İkinci Hicret
Sıkıntı, her geçen gün katlanarak büyüyordu ve nihayet Resûl-ü Kibriyâ Hazretleri, çözümün yine Habeşistan’a gitmekle mümkün olabileceğini söyleyecekti. Zira önce gidenlerin orada hangi şartlarda olduklarının da haberi alınmıştı ve bu sebeple Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Mekke’de henüz bulunmayan bir rahatlığı daha fazla insanın elde edebilmesi için ümmetine Habeşistan’a gitmeleri hususunda tahşidatta bulunuyordu. Ancak gönül, Resûl-ü Kibriyâ’yı da aralarında görmek istiyordu. Onun için Hz. Osman, Efendimiz’e şunları söyleyecek ve aralarında şu diyalog geçecekti:
– Yâ Resûlallah! İlkinde biz gittik ve şimdi ikincisinde yeniden Necâşî’ye gideceğiz! Keşke Sen de bizimle beraber olsan!
– Sizler, hem Allah’a hem de bana hicret etmiş oluyorsunuz; dolayısıyla size iki hicret sevabı var!
– Bize bu yeter yâ Resûlallah!
Artık zaman, yola çıkma zamanıydı. Ancak bu, müşriklerin de bildiği bir yoldu; kendilerince tedbir almışlardı ve yeniden ellerinden kaçırmamak için daha dikkatli davranıyorlardı. Bir de bu sefer, daha kalabalık bir grup gidecekti. Öyleyse, olduğundan daha çok dikkat ve kimseye hissettirmeme adına daha çok tedbir ve işi ihtimale bırakmadan daha kontrollü hareket etmek gerekiyordu.
Derken bir gece vakti yeniden yola düşülmüş ve peyderpey sahile doğru bir yolculuk başlamıştı. On sekizi kadın toplam yüz bir kişi idiler.1
Bütün tedbirlere rağmen yine de Müslümanların ayrılıp gittiklerini duyan Kureyş’te büyük bir telaş yaşanıyordu. Önceki gidişin neticesini ve Necâşî’nin Müslümanlara yaptığı muameleyi de biliyorlardı. Şimdi gidenlerin sayısı ise, öncekine nispetle daha fazlaydı. Çok büyük bir problemle karşı karşıyaydılar; kendi avuçlarının içindeyken çözemedikleri bu meselenin, ülkeler arası bir konuma sıçrayıp da genele mâl olduğunda üstesinden nasıl gelebilirlerdi ki! Yok, yok; mesele, kendi kontrollerinden çıkmak üzereydi! Zaten Hamza ve Ömer’i kaybetmiş olmanın hüznü bellerini bükmüş, bu düşman belledikleri cepheye büyük bir güç katmıştı. Şimdi ise mesele, kontrollerinin tamamen dışında bir zemin bulmuştu.
Hemen bir araya gelip kalıcı ve kesin bir çözüm üzerinde derin derin konuştular. Neticede ittifak ettikleri husus, ne yapıp edip Necâşî’yi ikna etmek ve ellerinden kaçırdıkları Müslümanları kendilerine teslim etmesini sağlamaktı. Bunun için aralarından, bu işin üstesinden gelebilecek iki adam seçtiler; bunlar, Amr İbnü’l-Âs ve Abdullah İbn Ebî Rebîa idi.2 Her ikisi de, kralların huzurunda nasıl konuşulacağını bilen ve aynı zamanda Necâşî ile muarefesi olan kimselerdi.
Kureyş, işi şansa bırakmak istemiyordu; bunun için her iki elçilerine de tembih üstüne tembihlerde bulunuyor ve nasıl hareket etmeleri konusunda yol gösteriyorlardı. Bir de, başta Necâşî olmak üzere kralın etrafındaki etkin isimlere çok özel hediyeler hazırlamışlardı. Hatta bu hediyeleri nasıl verecekleri konusunu bile bütün detayına kadar elçilere anlatıyor, kraldan önce kralın adamlarına hediyelerini vererek önce onları ikna etmeleri, arkasından da Necâşî’ye hediyesini takdim ederek gidenleri geri verme talebinde bulunmaları gerektiğini söylüyorlardı. Planlarına göre, önceden hediyelere boğularak ikna edilen, yakın markaja alınarak kulislerde yönlendirilen vezir ve din adamları da, kendi elçilerini destekleyecek ve böylelikle Necâşî de, herkesin ‘olur’ dediği bir meselede aksi istikamette beyanda bulunmayacak ve Müslümanları kendilerine teslim edecekti!