zemine secde etmek mecburiyetinde kalıyorlardı. Yine bir gece çok yağmur yağmış ve mescidin tabanı çamur olmuştu. Bazı sahabîler, bu probleme çözüm üretme adına inisiyatif almış ve Allah Resûlü mescide çıkmadan önce tabana çakıl taşları sermişlerdi. Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm) çıkmış ve namazı eda etmişlerdi. Sonra onlara dönmüş ve “Ne güzel olmuş!”11 buyurmuştu. İnisiyatif alarak bu problemi çözen, ibadetlerin daha rahat ve huzurlu bir şekilde yapılmasına katkıda bulunan ashâbını takdir etmişti.
Mescid noktasında inisiyatif alan bir sahabî de Hz. Temîm İbn-i Evs ed-Dârî idi (radıyallahu anh). Hicretin onuncu ayında hizmete açılan Mescid-i Nebevî, yakılan hurma dallarıyla aydınlatılmaya çalışılıyordu. Yeni Müslüman olan Hz. Temîm, bu tabloyu görünce problemin çözümü adına inisiyatif almış ve Şam’daki bazı binalarda gördüğü aydınlatma sistemini, Mescid-i Nebevî’ye taşımak istemişti. Şam’dan ip ve yağ kandilleri sipariş verip getirtmişti. Kölesiyle birlikte mescidin direkleri arasına ipler germiş ve üzerlerine kandilleri asmıştı. Güneş batıp hava kararınca kandilleri yakmıştı. Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm), akşam namazı için çıktığında Mescid’in ışıl ışıl aydınlandığını görmüş ve “Bunu kim yaptı?” diye sormuştu. Kendisine “Temîm, yaptı!” demişlerdi. Onu yanına çağırmış ve “Sen, İslam’ı aydınlattın, Allah da seni dünya ve ahirette nurlandırsın!” buyurmuştu. Aydınlatma sistemini birlikte kurduğu kölesinin “Feth” olan ismini de “Sirâç” olarak değiştirmiş ve onu da takdir etmişti.12
Sonuç
Allah Resûlü’nün tebliğ ettiği hak ve hakikatler, idare hususunda ortaya koyduğu duruş ve esaslar, örnek hal ve hareketleri, ashâbının duygu, düşünce ve aksiyonuna verdiği değer, onlarda iradelerinin hakkını verme, problemlerin çözümü hususunda sorumluluk hissetme, inkişaf ve ilerleme noktasında inisiyatif alma iradesini ve ahlakını oluşturmuştu. Burada sadece bir kısmına dikkat çektiğimiz örneklerden de anlaşılacağı üzere onlar, en kritik zamanlarda İslam dininin insanlığa ulaşması adına engellerin ortadan kaldırılması ve problemlere çözüm üretilmesi için risklere rağmen inisiyatif alıyorlardı. Allah Resûlü, dine ve davaya ait kırmızı çizgiler gözetilerek alınan bu inisiyatifleri müspet karşılıyor, takdir ve tebrik ediyordu. Nitekim O’nun ashâbında geliştirdiği bu ahlâk, vefatından sonra başta Kur’ân’ın mushaf haline getirilmesi, irtidat hadiselerinin önünün alınıp İslam dünyasında birlik ve beraberliğin temin edilmesi olmak üzere sahabenin inisiyatif alıp birçok problemin üzerine cesaretle gitmesini beraberinde getirmişti.
Mü’minlere düşen bu konuda Allah Resûlü’nü ve ashâbını örnek alıp gerekli durumlarda işlerin daha iyiye ve ileriye gitmesi, tıkanıklıkların giderilmesi ve gailelerin ortadan kaldırılması için sorumluluk duygusuyla hareket etmek; iradenin, idarenin ve istişarenin hakkını vermek, gerekli yerlerde müspet ve meşru bir şekilde inisiyatif almaktan çekinmemek olmalıdır.
Dipnot:
- İbn-i Hişâm, Sîre 146, 147
- İbn-i Hişâm, Sîre 147
- Leys Sûresi, 92/5-7
- Leys Sûresi, 92/19-21
- Geniş bilgi için bkz. https://peygamberyolu.com/aktif-bir-sabir-ornegi-darul-erkam/
- Beyhakî, Delâil 2/216; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe 4/140; Heysemî, Keşfü’l-Estâr 3/169 (2493); Ahmed İbn-i Hanbel, Fedâilü’s-Sahâbe 1/285 (376); İsmâîl İbn-i Muhammed el-İsbehânî, Siyeru’s-Selefi’s-Sâlihîn 1/94
- Belâzurî, Futûhu’l-Buldân 1/17; İbn-i Ebî Hâtim, Cerh ve Ta’dîl 7/228; İbn-i Kayyım El-Cevzî, Zâdu’l-Meâd 1/178
- Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 22/347 (14456); İbn-i Hibbân, Sahîh 15/475 (7012); Beyhakî, Kübrâ 8/251 (16556)
- Bkz. Vâkıdî, Megâzî 2/221- 223; İbn-i Sa’d, Tabakât 5/266
- Bkz. Vâkıdî, Megâzî 1/286
- Ebû Dâvud, Salât 15 (458)
- İbnu’l-Esîr, Üsdü’l-Ğabe 454; İbn-i Hacer, İsâbe 546