İlk dört halifenin hilâfete liyakatleri ve hilâfet sıraları

470

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile Çihâr-ı Yâr-ı Güzin arasında derin bir münasebet vardı ve Efendimiz bu münasebeti değerlendirerek kendisinden sonra hilâfetle insanları idare edecek bu dört büyük halifeyi o üstün firasetiyle sezmişti. Hatta bunun da ötesinde şunu ifade etmek mümkündür: Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah’ın bildirmesiyle kendisinden sonra gelecek olan bu dört sadık yârânın hilâfete geliş sırasını bile biliyordu ve etrafına söylüyordu. Bu açıdan baktığımızda Hulefâ-i Raşidîn’in sırası konusunda dile getirilen ileri geri iddiaların gerçekle bir alâkası olmadığı ortaya çıkar.

Dört halife bir sıra dahilinde iş başına geçmişlerdir ki, dikkatli bir şekilde incelendiğinde bunların hilâfet dönemlerinde karşılaştıkları olaylarla kendi hususiyetlerinin büyük bir paralellik arz ettiği görülür. Meselâ, Hazreti Ebû Bekir bir taraftan çok temkinli ve dikkatli olmasının yanı sıra aynı zamanda itaatteki inceliği anlama mevzuunda da eşi menendi yoktur. Bir diğer taraftan da kritik dönemlerde çok hızlı, olabildiğine ciddî, fevkalâde rahat ve isabetli karar vermesi de onun çok önemli bir hususiyeti idi ki, Hazreti Ali’nin de dediği gibi “Eğer Ebû Bekir olmasaydı Müslümanlık olmazdı.”

Evet, onun zamanında vuku bulan irtidat hâdiselerinde onun gibi seri ve isabetli karar verme hususiyeti olan bir idareci olmasaydı, ihtimal bu problemin aşılması çok zor olacaktı. Allah’ın inayeti ve Hazreti Ebû Bekir’in isabetli karar verme kabiliyeti ile o problemi aşmak fevkalâde kolay oldu. İşte öyle karışık bir dönemde Ebû Bekir gibi bir insana ihtiyaç vardı.. sorumluluk da ona yüklenmişti.

Yine fütuhat dönemi itibarıyla eğer idarî ve askerî bir dâhi olan Hazreti Ömer gibi birine; yaşadığı o gâileli dönemde keza Hazreti Ali gibi çok hakperest bir şahsiyete ihtiyaç vardı ve öyle oldu. İhtimal o zaman Hazreti Ali yerinde bir başkası olsaydı, bazı haksızlıklar yapması kuvvetle muhtemeldi. Şöyle ki, bir yerde Havâric veya Nevâsıb toplanıp ona hücum plânları yaptıkları kritik bir durumda en yakın müşavirlerinden biri hakşinas Hazreti Ali’nin yanına gelerek Haricîlerin ona karşı toplandığını söyler. İmam ona: “Ne bileyim bana hücum edeceklerini?” diye cevap verir. Kendisine tekrar: “Yâ İmam! Sana hücum etmek için toplanmışlar.” denilince; “Onlar bana hücum edecekleri âna kadar ben hücum edemem.” mukabelesinde bulunur. Evet, Hazreti Ali işte o kadar hakperesttir. Üstad Hazretleri’nin o enfes ifadesiyle “… fitne-engiz hâdisatın zuhuru zamanında, Hazreti Ali gibi harikulade bir cesaret ve feraset sahibi, Hâşimî ve Ehl-i Beyt gibi kuvvetli, hürmetli bir kuvvet lâzımdı ki, dayanabilsin. Evet, dayandı…”1

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu dört halifeye sırasıyla işaret eder ve onların mahiyetlerinde meknî potansiyel bir güç sayılan dehayı, kendine has talim ve terbiyesiyle ortaya çıkarır. Onları okutur, öğretir, yetiştirir, terbiye eder ve içlerindeki o kabiliyeti inkişaf ettirir. Elbette ki bu, çok uzun zamana vâbeste bir iştir, ama gerçekleştirilir.

Evet, Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali ve Hazreti Halid, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) rahle-i tedrisinde kalabildikleri ölçüde kalmışlar ve O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) âdeta mütalâa edilen bir kitap gibi çok iyi okumuşlardır. Allah Resûlü’nün söylediği her sözüne kendi kafa ve düşüncelerinde şerhler ve haşiyeler koymuşlar ve kendi düşünceleri ile O’nun icraatı arasında hayt-ı münasebetler vaz’etmişlerdir. Bir yönüyle kendi düşünce ve değerlendirmelerini O’nun davranış, söz ve beyanları ile sürekli tartmışlar, öte yandan da emre itaatteki hassasiyetleriyle rüşd ü hidayete sevk edilmişler. Zannediyorum böyle olunca da bu güzide insanlarda, bir taraftan emre itaatteki incelik duygusu daha bir gelişmiş, diğer taraftan da onu okumada daha dikkatli olunmuş…

Allah Resûlü’ne teslim olmuş ve o “müeyyed min indillâh” olan Nebiler Serveri’ni okuma, dinleme bahtiyarlığına ermiş bu dört büyük insan, akıllarını da asla ihmal etmemişlerdir. Meselâ Hazreti Ömer düşüncelerini ifade etmede Hazreti Ebû Bekir’den biraz daha cesur, buna mukabil Hazreti Ebû Bekir de Hazreti Ömer’den biraz daha temkinlidir. Bu meziyetlerden biri birinin, diğeri de diğerinin kendisine has meziyetidir. Cesaretle temkin tartıldığı zaman bir yönüyle bunlar aynı değeri ifade ederler. Bu açıdan bakıldığında, bu büyük insanlarda bazı hususiyetlerin daha ağır, diğerlerinin ise daha az hissedilmesinin bir eksiklik olmadığı anlaşılacaktır. Şunu da belirtmekte fayda mülâhaza ediyorum: Bu dört sahabi aslında Hakikat-ı Ahmediye’ye (aleyhissalâtü vesselâm) ait enginliği kendi aralarında âdeta paylaşmış gibidirler.

Hazreti Ömer’in “Ben üç yerde Rabb’imle muvafakat ettim.” sözü vardır. Onun ifade ettiği hususlardan biri tesettür mevzuudur. Sevde Validemiz bir gece vakti evin dışında yürürken, uzun boyu, edası ve endamı ile belli olduğu için Hazreti Ömer onun Sevde Validemiz olduğunu bilir ve ifade eder.

Bundan dolayı Hazreti Ömer’e “Artık sen, işimize de karışacak hâle geldin!” derler. Bu konuda çok kıskanç olan Hazreti Ömer, muhterem bildiği peygamber zevcesi hakkında kimsenin aklının köşesinden bir şey geçmemesi mülâhazasıyla hareket eder. Yoksa içinden bir şey geçirdikten sonra, onun peygamber zevcesi ve mü’minlerin anası olduğu bilinse ruhunda nasıl bir durumun zuhur edebileceğini düşünmeye gerek yok.

Hazreti Ebû Bekir’e gelince o da bu konuda çok hassastır. Kızı Âişe Validemize, peygamber zevcesi olduğundan dolayı hep: “Yâ Ümmâh – Anacığım” derdi. Bu duygu o büyüklere çok iyi işlemiş ve tabiatları hâline gelmişti. Cenâb-ı Hak Ahzâb sûresinde şöyle buyurur: “Peygamberin mü’minler üzerinde haiz olduğu hak, onların bizzat kendileri hakkında haiz oldukları haktan daha fazladır. (O, bir baba konumunda olduğundan) onun eşleri de mü’minlerin anneleridir.”2 Yani onları anamız gibi görmeli, anamız gibi düşünmeli ve öyle çağırmalıyız. Birdenbire birinin karşısına bir kadın çıksa da onu tanımasa ve o kişinin içindeki inhiraf, duygularındaki kayma öyle birine karşı olsa ki o, onun anası olsa, bunun vicdanına nasıl aksedeceği açıktır. Ne nebi ne de zevceleri hakkında, inhirafın en küçüğünü bile yaşamak -hafizanallah- Allah nezdinde insana çok ciddî kaybettirdiği gibi, çok büyük bir vicdan azabına da vesiledir. Hanginiz -hafizanallah- bilmeyerek ananıza karşı bir şey duyup da vicdan azabı çekmezsiniz ki? Bundan dolayı Hazreti Ömer de işte bu engin mantıkla böyle bir kıskançlık ve gayûriyet içinde hareket etmişti ki, bu olaydan sonra da örtünmeyle alâkalı âyet gelmişti.

Meselâ içki mevzuunda ilk nazil olan âyetlerde onun hem zararının hem de faydasının olduğu bildirilince Hazreti Ömer, beyan-ı şâfî istiyor ve şöyle diyordu: “Allah’ım! Sadra şifa veren bir beyan!” Aslında Allah Resûlü’nün mantığı da o istikamette idi. Kur’ân’da o yönde âyet nazil oluyordu. Peki, Allah (celle celâluhu), Hazreti Ömer ile alâkalı bu tevafukatı niçin gösteriyordu? Belki de Cenâb-ı Hak bir yönüyle, toplum içinde bir meseleyi zarurî olarak vurgulama hususunda Hazreti Ömer’in fetanetine ve dehasına işaret buyuruyordu. Hazreti Ömer’in üçüncü tevafuku da riba (faiz) mevzuundadır. Bu konuda da içki âyetindeki yaklaşımını sergiliyor ve onu teyiden âyet nazil oluyor.

Bununla beraber Hazreti Ömer fevkalâde mütevazi ve tam bir mahviyet insanıdır. Hatta daha çok tevafukat olduğu hâlde o sadece üçünü hatırlar. Oysaki hadisle meşgul olanlar, onun on üçü aşkın tevafukatı olduğunu söylerler. Bu öyle bir seviyedir ki o, kendi kendinin ve bildiği pek çok şeyin farkında bile değildir. Öyle anlaşılıyor ki, Rabbisiyle tevafuk ettiği on üç yer var, ama o bunlardan sadece üç tanesini hatırlıyor.

Hazreti Ömer’in Hudeybiye’de muvakkat kendi içtihatları istikametinde temayülü ve sonraki nedameti de ders alınacak bir durumdur. Hazreti Ömer Hudeybiye’de Efendimiz’in yanına gelir gider ve Allah Resûlü’ne bazı mülâhazalarını söyler. Buna karşılık Allah Resûlü’nün o mevzuda mütalâası farklıdır ve ona şöyle der: “Yâ Ömer! Ben Rabb’imin peygamberiyim. O’na muhalefet etmem.” Bunun üzerine Hazreti Ömer de Efendimiz’in yanından ayrılıp uzaklaştıktan çok az sonra Hazreti Ebû Bekir’le görüşür; meseleyi daha iyi anlar ve daha sonraları bu hâdiseyi her hatırlayışında ızdırapla iki büklüm olur ve ciddî bir pişmanlık duyar. Öyle ki bu yolda verdiği sadakanın, tuttuğu orucun ve ettiği istiğfarın da haddi hesabı yoktur.

Bu misallere, Hazreti Ebû Bekir’in rüya yorumlamadaki sözlerini ve İbn Ömer’in büyükler meclisinde otururken Efendimiz’in sorduğu sorunun cevabını bilmesine rağmen, saygısından ve hayâsından dolayı cevabı söylememesini ve daha sonra babasının, o mecliste, bildiğini söylemesi durumunda, bunun kendisinin daha hoşuna gideceğini ifade ettiği hâdiseleri de ekleyebiliriz.

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Ömer ve diğer güzide halifeler, mantıklarını da ihmal etmeden her zaman büyük bir teslimiyet içinde bulunuyorlardı. Bu arada şayet bir yanlış yapmışlarsa özür dilemesini de biliyorlardı…

Hâsılı, onların hayatlarına bir bütün hâlinde bakıldığında, İslâm’ı kabullerinden bu uğurdaki çektikleri çile ve ızdıraplara, Efendimiz’e tebaiyetlerinden dinin ruhunu kavramalarına, ibadetlerdeki hassasiyetlerinden dinin emirleri karşısında kendilerini yenilemelerine kadar gösterdikleri performanslardan hareketle hilâfete liyakatlerinin olduğu çok daha berrak görülecektir.

 Yazar: M. Fetullah Gülen, Prizma 5

Dipnot:

  1. Bediüzzaman, 19. Mektup, 5. Nükteli İşaret.
  2. Ahzâb sûresi, 33/6.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.