Hz. Ebû Bekir Farkı
Artık bunu, Mekke’de duymayan kalmamıştı. Nihayet Hz. Ebû Bekir’in de yanına geldiler. Kanaatleri kesindi; artık Ebû Bekir’in yolu, Muhammedü’l-Emîn’den ebediyen ayrılacaktı. Çünkü bu, O’nun bitip tükenişi (!) anlamına geliyordu. Kapıyı açar açmaz şöyle diyorlardı:
– Ey Atîk!1 Senin arkadaşının bugüne kadar söyleyip durduğu meseleler, hem kolay hem de kısmen de olsa olması muhtemel şeylerdi. Ancak, gel de bugün olanlara bir kulak ver!
Hz. Ebû Bekir, yufka yürekli bir adamdı ve müşriklerin, Efendisine bir kötülük yapmış olabilecekleri endişesiyle:
– Yazıklar olsun size! Ne oldu arkadaşıma? Başına bir şey mi geldi, dedi.
– O, şu an Kâbe’de. İnsanlara, Beytü’l-Makdis’e nasıl gittiğini anlatıyor, diye cevapladılar, istihzâlı bakışlarla. Aralarından birisi ileri çıkarak:
– Gecenin bir anında gitmiş ve yine aynı gece aramıza geri dönmüş, diye ilave etti.
Mesele şimdi anlaşılıyordu. Acı acı yüzlerine baktı Hz. Ebû Bekir. Ardından da:
– Ey cemaat, diye seslendi onlara. Duygularına seslenmek istiyordu ve şunları söyledi teker teker:
– Bunda ne var ki? Sizler, bunun doğru olmadığını mı söylemek istiyorsunuz? Ben, bundan öte ne meselelere inanmışım bir kere! O’na, sabah akşam gökler ötesinden haber gelip durduğuna inanıyor ve tasdik ediyorum ben!
Ne hayallerle kapısına gelmişlerdi ve şimdi ne ile karşılaşıyorlardı? “Şimdi işini bitirdik.” dedikleri bir hamleleri daha boşa çıkıyordu. Zafer nârâları atmaya hazırlanırken yine hezimet yutkunmak düşmüştü paylarına. Ve, kinlerini gayızla yutkunduracak son hamle geldi Hz. Ebû Bekir’den (radıyallahu anh):
– Şayet, bunları O söylüyorsa, mutlaka doğrudur.2
Atalarından tevarüs ettiği, yahut da tesadüfen kendini içinde bulduğu bir gönülden çıkmayacak cümlelerdi bunlar; Hz. Ebû Bekir söylüyordu. Ona göre, bir şeyin doğru olup olmaması, bütün Hicaz ehlinin söyledikleriyle değil; gözünün nûru ve gönlünün mimarı Muhammedü’l-Emîn’in dedikleriyle ölçülürdü. Bunun için, “Ne olmuş?”, “Acaba öyle mi olmuş?”, “Sizler yanlış anlamış olabilirsiniz” ve “Bu işte başka bir iş olmalı, siz böyle yorumluyorsunuz.” gibi bir kapıyı asla açmamış ve bir anlık bile olsa tereddüt emaresi gösterip müşrikleri sevindirmemişti. İşte bu, ‘sıddîkiyet’ makamıydı ve o günden sonra da Hz. Ebû Bekir’e, ‘Sıddîk’ denilmeye başlanacaktı. Çünkü hemen akabinde Hz. Ebû Bekir, Kâbe’ye koşacak ve işin gerçek yönünü bizzat Allah Resûlü’nden dinlemek isteyecekti:
– Yâ Resûlallah! Sen bunlara, gecenin bir vaktinde Beyt-i Makdis’e gidip geldiğini söyledin mi?
– Evet, diyordu Allah Resûlü. Bir adım daha attı Hz. Ebû Bekir; maksadı, müşriklerin baskısını hafifletmek ve Efendimiz’e yardımcı olmaktı:
– Onu bana anlatır mısın; çünkü ben oraya daha önce de gittim, biliyorum, dedi.
Efendiler Efendisi anlattıkça Hz. Ebû Bekir:
– Evet, aynen dediğin gibi; ben şehadet ederim ki Sen, doğru söylüyorsun yâ Resûlallah, diyordu.
Bu tavrı onu, sıddîkiyet mertebesine yükseltecekti; zira Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Sen yâ Ebâ Bekir! Bundan böyle Sıddîk’sin, diyecekti.3
Dipnot:
- Hz. Ebû Bekir’in, yüzünün güzelliğinden veya kendisine annesi hamileyken ebeveyninin adaklarından dolayı yahut da cehennemden kurtulduğunun müjdesi verildiğinden dolayı kendisine verilen ünvanlarından birisiydi.
- Muhibbuttaberî, er-Rıyâdü’n-Nadıra, 1/403 (322)
- Hâkim, Müstedrek, 3/65 (4407); Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, 9/41; İbn Hişâm, Sîre, 2/244; Muhibbuttaberî, er-Rıyâdü’n-Nadıra, 1/403 (322) Artık bu nebevî nişan, Hz. Ebû Bekir’in ayrılmaz bir parçası olacak ve hep, kıyamete kadar onun adıyla bütünleşecekti.