Ölü müşriklere sesleniş ve Peygamber Efendimiz (sas) farkı
Ölü Müşriklere Sesleniş
Müşrikler ise, Bedir’i terk edip kaçarken arkada yetmiş tane ölü bırakmışlardı.1 Savaş başlamadan önce Efendimiz’in yaptığı duada isimlerini zikredip de beddua ettiği Ebû Cehil, Ümeyye İbn Halef, Rebîa’nın oğlu Utbe ve Şeybe kardeşler ve Ukbe İbn Ebî Muayt da, Bedir’de ölenler arasındaydı. Hem de bunlar, Efendiler Efendisi’nin daha savaş başlamadan önce gösterdiği yerlerde cansız uzanmış yatıyorlardı. Kısa zaman sonra, kızgın güneşin altında kokmaya başlayacak ve etrafa dayanılmaz bir koku yayacaklardı.
Velîd İbn Utbe, Ebû Süfyân’ın oğlu Hanzala, Ümeyye İbn Halef’in oğlu Ali, Ukbe İbn Ebî Muayt, Hz. Talha’nın amcası Umeyr İbn Osman, Ümmü Seleme Validemizin kardeşi Mes’ûd İbn Ebî Ümeyye ve Ebu’l-Bahterî gibi isimler de Mekke müşrikleri arasından öldürülen önemli kişilerdi.
Bir de, Müslüman oldukları hâlde baskı altında tutulan ve zorla savaşa getirilen gençler vardı; boyunlarında bukağı, ayaklarında da pranga olduğu için bu insanlar, diğer Müslümanlar gibi hicret de edememiş ve Bedir konusunda da efendilerine boyun eğmek zorunda kalmışlardı. Bunlar, Hâris İbn Zem’a, Ebû Kays İbn Fâkihe, Ebû Kays İbn Velîd, Ali İbn Ümeyye ve Âs İbn Münebbih gibi isimlerdi. Daha Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Mekke’de iken Müslüman olmuşlar; ancak babalarının şiddetli baskıları altında pek varlık gösterememişlerdi. Bugün ise hepsi, Bedir’de can vermiş bulunuyordu. Acı bir tecrübeydi; benzeri bir durumla karşılaşmamak için Cibril-i Emîn gelecek ve arkada kalanların kulağına küpe olacak şu mesajları getirecekti:
– İman edip de hicret etmeyerek kendi öz nefislerine zulmeder vaziyette olanların canlarını alırken melekler onlara diyorlardı ki: “Ne işte idiniz?” Onlar da: “Biz bu ülkede, dinin emirlerini uygulayamayan, baskı altında yaşayan kimselerdik” deyince, melekler bu sefer şöyle diyorlardı: “Peki, Allah’ın dünyası geniş değil miydi; siz de oradan hicret etseydiniz ya?.” İşte onların durağı Cehennem’dir. Ne fena bir dönüş yeridir orası!2
Savaş biteli üç gün olmuştu; Peygamber Efendimiz, atını hazırlayıp yola koyulmadan önce, müşriklerin elebaşlarının olduğu yere geldi ve her birinin künyesini sayarak onlara şöyle seslenmeye başladı:
– Ey filan oğlu falan! Ey Ebû Cehil İbn Hişâm! Ey Utbe İbn Rebîa! Ey Şeybe İbn Rebîa! Ey Ümeyye İbn Halef! Allah ve Resûlü’ne itaatsizlik etmenin ne demek olduğunu şimdi gördünüz mü? Rabbinizin, sizin için vadettiklerinin de hak olduğunu gördünüz mü? Ben, gerçekten Rabbimin Bana vadettiklerinin hak olduğunu yakînen görmüş bulunuyorum! Sizin kadar peygamberine kötülük yapan yoktur! İnsanlar Beni tasdik ederken sizler Beni yalanladınız! Onlar Beni sinelerine sararken sizler Beni memleketimden çıkarıp kovdunuz! Başkaları Bana yardım ederken sizler, Bana karşı savaş ilan ettiniz! Ve Allah da, Bana yaptığınız bütün bunlardan dolayı sizi çok kötü şekilde cezalandırdı. Hâlbuki sizler, emîn olduğum hâlde Beni yalanla itham ediyor, sadık ve doğru olduğum hâlde Bana yalancı diyordunuz!
Efendiler Efendisi’nin bu ifadelerine şahit olan Hz. Ömer devreye girecek ve:
– Yâ Resûlallah! Üç gün sonra onlara böyle sesleniyorsun; içlerinde ruh olmayan, kokuşmuş ve cansız bedenlerle nasıl konuşuyor, cevap vermeleri için de sesini duyurmaya çalışıyorsun, diye soracaktı.
Efendimiz:
– Onlara söylediklerimi siz, onlardan daha iyi duyuyor değilsiniz. Çünkü onlar, şimdi kendilerine söylediğim her şeyi duyuyor ama bunlara cevap vermeye güç yetiremiyorlar, diyecekti.
Peygamber Efendimiz Farkı
O ne büyük merhametti ki, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) kendi lider ve önderlerini Bedir’de bırakıp da kaçan Kureyş adına, savaş meydanında bulunan cansız bedenlerin gömülmesini emredecek ve kendileri de, bizzat bu işe mübaşeret edecekti. Kureyş efendilerinden yirmi dört kişinin gömülmesini bizzat Efendimiz emretmişti.
Utbe İbn Rebîa’yı gömerken, yanında bulunan ve Utbe’nin de oğlu olan Ebû Huzeyfe’ye bakıyor ve yüzündeki ifadelerden ruhunda kopan fırtınaları anlamaya çalışıyordu. Yüzünün rengi gitmiş, ve mahzun Ebû Huzeyfe, belli ki imansız giden babasına yanıyordu. Onun mahzun hâlini görünce dayanamayıp yanına yaklaştı ve üzgün Ebû Huzeyfe’nin başını şefkatle sıvazlayıp:
– Herhâlde, babanın içinde bulunduğu durum sebebiyle gam ve keder içindesin, buyurdular.
– Hayır, diye tepki verdi Ebû Huzeyfe. Vallahi de ne babam ne de onun yerde serilip uzanması beni üzüyor; beni esas üzen şey, babamın bu duruma düşmeyecek kadar yumuşak tabiatlı, akıl sahibi ve faziletli oluşuydu. Onun bu hâli bana umut veriyor ve ben de, gün gelip İslâm’a yakınlaşacağını umuyordum. Tam, onun için bunları umup teslim olacağı günün hayalleriyle düşüp kalkarken onu bu hâlde ölmüş görünce içime bir hüzün çöktü ve ben de mahzun oldum!
Gerçekten de, üzüntü duyulacak bir durumdu ve onu bu üzüntüden kurtarması için Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ellerini açıp Rabbine dua edecek, böylelikle Ebû Huzeyfe’nin acısını paylaşmış olacaktı.
Bugüne kadar adım adım kendisini takip edip de hep küfür kusan can düşmanı Ebû Cehil’i bile toprağa O (sallallahu aleyhi ve sellem) gömecekti. Hatta onu gömerken:
– Şâyet Ebû Tâlib bugün yaşıyor olsaydı, kılıçlarımızın onların başlarına nasıl indiğini de görüyor olacaktı, buyurdu. Çünkü Ebû Tâlib, Ebû Cehil ve avanesinin gemi azıya alıp da Efendimiz’e saldırdıkları o Mekke yıllarında uzun bir şiir okumuş ve bu şiirinde, “bugünkü zalimler yarın, başlarına ne türlü kılıçların indiğini görecekler” diye temennide bulunmuştu.
Artık sonuç belli olmuş ve sayıları az olmasına rağmen Müslümanlar Bedir’de büyük bir zafer kazanmışlardı. Bu durum, bazı insanlar açısından ölçünün kaçırılmasına sebep olup dengeyi tutturmada zaaf izhar etmelerini netice verebilirdi. Zira gelişmeleri şahıslara bağlama, hemen her zafer döneminin belirgin yanılgısı olmaya aday kayma noktalarının başında geliyordu. İşte, böyle bir yanlışlığa meydan vermemek için yine Cibril gelmiş, Efendimiz’e şu beyanları ulaştırıyordu:
– Onları Siz değil, gerçekte öldüren Allah’tır; elinde tutup da attıklarını attığın zaman da onları Sen değil Allah atmıştı. Bütün bunları, mü’minleri güzel bir şekilde imtihan etmek için yaptı. Çünkü O, her şeyi işitip bilen bir Semî’ ve bilgisiyle her şeyi kuşatan bir Alîm’dir.3
Çok geçmeden Cibril-i Emîn yine gelecek ve şu beyanlarla mü’minlere işin gerçek yönünü anlatacaktı:
– Sizler, azınlıkta olduğunuz bir sırada Allah, Bedir’de size yardım etti. Öyleyse sizler, O’nun çizdiği takva sınırları içinden şaşmayın ki şükrünüzü eda edebilesiniz. Hani o vakit Sen mü’minlere: “Rabbinizin indirdiği üç bin melek ile size imdad edip yardım göndermesi yetmez mi?” diyordun. Evet, eğer sabreder ve itaatsizlikten sakınırsanız, düşmanlarınız hemen üzerinize geliverse bile Rabbiniz, formalı formalı tam beş bin melek göndererek size yardım edecektir. Şüphesiz ki Allah bu imdadı, sırf size müjde olsun ve kalpleriniz bununla müsterih olsun diye yaptı. Zaten nusret ve zafer, ancak mutlak galib, tam hüküm ve hikmet sahibi, Azîz ve Hakîm olan Allah tarafından gelir.4
Yazar: Dr. Reşit Haylamaz