Minderden Gönüllere
Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm), misyonunu yerine getirmek ve önüne çıkarılan badireleri aşmak için sadece temsille yetinmez; gönüllere girme adına çok farklı yollara ve metodolojilere başvurur. Hep müspet hareket eder; olumsuz geri dönüşleri ve şiddeti, af, sabır, hilm ve müsamaha ile göğüsler. Hadiseler karşısında mesajına ayna olacak bir duruş sergiler. İlişkilerinde her türlü insanî inceliği samimiyetle ortaya koyar. Muhataplarına rıfk ve hayırla muamele eder ve muamelelerinde, onların hallerini, duygularını, karakterlerini, konumlarını ve kutsallarını dikkate alır. Bu yüzden neredeyse gönlüne girdiği insan sayısınca farklı metodoloji ortaya çıkar ki bunların en dikkat çekici onlarından birisi, misafirine verdiği değeri, saygısını, tevazuunu ve diğerkamlığını gösteren tercihleri ve bu tercihlerini hayata taşırken kullandığı minderlerdir.
Allah Resûlü’nün (aleyhissalâtu vesselâm) evinde deriden mamül, içi hurma lifi dolu bir minderi vardı. Dinleneceği zaman sol tarafı üzerine ona yaslanırdı.1 Zaman zaman ashâbı O’na uğradıklarında kendisini bu halde bulurdu.2 Hatta vefat ettiğinde Hz. Âişe (radıyallahu anhâ), O’nun (aleyhissalâtu vesselâm) mübarek başını kucağından almış ve bu minderin üzerine koymuştu.3 Ve Allah Resûlü, minberden olduğu gibi minder üzerinden de gönüllere hitap ediyordu.
Hz. Selmân-ı Fârisî
Hz. Selmân-ı Fârisî (radıyallahu anh), bir seferinde Hz. Ömer’e (radıyallahu anh) uğramıştı. Halife bir mindere yaslanmış haldeydi ki Hz. Selmân’ı görünce hemen minderi almış ve oturması için ona uzatmıştı. Bunun üzerine Hz. Selmân, “Allah ve Resûlü, doğru söyledi.” demişti. Bu sözün arkasında yatan sırrı öğrenmek isteyen Hz. Ömer, “Anlat bize yâ Ebâ Abdirrahmân!” buyurmuştu. Hz. Selmân, “Bir gün Allah Resûlü’nün huzuruna girdim. Bir mindere yaslanmıştı ki beni görünce o minderi aldı ve oturmam için bana uzattı. Sonra da bana şöyle buyurdu: “Ey Selmân! Bir Müslüman yoktur ki kardeşinin yanına gelsin de kardeşi ona minder ikram etsin ve Allah da bu inceliği, onun mağfiretine vesile kılmasın.”4 der.
Allah Resûlü’nün (aleyhissalâtu vesselâm) sözü kadar yaptığı jestte hiç şüphesiz Hz. Selman’ın ruhunda, aklında ve hafızasında yer etmiş ve derin izler bırakmıştı. Zira O (aleyhissalâtu vesselâm), onların canlarından çok sevdikleri peygamberi, maddi manevi rehberi ve lideri olmasına rağmen sahip olduğu tek minderi, oturması için misafiri Hz. Selman’a (radıyallahu anh) uzatmış ve kendisi toprak zemine oturmuştu. Ashâbın, O’nu, canlarından çok sevmesi sadece imanlarının bir gereği değil aynı zamanda O’nda (aleyhissalâtu vesselâm) gördükleri yüksek ahlakın ve insanî inceliklerin de bir sonucuydu.
Hz. Cerîr İbn-i Abdullah
Allah Resûlü’nün minder üzerinden sergilediği bu incelik sadece Hz. Selman ya da Müslümanlar ile sınırlı değildi. Becîle kabilesinin reisi Cerîr İbn-i Abdillah, yüz elli kişilik bir heyetle Yemen’den Medine’ye gelmişti. Mescid-i Nebevî’ye gireceği esnada Allah Resûlü, minderine oturmuş ashâbına hitap ediyordu. Tam Cerîr içeri gireceği sırada onun da işiteceği şekilde “Sizin yanınıza şu kapıdan Yemenli, hayırlı biri gelecek. O, değerli ve güzel bir insandır.” buyurmuştu. Cerîr içeri girince kendisini mütebessim bir çehre ile karşılamıştı -ki bu tavrını ömrü boyunca onu her gördüğünde sürdürmüştü-.5 Ardından kalkmış, minderi altından almış ve oturması için Cerîr’e uzatmıştı.
Kendisi kuru yere oturan Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm), Cerîr’e “Şehadet ederim ki sen, yeryüzünde büyüklük taslamak/haksız üstünlük kurmak ve bozgunculuk çıkarmak peşinde değilsin.” buyurmuştu. Allah Resûlü’nün peşpeşe yaptığı sözlü ve fiili jestler, Cerîr’in kalbini fethetmesine yetmiş; Cerîr ve beraberinde getirdiği heyette yer alanlar oracıkta Müslüman olmuştu. Bunun üzerine Allah Resûlü, İslam’ı, yeryüzünün çok farklı coğrafyalarına ulaştırma görevini yüklenecek olan ashâbına dönmüş ve gözlerinin önünde gerçekleşen bu manzarayı da değerlendirerek “Bir kavmin büyüğü size geldiğinde ona layık olduğu şekilde ikramda bulunun.” buyurmuştu.6
Allah Resûlü’nün minder jesti sadece onları İslam ile buluşturmak için o anda tercih ettiği bir davranış değildi. Karakterinin ve örnek ahlakının doğal bir neticesiydi. O, Cerîr Müslüman olup talebeleri arasına girdikten sonra da bu ince davranışı sürdürmüştü. Bir defasında ashâbıyla oturuyor iken Hz. Cerîr çıkagelmişti. Her nasılsa kimse ona oturması için yer göstermemişti. Sağa sola bakınan Allah Resûlü, onu buyur edeceği bir yer bulamamıştı. Bunun üzerine cübbesini çıkarmış ve “Al bunun üzerine otur.” buyurmuştu. Hz. Cerîr, cübbeyi almış, katlamış, öpmüş sonra da Resûlullah’a geri iade etmişti. “Sizin bana ikramda bulunduğunuz gibi Allah da size ikramda bulunsun, yâ Resûlallah!” demiş ve duyduğu minnettarlığı dile getirmişti.7
Tevrat
Yahudi toplumu içerisinde bir zina hadisesi yaşanmıştı. Taraflardan biri Hayber diğeri ise Medine Yahudilerine mensuptu ve her ikisi de ileri gelen ailelerin üyesiydi. Tevrat’ın hükmü açıktı fakat onlar bunu bu kimselere uygulamak istemiyorlardı. “Recim derse kabul etmeyin, başka ceza verirse kabul edin!” demiş ve davayı hükme bağlaması için Allah Resûlü’nü, mabet, mektep ve meclis olarak kullandıkları mekâna; Beytu’l-Midras’a davet etmişlerdi. Allah Resûlü, Beytu’l-Midras’a gelince oturması için kendisine bir minder takdim etmişlerdi. O (aleyhissalâtu vesselâm), minderi almış ve üzerine oturmuştu. Yahudî ileri gelenleri, “Yâ Ebe’l-Kâsım! Bizden bir adamla kadın zina ettiler. Senden bu meseleyi hükme bağlamanı istiyoruz” demiş ve davet sebeplerini izah etmişlerdi.
Allah Resûlü, onlara bu suçun Tevrat’taki cezasını sormuş onlar da “Yüzüne kara çalıp merkeple dolaştırmaktır!” diyerek gerçek hükmü gizlemişlerdi. Bunun üzerine Allah Resûlü, kendisine bir Tevrat getirilmesini ve ilgili yerin okunmasını talep etmişti. O’na (aleyhissalâtu vesselâm) bir Tevrat getirmişlerdi. Tevrat’ı alan Allah Resûlü, ayağa kalkmış, altındaki minderi almış, Tevrat’ı minderin üzerine koymuş ve kendisi kuru yere oturmuştu.8 Başkalarının dini değerlerine ve kutsallarına saygı, hem Cenâb-ı Hakk’ın bir emriydi hem de O’nun örnek ahlakının bir boyutuydu. Allah Resûlü, bu hareketiyle zihinlerde inşa edilen yanlış algıları bir hamlede yıkmıştı.
Yahudi ileri gelenleri halka O’nu, kendi dini değerlerini bitirmeye çalışan, kutsallarına düşmanlık yapan hatta onları ortadan kaldırmaya çalışan biri gibi anlatıyorlardı. Hiç şüphesiz Allah Resûlü’nün bu hareketi, selim vicdanlar üzerinde tesirini göstermiş ve onların gönüllerinde O’na karşı bir yumuşama hasıl etmişti. Ve bir kez daha anlaşılmıştı ki O’nun mücadelesi kimliklerle değil yanlışlarla idi. Nitekim O (aleyhissalâtu vesselâm), Hayber zaferinden sonra ganimetler arasında bulunan Tevrat’ları da sahiplerine geri vermiş ve bu konuda bir problemi olmadığını güç ve zafer elindeyken bile ortaya koymuştu.
Hz. Adiyy İbn-i Hatem
Hicretin dokuzuncu yılında Allah Resûlü, Hz. Ali’yi (radıyallahu anh) Yemen Mezhiç’e göndermişti. Bölgenin hâkimi Adiyy İbn-i Hatem, onu ordu ile karşılamış; çıkan çatışmada mağlup düşmüş ve Şam’a kaçmıştı. Zafer elde eden Hz. Ali, esirlerle birlikte Medine’ye dönmüştü ki onlar arasında Adiyy’in kız kardeşi Saffane de vardı. Adiyy ve Seffane, Yemen’de cömertliği ile meşhur olan Hatem et-Tâî’nin çocuklarıydı. Esirlere hayırla muamele, İslam’ın genel bir emriydi ve Saffene’ye de çok iyi muamele edilmiş ve o, yaşadıklarından etkilenip Müslüman olmuştu. Bununla da yetinmemiş Allah Resûlü’ne kardeşi Adiyy’in çok akıllı bir insan olduğunu, kendisini yakından tanırsa İslam’a girebileceğini haber vermiş ve Şam’a gidip kardeşini bulma ve ikna edip O’nun yanına getirme noktasında izin istemişti.
Teklifin içerisinde bir insanın hidayete erme ihtimali vardı ve bu, Allah Resûlü nezdinde vadiler dolusu kızıl develerden daha değerliydi. Hz. Saffane’ye izin vermiş ve onu, her türlü ihtiyacını karşılayacak bir kervanla Şam’a göndermişti. Hz. Saffene, kardeşi Adiyy’i bulmuş, “Allah’a yemin olsun ki senin acele O’na katılmanı uygun görürüm. Eğer kendisi gerçekten peygamberse, O’na tâbî olmakta başkalarının önüne geçmen, senin için bir fazîlet ve üstünlük olur. Bir hükümdarsa, O’nun sâyesinde Yemen’deki saltanatını kaybetmez, hor ve hakir bir duruma düşmezsin! Artık karar senindir!” demiş ve Allah Resûlü ile bir defa görüşmesi için ikna edip Medine’ye getirmişti.
Allah Resûlü, gönüllerini kazanma adına kim olursa olsun dışardan gelenlerin karşılanmasına ayrı bir ehemmiyet veriyordu. Adiyy gelip kendisini tanıtınca hemen kalkmış ve yanına gelmişti. Ardından Adiyy ile özel olarak ilgilenmek için Hane-i Saadet’ine götürmüştü. İçerde bulunan ve daha önce nicelerinin gönlünde taht kurmasına vesile olan minderi oturması için Adiyy’e uzatmıştı. Odada başka minder yoktu ve Adiyy, bu minderi kabul etmek istememişti. Fakat Allah Resûlü, ısrar etmiş ve neticede Adiyy mindere; alemlere rahmet olarak evrensel bir mesajla gönderilen Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm) ise toprak zemine oturmuştu.
Adiyy gerçekten de akıllı bir kimseydi ve O’nu gördüğü andan itibaren O’nda gördüğü her davranışı hem aklı hem de gönlü ile tartıyordu. Nitekim kendisi o anları tarihe şöyle not düşmüştü: “Allah Resûlü’nün (aleyhissalâtü vesselâm)çevresinde insanları görünce (yani O’nu halkıyla içli dışlı görünce) O’nda ne Kisrâ’nın ne de Kayser’in krallığı gibi bir krallık olmadığını anladım! O, elimden tuttu ve beni evine götürdü. Yolda düşkün ve yaşlı bir kadın O’nu durdurdu ve ihtiyacını arz etti. O da uzun bir süre ayakta durup kadının derdini dinledi ve meselesini halletti. Eve vardığımızda hurma lifinden doldurulmuş bir minder alıp bana ikrâm etti ve ‘Bunun üzerine otur!’ buyurdu. Ben, “Hayır! Onun üzerine sizoturun!’ dedimse de O, ısrarla ‘Hayır, sen oturacaksın!’ buyurdu. Neticede ben minderin üzerine oturdum. O ise kuru yere oturdu. İçimden, ‘Vallâhi bu, hükümdar işi değildir!’ dedim.”
Allah Resûlü, minderle yaptığı jest, Adiyy’in endişelerini hayrete çevirmiş hem rahatlatmış hem de O’nu tanımasına yetmişti. Beden dilinden Adiyy’deki değişimi ve şaşkınlığı okuyan Allah Resûlü, “Adiyy! İslam’a gir selâmet bul!” buyurmuştu. Aralarında gerçekleşen karşılıklı konuşmalar; Allah Resûlü’nün verdiği cevaplar ve yaptığı açıklamalar neticesinde Adiyy şehadet getirip Müslüman olmuş ve bu gelişme, Rahmet Peygamberini sevince gark etmişti. Adiyy’in hidayetine giden yolda kilometre taşlarından birisi de hiç şüphesiz Allah Resûlü’nün minder üzerinden sergilediği tevazu ve incelik olmuştu.9
Sonuç
Allah Resûlü, bir peygamber, lider ve rehber olarak muhataplarının gönlüne girmek, onları ilahî hak ve hakikatlerle buluşturmak için minder gibi sıradan eşyaları da sıra dışı bir vesile olarak değerlendiriyordu. Konuklarını karşılama ve ağırlama esnasında hem sahip olduğu yüce ahlakı hem muhatabına duyduğu saygıyı samimi bir şekilde ortaya koyuyor hem de konumuna rağmen yaptığı tercihlerle onların gönüllerinde taht kuruyordu. Nefret söylemleri ile zihinlerde inşa edilen yanlış algıları yıkıyordu. İnsana bakışını fiili olarak gösteriyor ve muhatabına, “Sen benim için çok değerli bir kimsesin.” mesajını veriyordu. Kim olursa olsun misafiri en güzel şekilde karşılama ve ağırlamanın en ince detaylarını bile dikkate alıyordu. Böylece temsil ettiği ahlakın, dinin ve medeniyetin güzelliklerini, muamele olarak hayata taşıyor ve bunların da gönüllere girme adına birer vesile olarak değerlendirilmesi gerektiğini mü’minlere ders veriyordu.
Dipnot:
- Müslim, Libâs 6 (36/2082); Ebû Dâvud, Libâs 43; Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 32
- Ebû Dâvud, Libâs 43; Tirmizî, Edeb 23
- Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 43/369 (26348)
- Hâkim, Müstedrek 6704; Taberânî, Mu’cemu’l-Evsat 2/160
- Buhârî, Edeb 68
- Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâi 4/129
- Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâi 4/130
- Ebû Dâvud, Hudûd 26
- Bkz. İbn-i Sa’d, Tabakât 6/145-148