Kötü Komşular ve Tehdit Halkası

200

Kaderin ayrı bir cilvesi ki, Efendiler Efendisi’nin en can alıcı düşmanları kapı komşularından ibaretti. Ebû Leheb’in evi, zaten O’nun evine bitişikti. Evi evine bitişik olan diğer komşuları da Ebû Leheb’ten farklı değildi; Hakem İbn Ebi’l-Âs, Ukbe İbn Ebî Muayt, Adiyy İbn Hamrâ ve İbnü’l-Esdâ el-Hüzelî de Ebû Leheb’i aratmayacak kadar düşmanlık duyuyor ve O’nu üzebilmek için fırsat kolluyorlardı.[1]

Bir gün onlardan birisi, Efendimiz namaz kılarken üzerine koyun pisliği atmış; bir başkası da onu alıp, içinde Efendi­miz’in abdest suyunun olduğu çömleğin içine dolduruvermişti. Bir müddet sonra Efendiler Efendisi, onların şerrinden emin olabilmek için araya duvar örmüştü. Buna rağmen aynı huylarında ısrar etmelerine karşılık bir gün, attıkları pisliği bir sopanın ucuyla tutup kapının önüne çıkacak ve onlara göstererek şöyle seslenecekti:

– Ey Abdimenâfoğulları! Bu nasıl komşuluk?[2]

Ukbe İbn Ebî Muayt, işi daha da ileri götürecek ve Ebû Cehil’in de kendilerinde olduğu bir akşam vakti oturup, Muhammedü’l-Emîn’e kötülük yapma konusunda onunla anlaşacaklardı.[3] Aralarında konuşurken Efendimiz’i gösterip:

– Hanginiz falanların kestiği devenin işkembesini pisliğiyle birlikte getirip de secdeye gittiğinde Muhammed’in üzerine koyma kahramanlığında bulunabilir, diyorlardı.

Aralarındaki en şaki olanı ayağa kalktı. Bu, Ukbe’den başkası değildi. Sözü edilen işkembeyi getirtti ve beklemeye başladı. Tam Efendiler Efendisi secdeye gittiğinde yanına yaklaşıp iki omuz küreğinin ortasına, elindekileri koyup kenara çekiliverdi. Allah’ın en sevgili kulu, Allah’a en yakın olduğu yerde kapı komşuları tarafından işte böyle zor bir durumda bırakılıvermişti.

Beri yanda Ukbe ve misafirleri, yaptıkları işin keyfini çıkarmaya çalışıyor; bir yandan göbeklerini kaşırken diğer yandan kahkaha ile gülüyorlardı. O gün o kadar gülmüşlerdi ki, düşmemek için birbirlerine yaslanıyor ve öylece ayakta durmaya çalışıyorlardı.

Uzun zaman Efendiler Efendisi secdeden başını kaldıramadı. Nihayet kızı Fâtıma validemiz manzaraya şahit olmuş ve koşarak babasının yanına gelmişti. Bir taraftan bu işi yapanlara çıkışıyor; diğer yandan da babasının üstündeki pislikleri temizlemeye çalışıyordu. Allah’ın en sevgili kuluydu; dileseydi orada düşmanları yerle bir olur; hak ettikleri cehennemi boylarlardı. Ama O, hep mülayemet yolunu tercih etmişti, bugün olmasa da bir gün mutlaka anlayıp geleceklerini umuyordu. Ancak bu, belli ki rikkatine çok dokunmuştu; dokunmayacak gibi değildi ki! Başıyla birlikte ellerini kaldırdı semaya:

– Allah’ım! Kureyş’i Sana havale ediyorum.[4]

O kadar ki bu duayı ardı ardına üç kez tekrarladı. Ardından da, isim isim zikrederek hepsini sıraladı teker teker:

– Allah’ım! Ebû Cehil’i de, Utbe İbn Ebî Rebîa’yı da, Şeybe İbn Ebî Rebîa’yı da, Velîd İbn Utbe’yi de, Ümeyye İbn Halef’i de, Ukbe İbn Ebî Muayt’ı da Sana havale ediyorum; onların hakkından Sen gelirsin ey Allah’ım!

O kadar içten ve samimi idi ki, işlerini Allah’a havale etmesi oradakileri bir hayli korkutmuştu. Zira biliyorlardı ki, bu beldede yapılan dualar kabul görür ve başlarına mutlaka bir şeyler gelirdi. Hele bu duayı yapan Allah’ın en sevgili kuluysa![5]

Ümeyye İbn Halef’in başka bir âdeti daha vardı; Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile karşılaştığında el kol hareketleriyle Efendimiz’e hakaret eder, göz kırparak veya ağız ve yüzünü oynatarak her fırsatta O’nu küçük düşürmeye çalışırdı.[6] Çok geçmeden onun bu foyasını da meydana çıkaran ayetler geldi. Gelen âyetler:

– Yazıklar olsun! Vay haline o kaş ve göz hareketleriyle, el ve kol oynatmakla küçük düşürmeye çalışanların, diyor ve böyle bir hareketin nasıl bir sonuca davetiye çıkardığını açıkça ortaya koyuyordu.[7]

Ümeyye’nin diğer kardeşi Übeyy ve Ukbe İbn Ebî Muayt, bu konuda omuz omuza vermiş, müşterek hareket ediyorlardı. Bir gün Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) namaz kılarken Allah Resûlü’nün yanına yaklaşıp okuduklarına kulak verdiler. Tam bu sırada aralarında anlaştılar ve toz-toprağı kaldırarak Efendimiz’in üzerine doğru savurdular. Bu insanlar, bu eziyetleri yapmaktan zevk alıyorlardı. Bir keresinde de, çürümüş bir kemik bulmuş; onu öğüttükten sonra da parçalarını rüzgara tutarak Allah Resûlü’nün üzerine gelecek şekilde savuruvermişlerdi.[8]

Ebû Cehil, düşmanlık konusunda en profesyonel olanları idi; zaman zaman gelip Efendimiz’den Kur’ân dinler; sonra da giderek arkadaşlarının yanında dinlediklerini diline dolayarak alay konusu ederdi. Habîb-i Ekrem’e sıkıntı vermeyi vazife haline getiren bu adam, tutar bir de bunları iftihar vesilesi olarak başka meclislere taşır; sonra da kasıla kasıla gülerdi.

O’nu namaz kılarken ilk gördüğü günden beri ona hep engel olmaya çalışıyor ve Allah’a kurbet ifadesi olan bu ibadeti yerine getirmesine mâni olmak istiyordu. Bir gün yine O’nu, Makam-ı İbrahim’de namaz kılarken görünce yanına yaklaşmış:

– Yâ Muhammed! Ben Seni namaz kılmaktan men etmemiş miydim, diye tehdit ediyordu. Ebû Cehil gibi bir adam bu kadar sözle yetinmezdi. Ardından, nice hakaretler etmişti. Habîb-i Zîşân Hazretlerine… Sonra da:

– Yâ Muhammed! Senin neyin var ki beni tehdit ediyorsun? Vallahi de ben, şu ahali arasında arkası en kuvvetli olan insanım, diyordu. Belli ki, O’nun Hak karşısındaki metin duruşunu bile kendisine karşı bir meydan okuma olarak telakki ediyordu. Bir de, onun bu halini tasvir eden ayetler geliyordu. Ayetler, bu haliyle kendine yazık ettiğini anlatıyordu.[9] Bundan da alınmış, inatla işi bir düelloya doğru götürmek istiyordu:

– Yâ Muhammed! Öyle boşuna uğraşma! Ne Sen ne de Rabbin bana karşı güç yetirebilir ve herhangi bir zarara muktedir olabilir! Çünkü ben, şu dağların arasında, arkası en güçlü ve yandaşı en çok olan insanım.

İşte burası, küstahlığın zirveye çıktığı yerdi ve yine Cibril imdada yetişmişti. Diyordu ki:

– Haydi bakalım o çağırsın bütün yandaşlarını… Biz de çağıracağız Zebânîleri![10]

Ebû Cehil, kendini Allah davasına düşmanlık işine o kadar kaptırmıştı ki, bu ikazlardan pek bir şey anlayacak halde değildi. Hatta denilebilirdi ki, her gün bu istikametteki kin ve adaveti artıyor, iman halkası genişledikçe engelleme adına bir şey yapamadığı için çileden çıkıyordu. Bir gün arkadaşlarına:

– Sizin aranızda Muhammed, yüzünü toprağa koyup duruyor mu, diye sordu.

– Evet, dediler. Bunun üzerine:

– Lât ve Uzzâ’ya yemin olsun ki, şayet O’nu bu şekilde görürsem boynuna çöreklenecek ve başını toprağa gömerek elimdeki koca taşla kafasını ezeceğim, diye ahdetti. Cinnetin kuralı olmazdı ki! Bir kere kafaya koymuştu:

– Ey Kureyş topluluğu! Gördüğünüz gibi Muhammed, dinimizi ayıplayıp atalarımızı dalaletle itham etmeye devam ediyor. İlahlarımıza söz söyleyip büyüklerimiz hakkında uygunsuz sözler sarfediyor. Ahdediyorum; yarın O’nun yanına gidecek ve taşıyabileceğim kadar büyüklükte bir taş alarak, secdeye gittiğinde onunla başına vurup işini bitireceğim. Ben bu işi yaptıktan sonra onu ister bana teslim edin isterseniz elimden tutup engel olmaya çalışın fark etmez! Ondan sonra da Abdimenâfoğulları ne yaparsa yapsın, ellerinden geleni arkalarına koymasınlar, hiç önemli değil!

O günün sosyal yapısında böyle bir hareket düpedüz delilik demekti; sonrasında kabileler arasında bitip tükenmeyen kan davaları başlar ve binlerce insan bu savaşlarda telef olup giderdi. Ficâr savaşları herkesin zihninde hâlâ yerini koruyordu. Onun için Ebû Cehil’e:

– Vallahi de biz, sana hiçbir şeyi teslim etmeyiz. Ne halin varsa kendin gör, dediler. Bunun üzerine Ebû Cehil, onlara da kızarak oradan ayrıldı.

Ertesi sabah, aynen ahdettiği gibi eline büyük bir taş almış, Kâbe’ye doğru gidiyordu. Geldi ve burada O’nu beklemeye başladı.

Çok geçmeden, olup bitenlerden habersiz olan Allah Resûlü de Kâbe’ye çıkageldi ve hiç vakit geçirmeden orada namaza durdu. Etrafta durumdan haberdar olanlar halkalanmış, Ebû Cehil’in yapacaklarını merakla bekler olmuşlardı.

Bu arada Ebû Cehil, herkesi şahit tutarak verdiği ahdini yerine getirmek için fırsat kolluyordu. Nihayet, hareketlendi ve Allah Resûlü’ne doğru ilerlemeye başladı. Ancak, bir anda hiç kimsenin beklemediği şekilde Ebû Cehil, gerisin geriye dönmüş ve eliyle kendini bir şeylerden korurcasına, korku içinde geldiği istikamette kaçıyordu. Bu arada elinde avucunda ne varsa hepsini bir kenara fırlatmış, korkudan yüzünde renk kalmamıştı. Dikkatle bakıyorlardı; ama onun kaçışını gerektirecek herhangi bir durum da göremiyorlardı. Çünkü, namazına devam eden Muhammedü’l-Emîn hiç istifini bozmamış, sanki olanlardan habersiz ve huşu içinde kendi kulluğuyla meşguldü. Meselenin gerçek boyutunu anlamak için sordular:

– Sana neler oluyor ey Eba’l-Hakem? Niye kaçıyorsun?

Korkudan yüzünün rengi solmuş Ebû Cehil, yaptığından o an için bin pişman cevap verdi:

– Aynen dün size söylediğim şeyi yapmak üzere O’nun yanına yaklaştığımda, bir anda karşıma büyük bir deve çıkıverdi. Onun gibi büyük, onun gibi hırsla üzerime gelen ve onun gibi tırnaklarıyla beni parçalamak isteyenini bugüne kadar hiç görmedim; şayet geri kaçmasaydım, beni yiyip bitirecekti.

Daha sonra bu işin gerçek yönünü Allah Resûlü’ne sordular. Buyurdular ki:

– Bu Cibril’di; şayet daha yaklaşmış olsaydı onun işini bitirirdi.[11]


Dipnotlar:
[1] Bunlar arasında, sadece Hakem İbn Ebi’l-Âs Müslüman olacaktır.
[2] Halebî, Sîre, 1/474
[3] Başka bir rivayette bu hadise Kâbe’de cereyan etmektedir ve başrolde Ebû Cehil vardır. Bkz. Mâverdî, A’lâmu’n-Nübüvve, 1/142
[4] Başka bir rivayette, “Mudar’a Yusuf yılları gibi kıtlık sal ve çetin azabını gönder.” şeklinde bir ilave vardır. Bkz. Aynî, Umdetü’l-Kârî, 7/26
[5] O gün bu olaya şahit olan ve elinden bir şey gelmeyen Abdullah İbn Mes’ûd (radıyallahu anh), Efendimiz’in beddua ettiği yedinci ismi hatırlayamadığını ifade eder ve yemin vererek bu isimlerin tamamının da, harp meydanındaki ilk karşılaşma olan Bedir Savaşında teker teker öldüğünü anlatır. Bkz. Halebî, Sîre, 1/470
[6] Aynî, Umdetü’l-Kârî, 2/175
[7] Bkz. Hümeze, 104/1-9
[8] Bkz. İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 2/51
[9] Bkz. Kıyâme, 75/33, 34, 35
[10] Bkz. Alak, 96/17, 18
[11] Bkz. İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 3/43 ; Kâdı İyâz, Şifâ, 1/688 vd. Başka bir rivayette Ebû Cehil, “Benimle O’nun arasında bir anda, içinde devasa alevlerin olduğu büyük bir hendek meydana geliverdi. Sanki kollarını açmış beni yutacak gibiydi!” demektedir. Buna mukabil Efendimiz de, “Şayet bana biraz daha yaklaşsaydı, melekler onu parça parça edeceklerdi!” buyuracak ve mü’minlerin kuvve-i maneviyelerini takviye etmiş olacaktı. Ebû Cehil’in Efendimiz’i öldürmek kastıyla üzerine gelişi hakkında farklı rivayetler bulunmaktadır. Bunlar, farklı zamanlarda olabileceği gibi bir kere cereyan etmiş olayı gören herkes, kendi müşahede ettiği kadarını aktarmış da olabilir. Bunun için biz, mümkün mertebe rivayetleri birleştirerek vermeye çalıştık.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.