Bir Çarşamba akşamıydı. Efendiler Efendisi, İbn Erkam’ın evinde bir akşam ellerini kaldırmış; dua dua yalvarıyordu. O kadar içten ve ısrarcıydı ki, bu durum yanındakilerin gözünden kaçmadı. Karıncalanmış avuçlarını semaya kaldırıp gözlerini semaya dikmiş, içtenlikle şöyle dua ediyordu:
– Allah’ım! Şu iki adamdan hangisi daha sevimliyse onunla dinini aziz kıl: Ömer İbn Hattâb ve Amr İbn Hişâm![1]
Ömer İbn Hattâb, sert yapılı bir adamdı; gözü pekti ve kimseden çekinmezdi. Bu tavır, adeta ona babasından kalan bir mirastı. Onun için eniştesiyle kız kardeşi, Müslüman olduklarını Ömer’den gizlemişlerdi, kimseye fark ettirmeden namaz kılıp Kur’ân okuyor; gizliden gizliye de tebliğde bulunuyorlardı.
Aslına bakılırsa Hz. Ömer, gelişmeleri uzaktan izliyor; üzerindeki baskıları bir türlü atıp da Müslüman olamasa da, en azından bu dini tercih edenlerdeki fazileti görüp takdir ediyordu. Bir akşam, Kâbe’ye gelmiş ve orada gecelemeye karar vermişti. Bu sırada Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) buraya geldi ve Kur’ân okumaya başladı; Hâkka suresini okuyordu. Hz. Ömer, ilk defa duyuyordu ve sözdeki cezbe çok hoşuna gitmişti. Etkisinden kurtulmak için bir kulp takması gerekiyordu ve tepki olarak Kureyş’in dediği gibi:
– Şâir, deyiverdi. Ancak gelen ses devam ediyordu:
– Şüphesiz ki o, kerim bir elçi olan Cibril’in sözüdür; asla bir şâirin kavli değildir. İnanmamak için ne kadar da ayak diretiyorsunuz!
Olacak şey değildi! Aklından geçirdiği yakıştırmaya hemen cevap gelmişti. Bu sefer:
– Kâhin, diye geçiştirmeye çalıştı. Ses gelmeye devam ediyordu:
– O, bir kâhin sözü de değil; siz ne kadar da az zikrediyorsunuz! O, âlemlerin Rabbi tarafından indirilen ulvî bir kelamdır.[2]
Bu şekilde Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), sureyi sonuna kadar okumuş ve Ömer de bunu, büyük bir şaşkınlık ve merak içinde dinlemişti. O gece bir hayli ve uzun uzun düşündü. Zihnen gelgitler yaşıyordu. Ama bunlar, henüz Ömer’i harekete geçirip saf değiştirecek güçte değildi. Onun için ertesi sabah, yeniden eski arkadaşlarının arasına dalmış, eski alışkanlıklarına geri dönmüştü.
Amr İbn Hişâm (Ebû Cehil) ise, her fırsatta Allah Resûlü’ne karşı çıkan ve din adına her gelişmeyi engelleme yarışına girişen ve bundan da haz duyan bir adamdı. Bugüne kadar Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), onun da Müslüman olması için çok uğraşmış, ama ona bu, bir türlü nasip olmamıştı. Defalarca kapısına kadar gitmiş; fakat her defasında hakaretle karşılaşıp mübarek yüzünde tükürükle geri dönmüştü. Buna rağmen Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebû Cehil’in peşini bırakmıyor ve bir de dualarına alarak, her şeye rağmen onun da kalbine iman koyması için Allah’a dua ediyordu. Ancak bu dua, Ömer için kabul görecek ve kaybeden Ebû Cehil olacaktı.
Efendimiz’in dua ettiği günün ertesi sabahında Ömer, Safa tepesine yönelmiş; İbn Erkam’ın evinde buluşan mü’minlere kötülük yapma niyetiyle yola düşmüş; kılıcı belinde, tam tekmil yürüyordu. Yolda giderken karşısına, Müslüman olduğu halde imanını gizleyen bir başka sahabe Nuaym İbn Abdullah çıkıverdi. Gördüğü manzara Nuaym’ı endişelendirmişti; zira Ömer, o kadar öfkeliydi ki, burnundan soluyordu. Ne yapıp edip onu yolundan çevirmeli ve böylelikle şerrinden emin olmalıydı. Onun için:
– Nereye gidiyorsun ey Ömer, diye sordu.
– Şu Kureyş’in arasına iftirak salan, ataları ve ilahları hakkında kötü sözler söyleyen ve onları ayıplayan sâbi Muhammed’i öldürmeye gidiyorum, cevabını verdi.
Zannında isabet etmişti; Ömer gerçekten çok kötü bir niyet taşıyor ve bu niyetini icra etmek için de yola koyulmuş, İbn Erkam’ın evine gidiyordu. Ne yapıp edip onu bu yoldan çevirmeliydi. Aklına ilk gelen şey, Ömer’in eniştesiyle kız kardeşi oldu.
– Vallahi de nefsin seni aldatmış ey Ömer! Abdimenâfoğullarını kendi halinde bırakıp da gidiyor; Muhammed’i öldürmek için yol alıyorsun? Bâri, kendi evine dön de, önce onların işini hallet!
Ömer, büyük bir şok geçirmişti. Olamazdı; onun haberi olmadan kendi ailesinden birisi gidip de Müslüman olamazdı! Onun için hemen sordu:
– Kendi evimde ne var ki? Yoksa?..
Evet… Kendi ailesinden de bu tatlı su kaynağına uğrayan ve o pınardan doya doya içmeye başlayanlar vardı. Ancak Ömer bunlardan habersizdi ve çabuk söylemesi için Nuaym’ı sıkıştırıyordu. Nihayet Nuaym, en azından hedef değiştirmiş ve bir müddetliğine de olsa zaman kazanmıştı. Şimdi ise, gerçeği söylemek durumundaydı:
– Enişten ve amcaoğlun Saîd İbn Zeyd[3] ile kız kardeşin Fâtıma Binti Hattâb. Vallahi onlar da Müslüman olup Muhammed’e tâbi oldu, O’nun dinine girdiler; sen önce kendi meseleni hallet, dedi Ömer’e.
Ömer’in beyninde ardı ardına şimşekler çakmıştı. Nasıl olur da, haberi olmadan kendi hanesinden birileri gider ve bu akıntıya kapılabilirdi? Meseleye hemen müdahil olmalı ve el koymalıydı. Onun için, anında yön değiştirdi. Adeta uçarak gidiyordu. Ancak, bu seferki hedefi, Allah Resûlü değil; eniştesiyle kız kardeşiydi.
Tam kapıya yaklaşmıştı ki, içeriden yürek yakan bir ses duydu. Kâbe’de geçirdiği geceyi hatırlatan bir sesti bu. Her ne kadar bu sesin sahibi farklı olsa da, kaynağı aynıydı. Habbâb İbn Erett’in sesiydi bu:
– Tâ-hâ. Biz Sana bu Kur’ân’ı güçlük çekesin diye indirmedik…
Henüz farkında olmasa da koca Ömer erimeye başlamıştı. Ancak o, bir anda teslim olacak gibi gözükmüyordu. Kendini toparlayıp şiddetle kapının tokmağını dövmeye başladı. Bir taraftan da gür sesiyle bağırıyor, bir an önce kapıyı açmalarını istiyordu.
Ömer’in sesini kapıda duyan ev halkında büyük bir telaş başlamıştı. Zira niçin geldiği belli olmuştu. Evde kendilerine Kur’ân öğreten Habbâb’ı bir kenara gizlediler ilk olarak. Ardından da, ellerindeki Kur’ân ayetlerini dizinin altına aldı kardeşi Fâtıma. Evin hali, Ömer’in gelişine müsait hale gelir gelmez de kapıyı açtılar, ürpererek.
Ömer çok zeki bir insandı; kapının geç açılması da onu iyice işkillendirmişti. Hemen sordu:
– Biraz önce duyduğum o ses ne idi?
“Ses falan duymadın ki” mânâsında:
– Ne sesi duydun ki, demeye çalıştılar.
– Hayır, duydum, dedi ve ardından; hiddetle üzerlerine yöneldi. Bir taraftan söyleniyor, diğer yandan da ateş püskürüyordu:
– Duydum ki, sizler de Muhammed’in dinine girmiş, O’na tâbi olmuşsunuz, dedi ve hızını alamayıp eniştesi Saîd İbn Zeyd’e şiddetle vurdu. Kız kardeşi Fâtıma, Ömer’e engel olmak isteyince bir darbe de ona indirdi. Ömer gibi birinin sillesine dayanmak zordu ve Hz. Fâtıma, kanlar içinde kalakalmıştı. Ancak bu, onun için yeni bir hamlenin başlangıcıydı. Zira, artık kaybedeceği bir şeyi kalmamıştı. Nasıl olsa ağabeyi her şeyden haberdardı. Hem, Hz. Fâtıma da aynı toprağın semeresi, Hattâb ailesinin bir kızıydı. Öyleyse hâlâ gizlemenin bir anlamı olamazdı ve yiğitçe bir tavırla dikildi ağabeyinin karşısına:
– Evet, biz de Müslüman olduk! Ne var bunda! Allah ve Resûlü’ne iman ettik biz. Haydi şimdi istediğini yap bakalım!
Ömer, üçüncü vurgununu yemişti. Normal şartlarda bir insanın kendisine böyle tavır takınmasının imkanı olamazdı. Hele bir kadın çıkacak ve Ömer’e karşı koyacaktı! Nasıl oluyordu da kız kardeşi, Ömer’e cevap yetiştiriyor ve meydan okurcasına bir tavır sergileyebiliyordu? Ortalığı derin bir sessizlik bürümüştü. Uzun uzun kardeşine baktı Ömer; kanlar içinde kalmıştı; ama duruşunda ayrı bir asalet vardı. Yaralı aslan gibi bir duruşu vardı; her şeye rağmen onurunun peşindeydi. Bakışlarında, hayatı istihkar vardı: “Öldürsen ne çıkar! Biz, gerçek huzuru Muhammed’in yanında bulduk.” mesajları gizliydi. Belli ki bu vurgun, koca Ömer’i dize getirmişti. Demek ki bunun için, enişte ve kız kardeşin Ömer’den şiddet görmesi gerekiyordu. Anlaşılan kader, o güne kadar karşı cephe adına kök söktüren bir gücü, enişte evinde eritmeyi takdir buyurmuştu. Yaptıklarına bin pişman olmuştu. Ömer’deki değişim, gün yüzüne çıkmak üzereydi; ses tonunu kontrol altına almış bir şekilde kız kardeşine seslendi:
– Ben buraya gelirken okuduğunuz şu sayfayı bana ver de, Muhammed’e gelen şey ne imiş bir bakayım.
Onlar da şaşırmışlardı. Bir aralık, vermekle vermemek arasında tereddüt yaşadılar. Çünkü Ömer, sayfayı alıp yırtabilir, ağzını bozup Kur’ân ve Efendileri hakkında uygunsuz sözler sarfedebilirdi. Onun için Hz. Fâtıma:
– Ona bir kötülük yapmandan endişe ediyoruz, diye cevapladı.
– Korkma, diyordu Ömer, alttan alarak. Ardından da, hiçbir zarar vermeden, okuduktan sonra geri vereceği hususunda yemin ederek güvence verecekti.
Biraz önce kanlar içinde kalan kız kardeşin sevincine diyecek yoktu; ağabeyinin gelişini sezmişti artık. Tanıyordu onu zira… Ömer çözülmüştü. Onun için bir adım daha attı:
– Ey kardeşim! Sen, hâlâ şirkin kirliliği içindesin; halbuki bu Kur’ân’a necis olanlar el süremez!
Peki, o zaman ne yapmak gerekiyordu?
Hemen guslü anlattı Hz. Fâtıma… Zira bu, Allah kelamıydı ve Allah’ın razı olacağı şekilde ele alınmalıydı.
Ömer için bu, büyük bir imtihandı. Ancak, bu büyük vurgunun ardından o, kesin kararını vermiş ve son tercihini yapmıştı. Gitti ve kardeşinin anlattığı şekilde abdest aldı. Biraz önceki kasvet, yerini cennet bağlarındaki huzura bırakmış, yüzlerden mutluluk akıyordu.
Bu arada Hz. Fâtıma, Tâ-hâ suresinin yazılı olduğu sayfaları Hz. Ömer’e vermiş; o da okuyordu. Bir noktaya gelince kendini tutamadı ve:
– Ne güzel kelam… Ne tatlı ifadeler bunlar, dedi.
Beri tarafta; gizlendiği yerden Hz. Ömer’in Kur’ân okuyuşunu dinleyen ve okuduktan sonra da kanaatini izhar eden, yorumuna şahit olan Habbâb İbn Erett, tekbir getirip haykırmamak için kendini zor tutuyordu. Daha dün akşam İbn Erkam’ın evinden yükselen dua, bütün canlılığıyla zihninde duruyordu. Bir dua, bu kadar kısa sürede icabet görür ve iki Ömer’den biri bu kadar kısa sürede huzura gelir miydi! İşte şimdi Habbâb, gizlendiği yerden buna şahit oluyordu. Çok geçmeden de, heyecanını yenemeyip saklandığı yerden çıktı ve Hz. Ömer’e:
– Ey Ömer! Vallahi de ben senin, Allah’ın Nebisi’nin duasına mazhar olduğunu umuyorum! Daha ben dün, O’nu, “Allah’ım! Ne olur, dinini şu iki Ömer’den birisiyle te’yid buyur. Ömer İbn Hattâb ve Amr İbn Hişâm!” diye dua ederken duydum. Allah’a yemin olsun ki işte bu o, yâ Ömer, diye seslendi.
Hz. Ömer, iki sürprizi birden yaşıyordu; öncelikle Habbâb’ın burada ne işi vardı ve şimdiye kadar neredeydi? Niye saklanmış ve şimdi niçin gelip de kendisine bunları söylüyordu?
Onun için ikinci sürpriz, öldürmek için kılıcını kuşanıp da yanına gitmeye çalıştığı Allah Resûlü’nün büyüklüğüydü. Arada ancak bu kadar fark olabilirdi. Sen O’nu öldürmek isteyecek ve yola koyulacaksın, O ise, senin imanını kurtarmak için vakit ayıracak ve dua dua Rabbine yalvaracak. Aman Allah’ım, bu ne azamet… Bu ne büyüklüktü!
Artık o heybetli Ömer’i büyük bir mahcubiyet bürümüştü. Habbâb’a döndü ve:
– Ey Habbâb! Bana Muhammed’in yerini gösterebilir misin? Hemen yanına gitmek istiyorum, dedi.
– Şimdi O, Safa tepesinde arkadaşlarıyla beraber bir evde bulunuyor.
Artık Hz. Ömer’in hedefi belliydi. Gerçi bu hedef, sabah evinden çıktığı zamanki hedefle aynıydı; ama bu sefer niyet farklıydı.
Çok geçmeden İbn Erkam’ın kapısını çalıyordu Hz. Ömer. Delikten dışarıya bakan sahabe, kapıdakinin Ömer olduğunu görünce heyecan ve korku ile hemen Resûl-ü Kibriyâ’nın yanına koşmuştu:
– Yâ Resûlallah! Kapıdaki Ömer! Kılıcını da kuşanmış kapıda bekliyor, diyordu. Hz. Hamza ileri atıldı:
– İzin ver, gelsin yâ Resûlallah! Şayet, gelişiyle hayır murad ediyorsa biz de onu alır bağrımıza basarız. Ancak kötü bir niyet besliyorsa işte o zaman biz, kılıcını alır ve kendi kılıcıyla onu öldürürüz!
Zaten, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da farklı düşünmüyordu. Duanın ne büyük bir silah olduğunu söyleyen de, ellerini açıp Ömer için dua eden de zaten O değil miydi? Elbette bu sıkıntılar içinde Allah (celle celâluhû), Habîbi’ni yalnız bırakmayacak ve isteklerine cevap verecekti. Talebinin kabul görmesinin şükrü içindeki Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem):
– İzin verin gelsin, buyurdu. Kendileri de, oturdukları yerden kalktı. Belli ki, Ömer’in gelişini ayakta karşılamak istiyordu.
Kapı açılmış ve dev cüsseli Ömer de içeri girmişti. Karşısında, şefkatle kendisine kucak açan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) duruyordu. Bu sıcaklığın bir benzeri, ancak cennetlerde bulunabilirdi. Allah Resûlü önce, şiddetle kavrayıp sinesine sardı Hz. Ömer’i ve ardından da:
– Şimdiye kadar neredeydin ey Hattâboğlu! Allah’a yemin olsun ki neredeyse, Allah başına bir musibet getirinceye kadar gelmeyeceğini düşünür olmuştum, buyurdu.
– İşte; geldim yâ Resûlallah! Allah’a, Resûlü’ne ve O’nun katından gelenlere iman etmek için geldim!
İbn Erkam’ın evinden Safa tepesinden Mekke’ye doğru coşkulu bir tekbir yankılanıyordu; zira, Hz. Ömer’in gelişini duyan ve akşamki duaya muttali olan –Resûlullah dahil– herkes, heyecandan kendini tutamamış ve bir ağızdan tekbir getirmeye durmuştu. Zaten, Ömer’in gelişi de ancak böyle karşılanırdı!
Hz. Ömer’in gelişi, artık yeni bir dönemin başladığını gösteriyordu. Hz. Hamza’dan sonra Ömer gibi bir gücü daha yanlarında gören ashab-ı Resûlullah, birer ikişer İbn Erkam’ın evinden çıkmış; Safa tepesindeki tekbiri Mekke’ye yaymanın yarışına girişmişlerdi.[4] Zira Hz. Ömer’in gelişi, herkese ayrı bir güç vermiş; o Müslüman olduktan sonra daha bir izzetle dolaşır olmuşlardı; namaz kılarken daha rahat hareket ediyor, Kur’ân okurken de başkalarının musallat olmasından o kadar endişe duymuyorlardı. İbn Mes’ûd hazretlerinin dediği gibi Hz. Ömer’in Müslüman oluşu, din adına bir fetih anlamına geliyordu.[5]
Hz. Ömer Müslüman olmuştu olmasına, ama içinde yaşadığı değişimi herkese haykırmadan rahat edecek gibi görünmüyordu. Onun için Efendimiz’e döndü ve:
– Yâ Resûlallah! Biz hak üzere olduğumuz halde neden dinimizi gizliyoruz ki? Halbuki onlar, bâtıl üzere oldukları halde anlayışlarını açıktan dile getiriyorlar, dedi. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), sabır ve temkin insanıydı. Daha önce Ebû Bekir’e seslendiği gibi seslendi ona da:
– Ey Ömer! Zaten yaşadıklarımızı görüyorsun… Bizler henüz bunu yapacak sayıda değiliz.
– Seni hak ile gönderen Allah’a yemin olsun ki, daha önce hangi meclislerde dolaşmışsam gidip hepsinde imanımı haykıracağım, dedi ve İbn Erkam’ın evinden çıktı. İlk uğradığı yer, Kâbe idi.
Önce, yılların yanlışlığına inat göstere göstere tavaf etti onu. Sonra da Kureyş’in yanına gitti. Anlaşılan, zaten onlar da bu gelişi bekliyorlardı. Ebû Cehil öne atıldı:
– Herhalde sen de sâbi olmuşsun,[6] dedi alaylı bir üslupla. Ömer, kendince kükredi:
– Ben şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed de, O’nun hem kulu hem de Resûlü’dür.
Bunu söyleyen dünkü arkadaşları Ömer bile olsa, müşriklerin buna tahammülleri yoktu ve hep birden üzerine üşüşüverdiler. Ancak, ortada bir Ömer gerçeği vardı. Üzerine ilk gelen Utbe’yi kaptığı gibi altına almış, güzelce hırpalayıvermişti. Parmağı gözüne batan Utbe, feryâd ü figân içinde çırpınıyor ve ıstıraptan Mekke’yi inletiyordu. Kolay lokma olmadığı zaten belliydi; ama Ömer sanki eski Ömer’den daha güçlü ve çevik çıkmıştı. Etrafındaki kalabalık bir anda dağılıverdi. İslâm’ın izzetini Mekke sokaklarında temsil ederek yürüyen Ömer’e artık kimse karşı koyamıyordu. O da, Resûlullah’ın yanında verdiği sözü yerine getirmek için bütün meclisleri dolaştı ve duymayan sağırlara da duyurdu adını ve İslâm’ın güzelliklerini.
Yine de Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) endişelenmişti. Nihayet gelişini görünce de, üzerine titrercesine neler olduğunu sordu. Vazifesini kusursuz yerine getirmenin huzuruyla Hz. Ömer anlatmaya başladı:
– Anam-babam Sana feda olsun yâ Resûlallah! Endişe edeceğiniz hiçbir şey yok! Allah’a yemin olsun ki, İslâm’la şereflenmeden önce uğradığım her bir meclise uğradım ve içimden geldiği gibi kimseden korkup çekinmeden imanımı haykırdım.[7]
Dipnotlar:
[1] Hâkim, Müstedrek, 3/574 (6129)
[2] Bkz. Hâkka, 69/42
[3] Saîd İbn Zeyd, aynı zamanda Hz. Ömer’in amcaoğlu oluyordu.
[4] Bkz. İbn Hişâm, Sîre, 2/187 vd.
[5] Bkz. İbn Sa’d, Tabakât, 3/270
[6] Yıldızlara kutsiyet atfederek onlara ibadet eden bir düşünce biçimi. Semadan vahiy geldiği için Kureyş ileri gelenleri Müslümanlık hakkında bu ifadeyi kullanarak onu hafife almaya çalışıyorlardı.
[7] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 1/439