Kâbe’nin Anahtarı ve Kâbe’nin içinde inen tek âyet
Hz. İbrahim tarafından inşa edilen Kâbe‘nin iki kapısı vardı. Bir kapı Kâbe‘ye girmek için diğeri de çıkmak için yapılmıştı. İkinci kapı şu andaki mevcut kapının tam simetriğinde bulunuyordu. Her iki kapı da yer seviyesindeydi ve bu giriş-çıkışları kapatan bir kapı yoktu. İsteyen herkes Kâbe’ye rahat girip çıkıyordu.
Kâbe’ye ilk kapının ne zaman takıldığı tam bilinmemektedir. Kapıyı ilk yapanların Cürhümlüler ya da Yemen Meliki (Tubba’) Ebu Kerîb Es’ad el-Himyerî olduğu söylense de bu kesin değildir. Bu kapıların kilidi yoktu. İsteyen kimse rahatça açıp içeri girebiliyordu.
Kureyşliler ise MS. 605 yılında yaptıkları tamiratta kapılarla ilgili de değişikliğe gitti. Doğu duvarında bulunan giriş kapısını yerden yaklaşık 2.13 metre yükselttiler ve ona kilitli bir kapı taktılar. Onun tam karşısına düşen çıkış kapısını da tamamen duvar örüp kapattılar. Kapının yüksekliği 2.22, genişliği ise 1.90 metredir.
Kâbe’nin kapısı ve içerde çatıya çıkmak için kullanılan merdivenlerin önündeki Tevbe Kapısı en son Suud kralı Melik Abdulaziz tarafından som altından yaptırılmıştır. Ana giriş kapısının yapımında 280 kg saf altın kullanılmıştır. Kapının çerçeveleri ahşaptan yapılmış ve üzeri altın plakalarla kaplanmıştır. Kapının üzerine de Esmâü’l-hüsna ve bazı ayetler hakkedilmiştir. Her iki kapının yapımı bir yıl sürmüş ve Hicrî 1363 yılında yerlerine takılmıştır. Şu anda mevcut olan kapı ise Melik Abdulaziz’in oğlu Halit’in yaptırdığı kapıdır.
Kabe’nin Anahtarı Kimde ?
Mekke’de hacla ilgili organize edilen hizmetlerden bir tanesi de “Sidâne ya da Hicâbe” vazifesidir. Hicâbe, görevi Kâbe’nin bakımı, anahtarlarının muhafazası ve belli zamanlarda kapının ziyaretçilere açılması işidir. Bu işe, Makâm-ı İbrahim’in ve Kâbe’ye hediye edilen kıymetli eşyaların muhafazası ve iç-dış örtülerin temiz tutulması ve yenileriyle değiştirilmesi de dahildir. Cahiliye döneminde Kâbe’yle ilgili bu görevlere Kâbe’nin içinde ve çevresindeki putlar da dahildi.1 Hicâbe, Kâbe’nin anahtarlarını taşıma, muhafaza etme ve kapısını açıp kapama vazifesi, Sidâne ise Kâbe’nin her türlü hizmetini görme şeklinde de tanımlanmıştır.2
Kusayy İbn-i Kilâb, Huzaalılardan Mekke’nin yönetimini devr alırken bu iki hizmetin yanında bir de “Liva” görevini yani savaş zamanında asker toplama ve sancağı taşıma işini de devr almıştı. Kusayy bu organizasyonlara ilave olarak Rifâde ve Sikâye (Hacıların misafir edilmesi ve su ihtiyaçlarının karşılanması) uygulamasını da ihdas etmişti.3
Kusayy’dan sonra yerini, oğullarından Abdüddâr aldı. Bundan sonra hicâbe babadan oğula sırasıyla, Osman İbn-i Abdüddâr’a, ondan oğlu Abduluzzâ İbn-i Osman’a, ondan oğlu Abdullah İbn-i Abduluzza’ya (Ebu Talha), ondan Talha İbn-i Abdullah’a ve nihayet ondan da oğlu Osman İbn-i Talha’ya intikal etmişti. Mekke’nin fethedildiği gün de bu vazife Osman İbn-i Talha‘nın uhdesinde bulunuyordu. O da Kabe’nin anahtarını annesinin korumasına vermiş, onun yanında muhafaza altına aldırmıştı.
Peygamberimiz Kâbe’nin anahtarını istiyor
Peygamber Efendimiz, Mekke’nin fethedildiği gün devesi Kasva’nın üzerinde olduğu halde Kâbe’nin yanına geldi. Terkisinde Hz. Üsame İbn-i Zeyd de vardı. Bastonuyla Haceru’l-Esved’i selamlayarak tavafa başladı. Bir taraftan tavafını yapıyor diğer taraftan elindeki asasıyla Kâbe’nin çevresine yerleştirilmiş 370 tane puta işaret ediyor hepsini birer birer deviriyordu. Mübarek dudaklarından da şu ayet dökülüyor ve metaf alanına dalga dalga yayılıyordu: “Hak geldi, bâtıl zail oldu. Bâtıl yıkılmaya mahkumdur.”4
Tavafını tamamlayınca Kâbe’nin kapısının önüne geldi ve Kasva’nın üzerinden indi.5 Ma’mer İbn-i Abdillah, Kasva’nın yularından tutup onu dışarı çıkardı. Devrilen ve parçalanan putlardan dolayı Kâbe’nin çevresi enkaz yığınına dönmüş, kirlenmişti. Bunun üzerine ashab-ı kiram seferber olmuş, ridalarını çıkarmış ve Kâbe’nin çevresini temizlemeye başlamışlardı. Bir grup da zemzem kuyusundan çektikleri sularla Kâbe’nin etrafını yıkıyorlardı.6 Böylece maddi-manevi temizlikle Kâbe’nin çevresi şirke ait kirlerden temizleniyordu. Şimdi sıra Kâbe’nin içine gelmişti.
Kabe’nin kapısının anahtarları Osman İbn-i Talha’daydı. Asırlardır “Hicâbe” veya “Sidâne” de denilen Kâbe’nin imar, bakım, temizlik görevinin yanında Beyt’i açma ve kapama vazifesi de onlardaydı. Bu sebepten ötürü kapının anahtarı o ailede duruyordu. Allah Resûlü Osman İbn-i Talha’yı çağırtarak kendisinden Kâbe’nin anahtarını getirmesini istedi.
Hz. Osman (radıyallahu anh), anahtarı alıp getirmek için hemen annesinin yanına koştu. Ancak annesi anahtarı vermek istemedi. Bu sefer Hz. Osman elini kılıcına götürerek, “Anne! Allah’a yemin olsun ki ya derhal verirsin ya da şu kılıcım kınından hemen çıkacaktır!” diye sertçe bir tepki gösterdi. Bunun üzerine işin ciddiyetini anlayan kadın oğluna anahtarı teslim etti.7 O da koşarak gelip anahtarı Peygamberimiz’e teslim etti.
Bu arada Kâbe’ye girmek için kullanılan basamaklı merdiven de hazır edilmişti. Resûlullah (aleyhissalâtü vesselam) Kâbe’nin kapısını açtı. Kureyşliler kapının açılması karşısında da bir şaşkınlık yaşadı. Zira onlar, hicâbe görevini üstlenen kimsenin haricinde Kâbe’nin kapısını kimsenin açamayacağına inanıyorlardı.8 Mekke kapılarını açmış onu buyur etmişti. Yıllardır bu günleri bekleyen Kâbe mi kapısını açmayacaktı? Böylelikle bir tabu daha yıkılmıştı. Her attığı adımla Kâbe’nin çevresindeki putlar birer birer devrildiği gibi her sözü ve icraatıyla da insanların zihinlerindeki bin bir çeşit tabular yıkılıyordu. Allah Resûlü içeri girerken yanına Osman İbn-i Talha, Üsame İbn-i Zeyd ve Hz. Bilal‘i aldı. Ardından da kapıyı kapattı.9
Efendimiz, Kâbe’nin içinde
Peygamber Efendimiz, Beytullah’ın içine girince bütün köşelerinde ve duvarlarının önünde durarak tekbir getirdi ve Allah’a hamd etti. Bu arada orda gördüğü güvercin şeklindeki putu kaldırttı. Yine orada Hz. İbrahim, Hz. İsmail ve Hz. İshak’ın tasvirleri olarak duvarlara çizilmiş bazı resimler gördü. Hz. İbrahim diye resmedilmiş tabloda, İbrahim’in elinde fal okları da bulunuyordu. Peygamberimiz bunu görünce “Allah onları kahretsin! Hz. İbrahim asla fal okları çekmemiştir” buyurdu ve zaferanlı su isteyerek hepsini sildirtti. Bundan sonra Kâbe’nin içini temizleten Allah Resûlü, Müstecâr’a yakın yerdeki iki direk arasında iki rekât nafile namaz kıldı. Sonra Müstecâr’a ilerleyip alnını ve yüzünü oraya yaslayarak dua etti. Yaklaşık bir saatten fazla içeride kalan Peygamber Efendimiz, daha sonra çıkmak üzere Kâbe’nin kapısını açtı.10
Resûlü Ekrem (aleyhissalati vesselam) kapıyı açınca Kâbe’ye girmek isteyenler oldu ve hafif bir izdiham oluştu. Hz. Halid İbn-i Velid bu izdihamı engellemeye ve düzenlemeye çalışıyordu.
Allah Resûlü kapıyı açmadan önce bütün Kureyşliler Mescid-i Haram’ı doldurmuş; haklarında verilecek hükmü ve kendilerine yapılacak muameleyi merakla bekliyorlardı. Kısa bir süre bekleyen kalabalığı süzen Rahmet Peygamberi, sözlerine tevhid inancını nazara vererek başladı ve Mekkelilere şöyle hitap etti:
“Allah’tan başka ilah yoktur. O, tektir ve ortağı yoktur. O, vadini yerine getirmiştir. O, kuluna yardım etmiş ve tek başına düşman ordularını bozguna uğratmıştır. Ey Kureyş topluluğu! Ne dersiniz, hakkınızda ne karar vereceğimi düşünürsünüz?”
Tedirgin bir şekilde bekleyen Kureyşliler, hep bir ağızdan:
“Biz, Senin hakkımızda hayırlı bir karar vereceğini düşünürüz. Zira Sen kerîm bir peygambersin. Kerîm bir kardeşsin ve kerîm bir kardeşin oğlusun. Şimdi güç senin elindedir.”
Onların bu cevapları üzerine de aff u safh ile gelmiş Rahmet Peygamberi şöyle karşılık verdi:
“Kardeşim Yusuf’un kardeşlerine dediği gibi derim: ‘Bugün size kınamak yok, Allah sizi affetsin! Şüphesiz ki O, merhametlilerin en merhametlisidir.’ Haydi şimdi gidiniz hepiniz hür ve serbestsiniz.”
Ardından konuşmasına şöyle devam etti:
“Dikkat ediniz! Bugün Cahiliye dönemine ait her faiz işlemi kaldırılmıştır. Her mal ve kan davası ve övünme vesileleri şu iki ayağımın altındadır… Câhiliye döneminden de sadece sidâne ve sikâye hizmetleri muhafaza edilecektir.”11
Allah Resûlü konuşmasını tamamlayınca aşağıya indi. Buradaki fetih konuşmasında hac ve Mekke idaresiyle ilgili sidâne ve sikâye dışında bütün görevleri kaldırdığını ilan etmişti. Peki şimdilik Peygamberimizin uhdesinde olan bu iki görev kime verilecekti?
Peygamber Efendimiz Kabe’nin Anahtarını kime verdi ?
Allah Resûlü merdivenlerden aşağıya doğru inerken, “Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adalete uygun tarzda hüküm vermenizi emreder. Allah bununla size ne de güzel öğüt veriyor! Şüphe yok ki Allah Semi’ ve Basîr’dir.”12 ayetini okuyordu. Bu ayet kendisine daha demin Kâbe’nin içindeyken yeni nazil olmuştu. Kâbe’nin anahtarı da elindeydi. Aslında bu ayet anahtarın kime verilmesi gerektiğini açıkça ifade ediyordu. O da bu ayetin işareti ve Cibril’in delaletiyle anahtarı kime vereceğini biliyordu. Ancak merdivenlerde durakladı ve Kâbe’nin anahtarını göstererek: “Bu konuda bir şey söyleyecek, konuşacak kimse var mı?” diye sordu. Hz. Abbas, Hz. Ali ve Haşimoğullarından bir grub ayaklarının üzerine doğrularak ellerini uzattı ve sikâye göreviyle birlikte hicâbenin de kendilerine tahsis edilmesini talep etti.13
Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam) onların bu isteklerine karşı bir şey demedi. Bilakis, “Osman İbn-i Talha nerede?” diye sordu. Osman İbn-i Talha’ya hemen haber verildi. Hz. Osman çağrıldığını duyunca hemen gelmişti. Sidâne görevinin yeniden kendisine verilip verilmeyeceğini o da merak ediyordu. Birkaç asırdır yaptıkları Kâbe hizmeti ve ona bağlı olarak yürüttükleri Kâbe’yi açıp kapama işi Hz. Abbas’ın isteğiyle Abbasoğullarına verilecek miydi? Huzura varmış el-pençe divan durmuş, “Buyurun Ya Resûlallah! Beni emir buyurmuşsunuz” demişti.
Allah Resûlü, herkesin meraklı bekleyişleri arasında Kâbe’den çıkarken okuduğu ayeti tekrar okudu ve “Ey Osman! Bu Kabe’nin anahtarı senin hakkındır. Bugün iyilik ve vefa günüdür” buyurdu.14 Ardından anahtarı ona doğru uzatarak “Ey Osman! Buyur, Allah’ın size verdiğini al!” dedi.15 O, anahtarı teslim alırken amcasının oğlu Şeybe İbn-i Osman İbn-i Ebi Talha da yanındaydı. Efendimiz sözlerini tamamlarken onlara şu müjdeyi de verdi:
“Ey Ebu Talha evlatları! Dedelerinizden kalan bu emaneti sizde ebedi ve bâki kalmak üzere alınız. Bunu sizin elinizden ancak zalim olan kimse almaya kalkabilir.”16 “Ey Osman! Allah sizi Beyt’ini muhafaza hususunda emin buldu ve bu emaneti size verdi. Kâbe vesilesiyle size gelecek şeylerden ma’ruf çerçevesinde yiyebilirsiniz de.”17 Efendimiz sözlerini tamamladıktan sonra, “Bir de Ey Osman! Anahtarı hemen saklayınız!” diye emretti.18 Bu cümlelerle artık emanet ehline teslim edildiği gibi, kıyamete kadar Kâbe’nin anahtarlarının kimin uhdesinde kalacağı da belirlenmiş oluyordu. Bu sadece onlara ait olmayacak, gelecek nesilleri de Allah Resûlü’nün tavzifiyle bu şereften hissedar olacaktı.
Allah Resûlü, Osman İbn-i Talha ve amcasının oğlu Şeybe ile konuşmasını tamamlamıştı. Hz. Osman anahtarı saklamak için ayrılmış ve bir miktar yürümüştü. Tam o esnada Allah Resûlü tekrar kendisine seslendi. Osman tekrar geri geldi. Bu kez Peygamberimiz ona hicretten önce aralarında geçen şu olayı hatırlattı:
“Hatırlar mısın ey Osman! Her pazartesi ve perşembe günleri Beyt’in kapısı açılır ve isteyenler içeri girerdi. Bir gün herkes Kâbe’ye girerken beni engellemiş ve içeri girmeme mani olmuştun. O gün ise Ben bu davranışın karşısında sana şöyle demiştim: ‘Ey Osman! Bir gün sen, bu anahtarı benim elimde ve onu istediğim kimseye vereceğim bir konumda göreceksin!’ Bunun üzerine sen ‘O zaman Kureyş helak ve zelil olmuş demektir!’ diye cevap vermiştin. Ben ise sana, “Hayır! Kureyş asıl o zaman gerçek değerine kavuşacak ve aziz olacaktır!” demiştim.”
Bu hatırlatmalar üzerine o günlere giden Hz. Osman İbn-i Talha bir kere daha duygulandı ve adeta imanını tazeleyerek, “Evet Ya Resûlallah! Şehadet ederim ki Sen Allah’ın Resûlüsün.” diye karşılık verdi.19
Peygamber Efendimiz, Hz. Osman İbn-i Talha ile konuşmasını tamamlamıştı. Ardından orada bekleyen Hz. Abbas’a ve onun şahsında kendisiyle birlikte olan Hz. Ali ve Haşimoğularına da dönerek şöyle dedi: “Ey Ebe’l-Fadl! Şayet Cibrîl (aleyhisselam) hicâbet vazifesini Şeybeoğullarına tahsis etmem gerektiği emriyle gelmeseydi, onu size verirdim. Kaldı ki ben de size vermeyi düşünmüştüm20 Fakat Ben size ondan daha hayırlısını vereceğim. Size, mal temin edebileceğiniz bir vazifeyi değil (Hicabe), malınızı harcayacağınız bir görevi (Sikâye) tahsis edeceğim.”21
Zira sikâye görevini yerine getirmek için kendi mallarından harcama yapmaları gerekiyordu. Hicabe görevi için ise harcama yapmaları gerekmediği gibi ekstra Kâbe’ye gönderilen hediyeler, kisve vs. ile başkalarından gelir elde etme ya da istifade etme ihtimalleri söz konusu olabilirdi.
Allah Resûlü ise onların hem izzetini korumak istiyor hem de veren el olmalarını arzu ediyordu. Dolayısıyla Hicâbe görevini istemesine rağmen Hz. Abbas’a vermemiş Sikâye görevini ise yine ona tahsis etmişti.22
Kaldı ki sikâye vazifesi de asırlardır onlar tarafından deruhte ediliyordu. Onlar da bu konuda emanete ehil kimselerdi. Dolayısıyla Allah Resûlü kendisine Kâbe’nin içinde yeni inen ayetin hükmüyle amel ediyor emaneti ehline teslim ediyordu.
İşte o günden bugüne hicâbe vazifesi Osman İbn-i Talha ve Şeybe İbn-i Osman’ın soyundan gelen kimseler tarafından yürütülmektedir. Sikâye görevi ise artık Kâbe’nin yönetimi tarafından deruhde edilmektedir.
Yazar: Dr. Selim Koç
Dipnot:
- Bkz. İbn Manzûr, Lisanu’l-Arab h-c-b ve s-d-n mad. XIII/207
- Bkz. Muhammed Hamd el-Ğurayle, Nizamu’l-Kadâ fi’l-İslam, 29
- Mahmut Şakir, et-Tarîhu’l-İslamî, I/92
- İsra Sûresi, 81
- İbn Hişam, es-Sîre, IV/38; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, VIII/252
- es-Sâlihî, Sübülü’s-Selâm, V/238
- Müslim, Hac 83
- el-Hattab er-Ruaynî, Mevâhibu’l-Celîl, IV/511
- Bkz. Buhari, Hac 51.52; Meğazî 48; Daha geniş bilgi için bkz., İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, III/541
- es-Sâlihî eş-Şâmî, Sübülü’l-Hüda ve’r-Reşâd, V/239
- Burada verilen hutbe daha uzundur. Aslı için bkz. es-Sâlihî eş-Şâmî, Sübülü’l-Hüda ve’r-Reşâd, V/242
- Nisa Sûresi 4/58
- İbn-i Sa’d, Tabakât, V/12
- İbn-i Hişam, es-Sîre, IV/35; İbn-i Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, VIII/79
- İbn-i Sa’d, Tabak’at, V/13
- İbnu’l-Esîr, Usdü’l-Ğabe fî Ma’rifeti’s-Sahabe, 823
- İbn-i Sa’d, Tabakât, V/13
- İbn-i Sa’d, Tabakât, V/13
- İbn-i Sa’d, Tabakât, V/11
- Ezrakî, Ahbâru Mekke, I/14; Cârullah, Muhammed İbn-i Abddilaziz İbn-i Fehd el-Mekkî, Tuhfetu’l-Letâif, 174
- Nevevî, Şerhu Müslim, IX/36; İbn-i Hişam, es-Sîre, IV/35; Heysemî, Zevaid, VI/177
- Bkz. Diyarbekrî, Hüseyin İbn Muhammed, Tarîhu’l-Hamîs, II/85