Nebevî Eğitimin İlkeleri (11): “HATAYI, YÜZE VURMA!”
Eğitim ve öğretimde sıkça karşılaşılan yanlış muamelelerden birisi de muhatabın hatalarını yüzüne vurmak ve onu utandırmaktır. Birçok anne/baba ve muallim böylece onları terbiye ettiklerini ve geleceğe hazırladıklarını düşünürler. Halbuki insan, nisyanla malul bir varlıktır. Unutkanlığı, gafleti, aceleciliği ya da çeşitli zaaflarından dolayı hata edebilir. Allah Resûlü’nün beyanıyla “Her insan hata yapabilir. Ancak hata yapanların en hayırlısı çokça tevbe edenlerdir.”1 Dolayısıyla burada önemli olan husus, hata karşısında doğru bir tavır belirlemek, yanlış yapan kişiye isabetli rehberlik yapabilmek ve muhatabın içinde hatadan dönebilme irade, şuur ve gayretini oluşturmaktır. Bunun için hatalı söz ve davranışlar karşısında takip edilecek temel strateji, insanı utandırmak değil bilakis ona yanlışlarından kurtulabileceği şekilde yaklaşmak ve onunla birlikte hatalarının yerine doğruları ikâme etmeye çalışmak olmalıdır.
Hatayı Asla Yüze Vurma!
Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), hiç kimsenin hatalı davranışını yüzüne vurmaz; yaptığı sohbetleri ya da verdiği hutbeleri arasında konuyu ele alır ve şahıs ismi zikretmeden yapılan yanlışa değinir ve onun bir daha tekrar edilmemesini tembihlerdi. Hz. Aişe validemizin ifadesiyle O, herhangi bir kişide hoş olmayan bir davranışa (ya da söze) muttali olduğunda “Filan kimseye ne oluyor ki şöyle yapıyor (veya şöyle şöyle diyor.)” demezdi. Bilakis isim ve adres belli etmeden aynı yanlışın başkaları tarafından da yapılmaması için “Bazılarına ne oluyor ki şöyle şöyle söylüyor ya da yapıyorlar!” buyururdu.2
Allah Resûlü, Ezd kabilesinden İbn-i Lütbiyye’yi, zekât toplamak üzere memur olarak tayin eder ve o, vazifesini yapar ve geri döner. Topladığı zekâtı teslim ederken, “Ey Allah’ın Resûlü! Bunlar sizindir, şunlar da bana hediye olarak verilenlerdir.” der. Bunun üzerine Efendimiz, “Sen, evinde otursaydın bunlar sana hediye olarak verilir miydi?” diye sorar ve onun böyle bir hakkı olmadığını kendisine anlatır. Ardından bir hutbe irad eder ve şöyle buyurur: “Ben birinizi memur olarak görevlendiriyorum. Sonra da geldiğinde bana “Bu size ait olandır, bu da bana hediye edilenlerdir.” diyor. Bu kimse, sözünde doğruysa, annesinin veya babasının evinde otursaydı, kendisine bu hediyeler verilir miydi? Allah’a yemin olsun ki, sizden her kim hakkı olmayan bir şeyi alırsa, kıyamet günü onu sırtına yüklenmiş olarak Allah’ın huzuruna çıkar.”3
Allah Resûlü, İbn-i Lütbiyye’nin yaptığı bu hatayı onu rencide edecek şekilde yüzüne vurmaz. Hatta benzeri hataların yapılmaması adına bu olayı, toplumu eğitmek için fırsat ve imkana dönüştürür; herkesi bu konuda uyarır ve bunu yaparken de asla şahıs ismi vermez, umumî ifadeler kullanır. O, bu üslubuyla hem nezaketini gösterir hem de insan şahsiyetine ve onuruna verdiği değeri ortaya koyar.4
Önceden Tedbir Al!
Talim ve terbiyede asıl olan muhatabı, hata ve yanlışlardan koruma adına önceden tedbir almaktır. Allah (celle celâluhu), Kur’ân’da sadece iyiliği emir ve kötülüğü yasaklama ile yetinmez, iyiliği gerçekleştirmek için vasıta konumunda bulunan fiillere teşvik eder, kötülüğe vasıta olan fiilleri ise yasaklar. İslam fıkhında “sedd-i zerâî” (kötülüklere götüren yolları kapama) prensibiyle açıklanan bu husus aslında eğitim ve öğretimde de takip edilmesi gerekli önemli bir ilkedir. Mesela İslam’da içki içmek, kumar oynamak haram kılınmış,5 buna bağlı olarak insanı içki içmeye ya da kumar oynamaya götürecek vasıtalar/sebebler de yasaklanmıştır. Böylece muhataplar bir yanlışa düşmeden önce koruma altına alınmıştır. Buna manevi hijyen de denilebilir. Aksi takdirde muhatapları yanlışa/kötülüğe bulaştıktan sonra düzeltmeye çalışmak daha zor olacaktır.
Allah Resûlü, Hz. Muaz İbn-i Cebel’i Yemen’in Cened valiliğine tayin etmişti. Orada hem valilik hem kadılık yapacak hem de halka Kur’an’ı ve İslam’ı öğretecekti. Diğer taraftan orada toplanılan zekât ve sadakaları da vazifelilerden teslim alacaktı. Yola çıkma vakti geldiğinde Allah Resûlü onu uğurlarken kendisiyle de bir miktar yürümüş ve ona şu tavsiyelerini yapmıştı: “Sen ehl-i kitap bir kavmin yanına gidiyorsun. Onları, bir olan Allah’a iman ve Benim de Resûlüllah olduğuma şehadete davet et. Eğer bunu kabul ederlerse, onlara, Allah’ın beş vakit namazı farz kıldığını bildir. Eğer bunu da kabul ederlerse Allah’ın kendilerine, zenginlerinden alınıp fakirlerine verilecek zekâtı farz kıldığını bildir. Eğer bunu da kabul ederlerse, mallarının en değerli ve kıymetli olanlarını seçip almamaya dikkat et!…”6
Görüldüğü üzere Allah Resûlü büyük bir sorumluluk yüklediği Hz. Muaz’a hem onu hakkıyla yerine getirmesi hem de bu hususta hata ve yanlışlara düşmemesi adına tavsiyelerde bulunarak önlem alır. Hatta kendisinden daha fazla öğüt talebinde bulunan Hz. Muaz’a hata, günah ya da yanlış yaparsa ne yapması gerektiğini de öğretir: “Nerede olursan ol, Allah’tan kork. Kötülüğün/günahın arkasından hemen iyilik ve hayır yap ki onu yok etsin. Bir de insanlara daima güzel ahlak ile muamelede bulun!” 7 O, bununla da yetinmez Hz. Ebu Musa el-Eşari ile birlikte yola çıkacak olan Hz. Muaz’a, kendilerini birçok hata ve yanlıştan koruyacak şu temel ilkeyi de öğretir: “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız! Sevdiriniz, nefrete etirmeyiniz! Birbirinizle anlaşın, iyi geçinin, ihtilafa düşmeyin!”8
Utandırma da Değil Rehberlikte Acele Et!
İnsan aceleci bir tabiata sahiptir.9 Bundan dolayı çoğu zaman acele ve öfke ile hareket eder; yaptığının isabetli olup-olmadığını düşünmeden muhatabının üzerine yürür. Halbuki böyle hissi bir yaklaşım, muhatabları anne/baba ya da öğretmenden uzaklaştırır ve onu, hataların ve insî-cinni şeytanların kucağına iter. Bundan dolayıdır ki Allah Resûlü “Teenni ile hareket etmek Allah’tan, acele etmek ise şeytandandır.”10 buyurur ve insana daima aklını, mantığını ve muhakemesini kullanarak hareket etmesi gerektiğini yani hilmi ders verir. Zira itidal, teenni ve hilim problemi, büyümeden çözer. Nitekim Allah Resûlü kendisine gelen olayları iyice araştırır ve karar vermede acele etmez teenniyle hareket ederdi. O’nun hayatında bunun birçok örneğini göstermek mümkündür.
Rafi’ İbn-i Amr, bir gün Ensar’dan birisinin bahçesine girer ve hurma ağaçlarından birine taş atar ve düşürdüğü hurmalardan yer. Bu esnada bahçe sahibi kendisini görür ve yakalayarak Efendimiz’in huzuruna getirir; şikayetçi olur ve cezalandırılmasını ister. Allah Resûlü ise acele etmez ve sakin bir şekilde kendisine yaklaşır ve şefkat dolu bir ses tonuyla, “Yavrum! Hurma ağacını niçin taşladın?” diye sorar. Çocuk da “Karnım açtı, yemek için taşladım.” diye cevap verir. Bunun üzerine Allah Resûlü, “Bir daha ağacı taşlama! Fakat dibine dökülenlerden yiyebilirsin!” buyurur. Bununla da yetinmeyen Allah Resûlü ona biraz daha yaklaşır; bir taraftan başını okşarken diğer taraftan şöyle dua eder: “Allahım! Buna karnını doyuracağı rızık lütfet.”11
Görüldüğü üzere Allah Resûlü, burada acele edip “Sen nasıl böyle bir yaramazlık yaparsın?” diyerek çocuğun hatasını yüzüne vurup azarlamıyor, utandırmıyor, korkutmuyor ve hemen cezalandırma yoluna gitmiyor. Bilakis ona “Yavrum!” diye hitap ederek sevgi ve şefkatle yaklaşıyor ve “Bir daha acıktığında ağacın dibine düşenlerden yiyebilirsin.” diyerek alternatif yol da gösteriyor. Hatta bununla yetinmeyip başını okşayarak duayla da kucaklıyor. Dolayısıyla talim ve terbiyede acele edip çocukların hatalarını yüzlerine vurmamak, onları doğruya yönlendirebilme adına çok önemlidir. Zira çocuklar, çok defa yaptıkları yanlışın ya da yaptıklarının yanlış olduğunun farkına varamazlar. Bu durumda çocuğa kızmak, bağırmak, onu utandırmak ya da cezalandırmak onların psikolojilerinde bir daha onarılamayacak yaralar açabilir. Onun için böyle bir olay anında çocukların/gençlerin, önündekileri, sığınabileceği sakin ve güvenli bir liman olarak görmesi her şeyden önce gelir.
Utandırma, Doğruyu Öğret!
Muhatapların hatalarını yüzlerine vurmak ve buna bağlı olarak, onları azarlamak, hakaret etmek ve bazen tehditte bulunmak sözlü şiddettir. Bunların yerine yumuşak bir uslüpla doğruyu hatırlatmak, öğretmek ve her zaman hakkı tavsiye etmek daha isabetli ve faydalıdır. Nitekim Kur’ân’ın bu husustaki emir ve tavsiyesi azarlamak değil güzel öğüte devam etmektir: “Sürekli olarak hatırlatıp öğüt ver! Zira gerçeği hatırlatıp nasihatte bulunma inananlara ve inanacaklara fayda verir.”12 Dolayısıyla hata yapan çocuk ya da gencin azarlanmaya değil, sevgiyle kucaklanmaya, tatlı bir dille doğruya yönlendirilmeye ve şefkat dolu bir rehberliğe ihtiyacı vardır. Azarlayıp, hatasını yüzüne vurarak korku ve güvensizlik duygusunu harekete geçirmektense sevgi ve saygı duygularını harekete geçirerek öğretmek daha kolaydır.
Allah Resûlü’nün terbiyesinde yetişen Ömer İbn-i Seleme, sofrada yemek yerken yaptığı bir yanlışı, Efendimiz’in nasıl tashih ettiğini şöyle anlatır: “Yemek yerken, elimi yemek tabağının her yanında gezdiriyordum. Bunun üzerine Allah Resûlü, bana, şefkatle ‘Oğlum! Yemeğe başlamadan önce besmele çek! Yerken sağ elinle ye! Bir de kaşığını tabağın her tarafında dolaştırma daima önünden ye!’ buyurdu. O’nun bu tavsiyelerinden sonra hep öyle yedim.”13 Görüldüğü üzere Allah Resûlü burada çocuğu “Sen nasıl yemek yiyorsun? Böyle yemek yenir mi?” vs. gibi menfi sözler söyleyerek kınamaz, hatasını yüzüne vurmaz. Bilakis, ona nasıl yemek yenmesi gerektiğini güzel bir üslupla öğretir.
Utandırma, İkna Et!
İnsan, “Tab’an medenîdir.” yani tabiati itibarıyle medenî bir varlık olarak yaratılmıştır. Medenilere galebe ise ikna iledir. Muhatabın akıl, mantık, muhakeme ve duygularına birlikte hitap edildiğinde çözülemeyecek mesele, yok denecek kadar azdır. Allah Resûlü, kendisine gelen problemlerde bu hususa dikkat eder, hiçbir zaman muhataplarını utandırmaz onlara ikna yöntemiyle yaklaşırdı. [Bu konu müstakil olarak ayrıca ele alınacaktır.]
Müdahalede Geç Kalma!
Hataları yüze vurmak şahısları doğruya yönlendirmez fakat zamanında ve isabetli müdahale, yanlışların doğru davranışlara dönüşmesine büyük ölçüde vesile olur. Müdahalede geç kalındığında ise insan tabiatıyla bütünleşen yanlış anlayış, hata ve kötülükleri tedavi etmek artık kolay olmaz. Bu konuda da sorumlular, muhataplarını yakından takip etmeli; aldıkları haber ya da gördükleri hata ve yanlışlar karşısında zamanında ve hikmetlice hareket etmelidirler.
Ashab-ı kiramdan üç kişi, pâk annelerimizi ziyaret eder ve Allah Resûlü’nün ibadet hayatına dair sorular sorarlar. Kendilerine anlatılanı az bulurlar ve “Biz nerede, Peygamber nerede! Allah O’nun geçmiş gelecek bütün günahlarını affetmiştir.” derler. Kendi aralarında şu kararı alırlar. İçlerinden biri, “Ben artık gece boyu namaz kılacak başka bir şeyle meşgul olmayacağım.” İkincisi, “Ben de hayatım boyunca her gün oruç tutacağım.” Üçüncü sahabi ise “Ben de artık evlenmeyecek, kendimi ibadet u taate vereceğim.” Onların bu durumu Efendimiz’e ulaşınca bir hutbe irad eder ve “Bazı kimselere ne oluyor ki şöyle şöyle diyorlar! Dikkat edin! Vallahi sizin Allah’tan en ziyade korkan ve sakınanız Benim. Lâkin Ben bazen oruç tutarım bazen tutmam. Bazen nafile namaz kılar bazen de uyurum, evlenirim de. Her kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.”14 buyurur.
Görüldüğü gibi Allah Resûlü ashabtan bazılarının bu ifrat anlayışı karşısında vakit kaybetmeden duruma müdahale eder. Bunu yaparken de “Siz nasıl benim ibadetlerimi küçümser ve kendi kafanıza göre bir din ve ibadet anlayışı geliştiriyorsunuz?” diye onları azarlayıp utandırmaz. Bilakis böyle hatalı bir takva anlayışının ortaya çıkmasını fırsat bilerek hakiki takva anlayışının ölçüsünün insanların kendi düşünceleri olamayacağını; bu hususta her şart ve durumda sadece Sünnet’e tabi olmaları gerektiğini veciz bir şekilde ifade eder.
Hataları Ört ve Tevbeye Teşvik Et!
İslam’da aslolan kişisel hataları yüze vurmak ya da başkalarına yaymak değil örtmektir. Bu konuda Allah Resûlü, “… Kim bir arkadaşının hatasını/ayıbını örterse Allah da dünya ahiret onun ayıbını örter…”15 buyurur. Aksine davrananların ise misliyle cezalandırılacakları da şöyle ifade edilir:“… Kim de bir mümin kardeşinin ayıbını ortaya çıkarırsa, Allah da onun ayıbını açığa vurur. Hatta evinin içinde bile olsa onu ayıbıyla rezil eder.”16 Bunun için marifet, insanların hatalarını ifşa etmek değil bilakis affetmekte, setretmekte ve birbirlerini tevbeye yönlendirmeye çalışmaktadır.
Kur’ân da insanları tevbe etmeye davet ederken17 aslında bütün inananların da birbirlerini tevbeye çağırması gerektiğini ders verir. Allah Resûlü de “Ey insanlar! Allah’a tevbe edip ondan af dileyiniz. Zira ben ona günde yüz defa tevbe eder beni bağışlamasını dilerim.”18 buyurur; insanları bir taraftan tevbeye yönlendirir diğer taraftan herkesi birbirini utandırmaya değil tevbeye teşvik etmeye çalışması gerektiğine de işaret eder. Bu hususta Hz. Ömer’in şu yaklaşımı ne güzel bir örnektir:
Şam ehlinden zengin ve nüfuz sahibi bir kimse ara sıra Hz. Ömer’i ziyarete gelirdi. Uzun bir zaman ziyarete gelmeyince Hz. Ömer çevresindekilere ‘Falan zat, ne yapıyor, artık görünmez oldu?’ diye sorar. Yanındakiler ‘Ey müminlerin emîri! O kendisini tamamen şaraba kaptırdı, gece gündüz içiyor.” der. Bunun üzerine çok üzülen Hz. Ömer, katibini çağırtır ve kısa bir mektup yazdırır: ‘Sana selam olsun! Kendisinden başka ilah olmayan, günahları bağışlayan, tevbeleri kabul eden, azabı çetin ve ihsanı bol olan Allah’a hamd ederim. Ondan başka ilah yoktur, dönüş de ancak O’nadır.’ Hz. Ömer mektubu yazdırdıktan sonra da arkadaşlarına dönerek ‘Şimdi de hep beraber, Allah’a yönelmesi ve O’nun da tevbesini kabul etmesi için kardeşimize dua edelim.’ der ve onları duaya teşvik eder.
O zat da mektup kendisine ulaşınca dikkatlice okur. Bilhassa ‘Allah, günahları bağışlayan, tevbeleri kabul eden ve azabı da çetin olandır.’ cümlesini birkaç kez üstünde durarak okur. Ardından da ‘Allah, beni hem azabı ile korkutuyor hem de günahlarımı affedeceğini vadediyor.’ der ve ağlamaya başlar. Sonunda ciddi pişmanlık göstererek tevbe eder. Bunu duyan Hz. Ömer çok sevinir ve ‘İşte böyle yapınız! Bir kardeşinizin yoldan çıktığını, günaha daldığını gördüğünüzde onu doğru yola iletmek için, Allah’ın affına güvendirmeye çalışınız. Hatta bununla yetinmeyiniz bir de tevbesinin kabulü için Allah’a dua da ediniz. Asla kendisine beddua ederek şeytana yardımcı olmayınız.’ buyurur.”19
Sonuç
Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), gördüğü ya da karşılaştığı hata ve yanlışları, sahibinin yüzüne vurarak muhataplarıyla perdeyi yırtmaz, onları söz ve davranışlarıyla kınamaz, azarlamaz ve rencide etmezdi. Bunun için, yanlış yapan kişileri çoğu zaman doğrudan uyarmaz, dolaylı yolları tercih eder ve kısa zamanda hikmetli yaklaşım ve yerinde zamanında müdahaleleriyle yanlış düşünce ve davranışın yerine doğruyu ikame ederdi. O, şahısları değil yapılan yanlışları hedef alır, hatalı davranan kimsenin kişiliğini zedelememeye azami dikkat ederdi. Hatta bazen hoşlanmadığı bir şey gördüğünde muhataplarını mahçup etmemek için susar ancak mesajını yüz hatlarıyla verirdi. Zira bu durum onun yüz ifadelerinden rahatlıkla anlaşılırdı.20 O, bu hususta o kadar hassas ve dikkatliydi ki Mekke’nin fethinden sonra bile kendisine ve Müslümanlara yapılan yanlışları gündeme getirmemiş; onları yaptıkları zulümler ve işledikleri cinayetlerle bile mahcup etmemişti. Hatta içlerinden İslam’a yeni giren kimselerin, müşrik olarak ölen babalarıyla dahi utandırılmalarına müsaade etmemişti.
Sitemizin yazarlarından Selim Koç, 1987 yılında Uludağ Ünv. İlahiyat Fakültesinde lisans eğitimini tamamladı. 1992. yılında aynı fakültede hadis ilimlerinde yüksek lisansını bitiren yazarımız, 2002 yılında Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde Tefsir alanında doktorasını tamamladı. Yazar, aynı yıllarda Tefsir, hadis, fıkıh, kelam ve tasavvuf alanlarında özel dersler almaya da devam etti. Yıllardır siyer alanında da okumalar yapan ve makaleler kaleme alan yazarımız sekiz yıldır sitemizde düzenli olarak yazmaktadır. Yazarımız, 1,5 yıl kadar Mekke ve Medine’de ikamet etmiş ve Allah Resûlünün hayatıyla ilgili pek çok mekanlara gitmiş ve özel araştırma ve incelemelerde de bulunmuştur.
Dipnot:
- Tirmizi, Kıyamet 49; İbn-i Mâce, Zühd 30
- Ebu Dâvud, Edeb 6
- Buharî, Hibe 17; Eyman 3; Hiyel 15; Müslim, İmâret 7/26
- Konu ile alakalı bkz. https://peygamberyolu.com/sahabede-uslup-hassasiyeti-ve-insan-onuru/
- Bkz. Maide Sûresi, 5/90
- Buharî, Meğâzî 60
- Tirmizî, Birr 55; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned, V/153 (22112)
- Buharî, Cihad 164; Müslim, Cihad 3/6-8
- Bkz. İsra Sûresi, 16/11
- Tirmizî, Birr 66
- Tirmizî, Buyu’ 54; İbn-i Mâce, Ticârât 67
- Zâriyât Sûresi, 51/55
- Buharî, Et’ime 2, 3; Müslim, Eşribe 13/108
- Müslim, Nikah 1/5; Buharî, Nikah 1
- Müslim, Zikir 11/38; Tirmizi, Kırâât 12; Ebu Dâvud, Edeb 68
- İbn-i Mâce, Hudûd 5 (2546)
- Bkz. Nûr Sûresi, 24/31; Hûd Sûresi, 11/3; Tahrîm Sûresi, 66/8
- Müslim, Zikir 12/41-43; Buharî, Daavât 3
- Ebu Nuaym, Hilye, IV/ 97-98
- Bkz. Buhari, Edeb 72; Menakıb 23; Müslim, Fedâil 16/67
Muthis bir bilgi, cok istifadeli. Emegi gecen herkese candan tesekkurler…