Sabırsızlık Yok: “Allah Nurunu Tamamlayacaktır!”
Allah Resûlü’nün (aleyhissalâtu vesselâm) hayatı, ahlakı, hal, hareket ve hamleleri, her hususta müminler için zengin bir hayır, hikmet ve hakikat hazinesidir. O’nun vahyin rehberliğinde, örneklik ve ihsan şuuru içerisinde ortaya koyduğu fiil ve beyanları, eşya ve hadiseler karşısındaki durum ve duruşumuzun doğruluğunu, değerini anlama adına bir mihenk taşı vazifesi görür. Bu çerçevede O’nun, en amansız anlarda etrafındaki az sayıdaki sahabîye verdiği; zamana, zemine ve zahire bakıldığında imkânsız gibi gözüken geleceğe dair bazı haber ve müjdeler vardır.
Aslında zor zamanlarda müminlerin, yürüdükleri peygamber yoluna olan iman ve îtimatlarını artıracak haber ve müjdeler vermek, ahlak-ı ilahiyedendir. Mekke’nin o en çetin günlerinde müminlere hep sabırlı olmaları tavsiye edilir ve birileri istemese de “Allah nurunu tamamlayacaktır!” mesajı verilir.[1]Muhacirler, Medine’ye gelip Ensar’ın yanına yerleştiklerinde bütün Araplar kendilerine düşman kesilir ve adeta tek yaydan Müslümanları oka tutarlar. Öyle ki yanlarında silah olmadan ne geceyi ne de gündüzü geçirebilirler. Hatta ‘Acaba üzerimize emniyet gelip de silahsız yatıp kalktığımız, Allah korkusundan başka bir korku duymayacağımız günleri görecek miyiz?’ dedikleri olur.
Onlar bu halde iken Cenâb-ı Hak, “Allah içinizden iman edip yararlı işler yapanlara kesin olarak vaad buyurur ki: ‘Daha önce müminleri dünyada hâkim kıldığı gibi kendilerini de hâkim kılacak, kendileri için beğenip seçtiği İslâm dinini tatbik etme gücü verecek ve yaşadıkları korkulu dönemin arkasından, kendilerini tam bir güvene erdirecektir. Çünkü onlar, yalnız Bana ibadet edip hiçbir şeyi Bana şerik yapmazlar. Artık bundan sonra kim küfrana saparsa, işte onlar yoldan çıkıp Allah’a karşı gelmiş olurlar.”[2]ayetini indirir; onları, emniyet ve huzur dolu günlerle müjdeler.[3]
Yine ashâb-ı kirâm, umre heyecanı ve dâüssıla hasretiyle Mekke yollarına koyulur ancak hedeflerine 25 kilometre kala önleri kesilir. Yirmi gün bir ümit deyip Hudeybiye’de beklerler ardından da zahiren çok ağır gözüken bazı maddelere imza atıp Medine’ye doğru harekete geçerler. Yolculuğun ilk gecesinde Efendimiz’e (aleyhissalâtu vesselâm) Fetih Sûresi indirilir, hicran ve hüzün dolu Müslümanlara, büyük fetihlerin haberi ve müjdesi verilir.[4]
Dünyasında ye’se en ufak bir yer bulunmayan Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm)de Cenâb-ı Hak’tan habersiz insanların alaylarına rağmen her fırsatta geleceğe dair haber ve müjdeleri dile getirerek, en kritik anlarda ashâbının gözlerine fer, dizlerine derman verir, azimlerini coşturur, iman, ümit ve hayallerini ayakta tutar, iradelerini biler ve ruhlarını şahlandırır. Bunların bilinmesi, aynı yolun yolcusu ve benzeri sıkıntılara muhatap olan müminlerin, Allah ve Resûlü’nün vaatlerinin, gerçekliğine ve mutlaka gerçekleşeceğine olan iman ve îtimadını artırma noktasında faydalı olacaktır.
İlk Günler
“Oku!” vahyiyle, son ve evrensel mesaj Kur’ân’ın nuzûlü başlar ve Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm), bu mesajın içerdiği mana ve muhtevayı, temsil ve tebliğle görevlendirilir. İnsanlık tarihinin bu en büyük hadisesinden hemen haberdar olan Mekkeliler, olayı, Cahiliye kültürü (!), şahsi hırs, haset ve hesapların etkisinde okur. Hemen harekete geçer ve bu yüce davayı itibarsızlaştırma adına vahyi alaya alırlar. Bu, yürünecek yolun dünkü rehberlerinin sergüzeşt-i hayatına vakıf Varaka’nın daha ilk gün hatırlattığı, yola ait kaderin, başlangıcı ve ilerleyen süreçte Mekkelilerin takınacakları tavrın da açık bir göstergesi olur.
Üstelik şirk, şehvet, şöhret ve şiddetin genlerine işlediği şahısları ve toplumu, o güne kadarki yaşantılarını kökten değiştirecek yeni bir anlayış ve medeniyetle bir anda karşı karşıya bırakmak, onlarda büyük bir şok ve şaşkınlık meydana getirir. Bütün bunları nazara alan Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm), işin başında adımlarını çok dikkatli atar. Belli bir süre meseleyi sadece çok iyi tanıdığı, dost bildiği ve güvendiği insanlara açar ve açtırır. Bu sebeple namazları dahi gözden ırak yerlerde eda eder ve ettirir.
İlk vahyin inişinden birkaç ay sonra yanına Hz. Hadîce ve Hz. Ali’yi alan Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm), Mina’ya gelir ve bir dağın eteğinde beraberce namaza dururlar. O sırada dağın başında onlara gözcülük yapan amca Abbâs’ın iş ortağı ve güvendiği Afîf isimli şahıs, gördüklerine bir mana veremez; kim olduklarını ve ne yaptıklarını sorar. Efendimiz’den başlayan Hz. Abbas, O’nun yeğeni olduğunu, Allah’ın kendisini resûl olarak gönderdiğini ifade ettiğini, yanına duranın O’nun getirdiği dini kabul eden yeğeni Ali ve arkasına duran kadının da O’nun eşi olduğunu haber verir. Bunun üzerine Afif, O’nun kendisine tabi olanlara neyi haber verdiğini sorar. Amca Abbas da “Kisrâ’nın ve Kayser’in hazinelerinin bir gün onların eline geçeceğini”inananlara söylediğini bildirir.[5]
Bu günler, “Gördün mü, namaz kılmakta olan Kul’u (Muhammed’i) engelleyeni!”[6]ayetiyle Kur’ân’ın işaret ettiği ve Efendimiz’in (aleyhissalâtu vesselâm), Kâbe’nin yanında namaz kılmak istediğinde Mekkeliler engeliyle karşılaştığı ilk günlerdir. Şartlar açısından haberi ve müjdesi verilen hadise, hemen hemen imkânsız gibi gözükür. Ki zahire bakan ve aldanan dayısının oğlu Esved, bu haberi psikolojik baskının bir aracına çevirir ve on üç yıl boyunca Müslümanları gördüğü her yerde aşağılayıcı bir üslupla “Kisrâ ve Kayser’in ülkelerine vâris olacak meliklere bakın!”diyerek alay eder.[7]
Habeşistan Hicreti Öncesi
Risâletin dördüncü yılının başlarında Allah Resûlü’nün (aleyhissalâtu vesselâm)insanları açıktan ve toplu bir şekilde İslam’a davet etmeye başlamasından işkillenen Mekkeliler, inananları belirleme adına harekete geçer. İhbar, takip ve tahkikatla onları tespit ettikçe çılgına dönerler. Zira alaya aldıkları bu evrensel insanî hakikatler, çok kısa zamanda hepsinin evine ve en yakınlarının gönlüne girmiştir. Artık öfke ve kinle Müslümanlara bakar; onları, dinlerinden geri döndürmek için en ağır işkencelere başvurur ve hatta cana bile kıyarlar.
Yaklaşık bir yıl yedi ay süren bu işkence sürecinde Hz. Habbab (radıyallahu anh) ve bazı Müslümanlar, gelip yaşadıkları sıkıntıları arz eder ve kurtulma adına dua talebinde bulunurlar. Onları dinleyen ve kendileri için sürekli dua eden Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm), önce yolun daha önceki yolcularının yaşadıkları ağır imtihanlardan ve onların sağlam duruşundan bahseder. Ardından da “Allah elbette bu davayı tamamlayacak ve bütün dinlerden üstün kılacaktır. Öyle ki, hayvanına binip San’a’dan Hadramevt’e kadar tek başına giden bir kimse, Allah’tan başkasından korkmayacak, koyunları için de kurt saldırmasından başka bir şeyden endişe duymayacaktır.”haber ve müjdesini verir ve acele etmemelerini tavsiye eder.[8]
Allah Resûlü’nün (aleyhissalâtu vesselâm)bu haberi verdiği zemini, bir vesileyle Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali’ye şöyle anlatır: “Ya Ali, o günlerde sen daha çocuktun, biz ölümü göze almadan birine bir şey anlatmaya cesaret edemezdik. Dışarıya çıktığımız zaman bıçakların bizim için gayızla bilendiğini görürdük. İçeriye girdiğimiz zaman dışarıya çıkmaktan, dışarıya çıktığımız zaman da içeriye girmekten bütün bütün ümidimiz kesilirdi fakat her şeye rağmen tehlikeleri göze alarak bir şey yapmaya teşebbüs ederdik; zaten bunları göze almadan da hiçbir şey yapılamazdı.”[9]
Hicret Yolunda
13 yıl boyunca onca baskı, zulüm ve işkenceye rağmen yoluna devam Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm), önce 27 yılını geçirdiği evinden ardından da çok sevdiği ve tam 53 yıl yaşadığı Kâbe’nin sadefi Mekke’den ayrılır ve Medine yollarına koyulur. Zira her hamlelerinin boşa çıktığını gören Mekkeliler, birlikte bir karar alır ve O’nun canına kastetmek için toplanırlar. O’nu yerinde bulamayınca da başına 100 deve ödül kor ve civardaki bütün kiralık katillerle peşine düşerler. Ailesini arkada bu insanların arasında bırakmak zorunda kalan ve yakalanmamak için farklı güzergâhlar ve metotlar takip eden Allah Resûlü’nün peşine, 100 deve hayaliyle Müdlic oğullarının reisi ve süvarisi Sürâka İbn-i Mâlik’te düşer ve en sonunda hicret yolcularının izine ulaşır.
Uzaktan Sürâka’nın gelişine gören ve Kendisi adına endişelenen sadık dostu Hz. Ebû Bekir’e “Korkma, Allah bizimledir.”buyurur; Allah’la kurduğu irtibatı derinleştirme adına yoluna ve okumasına devam eder. Her hamlesinde sebepsiz bir şekilde atının ayaklarının sert zemine batıp tökezlediğini gören ve yere savrulan Sürâka, O’na zarar veremeyeceğini anlar, gördükleri karşısında paniğe kapılarak özür diler hatta atını kurtarmak için yardım talep eder. Sonra da geleceğini garanti altına alma adına Allah Resûlü’nden yazılı emân ister. Onun istediği emânı, Hz. Ebû Bekir’e yazdıran Allah Resûlü’nün kendisine bir de sorusu vardır: “Bir gün Kisrâ’nın bileziklerini takınca halin nasıl olur?” Az önce yaşadığı şoktan yeni kurtulan Sürâka’yı şimdi de şaşkınlık kaplar:“Krallar kralı Kisrâ İbn-i Hürmüz’ün mü!?” Sürâka’nın kiralık katillerin her tarafta kendisini aradığı Allah Resûlü’nden aldığı cevap nettir: “Evet!”[10]
Hendek Kazımı Esnasında
İslam’ı içlerine sindiremeyen Mekkeliler, hicreti de kabullenemez. Medine’de kurulan çiçeği burnunda yeni medeniyeti yok etme adına elini her fırsatta kılıca uzatır. Onlar bitirmeye çalışırken Müslümanların sayısı binleri bulur. Bu kez de Yahudilerin ve etraftaki Arap kabilelerinin büyük desteğini alarak yola koyulurlar. Diğer taraftan yaklaşan tehlikeyi haber alan Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm), ashâbıyla yaptığı istişare sonrası şehri ve sâkinlerini koruma adına hazırlıklara başlar. Ahzâb ordusunun Medine’ye saldırabilecekleri yerlere, Müslümanlarla beraber derin ve geniş hendekler kazar.
Ashâb-ı kirâm canla başla tayin ve tespit buyurulan yerleri kazarlarken karşılarına büyük bir kaya çıkar. Kazı aletlerini kırarlar ama kayayı parçalayamazlar. Durumu gelip Kendilerine arz ederler. Bunun üzerine Hz. Selmân’ın balyozunu alan Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm), kayanın bulunduğu yere gelir. “Bismillah” diyerek ilk darbeyi indirir. Kopan üçte birlik parçayla birlikte günlerdir kendisi gibi aç bir şekilde hendek kazan, taş kıran ve toprak taşıyan Müslümanlara bir haberi de vardır: “Allahu Ekber! Bana Şam`ın anahtarları verildi! Vallahi! Ben şu anda Şam`ın kırmızı köşklerini görüyorum.”İkinci “Bismillah” ikinci darbe ve kopan parçayla verilen ikinci haber: “Allahu Ekber! Bana Fars`ın anahtarları verildi! Vallahi! Şu anda ben, Kisrâ`nın Medâin şehrini ve onun beyaz köşklerini görüyorum.”Ardından üçüncü “Bismillah”, üçünce darbe ve tamamen parçalanan kayayla birlikte verilen son müjdeli haber: “Allahu Ekber! Bana Yemen`in anahtarları verildi! Vallahi! Şu anda ben, San`a`nın kapılarını görüyorum.”[11]
Allah Resûlü’nün verdiği haberlerin gerçekleşeceği hususunda ashâbın zerrece şüphesi olmasa da onların aralarına sızan münafıklar, her şeyi zahire ve zemine göre değerlendirir ve alaylı bir şekilde şunları mırıldanırlar: “Biz korkumuzdan ihtiyaç gidermeye gidemiyoruz, Muhammed ise adamlarına dünyanın en büyük mülklerini paylaştırıyor.”[12]
Tebûk Öncesinde
Bütün engellemelere, saldırılara ve kurulan onca tuzaklara rağmen Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm), iman, ümit, azim ve kararlılık içinde yoluna devam eder. Mekke gönüllere girilerek fethedilir ve Allah ile kulları arasındaki büyük bir engel daha kaldırılır. Peşinden tevhid medeniyetinin topraklarında temizlik başlar; şirki işmam ve işmar eden şeyler bir bir ortadan kaldırılır. Bunun için Hz. Ali, Füls putunu yıkmak için gönderilir ki karşısına dikilen Adiyy İbn-i Hâtim başarısız olur ve Şam’a kaçar.
Hz. Ali ise verilen vazifeyi bihakkın yerine getirdikten sonra esirlerle birlikte Medine’ye döner. Esirler arasında bulunan Adiyy’in kız kardeşi Seffâne, Allah Resûlü’nün (aleyhissalâtu vesselâm)huzuruna çıkıp kendini ifade eder, hürriyetine kavuşur ve Müslüman olur. Ardından da Şam’a kaçan kardeşi Adiyy’i bulup Medine’ye getirme adına izin ve yardım talep eder. Adiyy’i Müslümanların safında görmek isteyen Efendimiz, ona gerekli bütün desteği ve izni verir. Şam’a giden Seffâne, kardeşini bulup ikna eder ve Mescid-i Nebevî’ye getirir.
Adiyy’i ayakta karşılayan Efendimiz, onu odasına davet eder ve içerde bulunan tek minderi oturması için kendisine uzatır. Kendisi kuru yere oturur, onu Müslüman olup selamet bulmaya davet eder ve Adiy’in içinde bulunduğu din, duygu, düşünce ve endişelerle alakalı bazı bilgiler verir. Sonra da şunları söyler: “Biliyorum, senin bu dîne girmene mani, “Bu dîne sadece insanların zayıf ve güçsüzleri giriyor. Araplar, onları kısa zamanda yok ederler.” diye düşünmendir. Vallâhi, çok sürmez, Müslümanlarda mal o kadar bollaşacak ki zekâtını verecek kimse bulamayacaklar. Belki de senin, bu dîne girmene, onların düşmanlarının çok ve kendilerinin ise sayıca az olduklarını görmen, engel oluyordur. Vallâhi, çok sürmez, bir kadının, Kâdisiye’den devesinin üzerinde yalnız başına çıkıp Kâbe’yi ziyâret edeceğini ve bu yolculukta Allah korkusundan başka hiçbir korku duymayacağını da işiteceksin. Allah’a yemin ederim ki, çok yakında Allah, bu işi tamamlayacaktır; hatta Kisrâ İbn-i Hürmüz’ün hazineleri bile ele geçirilecektir.”
Allah Resûlü’nün son sözü Adiyy’i heyecanlandırır. Zira bahse konu olan hazine, o günün iki süper gücünden birisinin hazinesidir. Merakla birkaç defa sorar: “Kisrâ İbn-i Hürmüz’ün hazineleri mi?” Ama her seferinde aldığı cevap aynıdır: “Evet, Kisrâ’nın hazineleri! Hîre’den deve üzerinde hâmîsiz olarak tek başına çıkıp gelen bir kadın da Kâbe’yi tavaf edecektir. Belki de senin bu dîne girmene, gücü, Müslümanlardan başkasında görmen engel oluyordur. Allah’a yemin ederim ki, çok yakında, Bâbil ülkesinin beyaz köşklerinin de Müslümanlara açılacağını işiteceksin!”[13]
Netice
Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm), yürüdüğü yolun doğruluğundan zerrece şüphe etmez; iman, salih amel, takva ve sabır dairesinde bir ömür sürenlerin mutlaka varisi oldukları yeryüzünün dört bir tarafına ulaşacaklarına inanır. Tezahürlerinin bir kısmından yukarda bahsettiğimiz bu inancını, en zor zamanlarda bile dile getirmekten asla geri durmaz. Neticede beyan buyurulduğu şerait açısından imkânsız gibi gözüken bütün bu haber ve müjdeler, O’nun vefatından sonra bir bir gerçekleşir. Kisrâ ve Kayser’in hazineleri ashâbın eline geçer; Kisrâ’nın bileziklerini Hz. Ömer (radıyallahu anh), Süraka’nın bileklerine takıp Allah’a hamd eder; yırtıcı hayvanlardan başka hiçbir korkunun ve zekât verecek insanların bulunmadığı saadet dolu günler yaşanır.
Bütün bunlar göstermektedir ki Allah vaadinde hulf etmez ve birileri söndürmek istese de O, nurunu tamamlayacaktır. Yeter ki müminler, kendilerine zafer ve saadet dolu güzel günler vadedilen “kâmil îman, aşk, ilim, tahkîk, hür düşünce, kollektif şuur, riyazi düşünce, sanat” gibi vasıfları hayatlarının değişmeyen bir derinliği ve derdi haline getirebilsinler. İman, ümit, sabır ve kararlılıkla yürümeye devam etsinler. Bunu başardıklarında er ya da geç göreceklerdir ki neticeler, Allah’ın, samimi duygu düşüncelere, sâlih amellere, sabırlı ve sâdık kullara ihsan ettiği meyvelerden ibarettir. Muvakkat acılar ise gelecekte ihsan edilecek güzel günlerin, hazırlayıcısı ve habercisidir.
[1]Bkz. Saff Sûresi, 61/8; Tevbe Sûresi 9/32, 33; Yunus Sûresi 10/82
[2]Nûr Sûresi, 4/55
[3]Vâhidî, Esbâbu’n-Nuzûl 341, 342; Suyûtî, Lübâbu’n-Nukûl 188, 189; Vâdiî, Sahîhu’l-Müsned fî Esbâbi’n-Nuzûl 168, 170
[4]Hâkim, Müstedrek 2/498; Begavî, Meâlimu’t-Tenzîl 7/295; Zemahşerî, Keşşâf 5/534; Kastalânî, İrşâdü’s-Sâri 7/343
[5]Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 3/306 (1787); İbn-i Sa’d, Tabakât 8/18; İbn-i Abdilberr, İstîâb 2/204
[6]Alak Sûresi, 96/9, 10
[7]Belâzurî, Ensâbul’-Eşrâf 1/131, 132
[8]Buhârî, İkrâh 2; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 45/191 (27217)
[9]İbn-i Arabî, Muhâdaratü’l-Ebrâr 2/179; Kalkaşendî, Subhu’l-A’şâ 1/286
[10]Buhârî, Menâkıb 25; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe 455-456; İbn-i Hişâm, Sîre 2/102, 103
[11]Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 30/625 (18694, 18695)
[12]İbn-i Hişâm, Sîre 3/134
[13]Bkz. İbn-i Asâkir, Târîhu Dımaşk 40/73-76; Ebû Nuaym el-İsbehânî, Delâil 1/542
Yazar: Sadık Men