Hazreti Âmine’nin vefatı
Bir müddet de annesi Hz. Âmine ile birlikte kaldı Allah’ın en sevgili kulu. Baba yokluğunu hissettirmemeye çalışan bir hâli vardı Hz. Âmine’nin. Zaman zaman dede Abdulmuttalib’le birlikte dolaşıyor, bazen de amcalarıyla birlikte hoş vakitler geçiriyordu.
Hz. Âmine’nin yüreğinde Medine sevgisi yeşermişti; hem akrabalarını ziyaret edip sıla-i rahim yapmak hem de burada vefat eden kocası Abdullah’ın mezarı başında ona dua etmek için koca yâdigârı Ümmü Eymen ve biricik oğlu Muhammed’le birlikte burayı ziyaret için yola düşmüştü. Medine’ye kadar geldiler. Eski hatıralar canlanmış ve bir yandan sevinç neşideleri yudumlanırken diğer yandan, gırtlaklarda hüzün boğumları düğümlenmişti. Dünya gözüyle göremediği babasını Efendiler Efendisi, mezarı başında ziyaret ediyor ve gıyabında ona dua ediyordu. Boynu büküktü. Belki de, ilk defa yetim olduğunu yüreğinde hissetmişti. Bu durumdan, mahzun anne de çok etkilenmişti.
Çok geçmeden, anne Hz. Âmine de burada hastalandı. Hastalığı, gittikçe artıyor ve ağırlaşıyordu. Medine’ye geleli, bir ay kadar zaman geçmişti ve ilk fırsatta Mekke’ye dönmeleri gerekiyordu. Her şeye rağmen yola koyuldular.
Ebvâ denilen köyün yakınlarına kadar geldiklerinde, Hz. Âmine’nin hastalığı dayanılmaz boyutlara ulaştı. Dizlerinde derman kalmamıştı ve Hz. Âmine artık adım atacak takat bulamıyordu. Çaresiz, bir ağacın altında mola verdiler. Belli ki, dünyadaki birliktelik buraya kadardı ve Hz. Âmine dünyaya veda etmek üzereydi.
Mahzun annenin gözleri bir aralık, gelecekte kendisinden çok önemli işler beklediği oğlunun üzerine kilitlenmişti. Göz, yaş döküyor; gönül de hüzün yudumluyordu. Zaten yetim olan biricik oğlunu, bu ıssız çöllerde bir de öksüz bırakıp gidecekti. Yanaklarından süzülen gözyaşları Ümmü Eymen ve Efendiler Efendisi’ni de ağlatmış, adeta Ebvâ mateme bürünmüştü. Anne ile oğul arasında tarifi imkansız bir duygu seli cereyan ediyordu. Nihayet, kadife gibi yumuşak ellerini avuçları içine alıp biricik kuzusunu uzun uzun süzdükten sonra şunları söylemeye başladı:
– Allah seni mübarek kılsın. Sen ki, Melik-i Mennân olan Allah’ın yardımıyla dehşetli ölüm okunun isabet etmesinden yüz deve karşılığında kurtulan babanın oğlusun! Şayet benim uykuda gördüklerim doğru ise Sen, Celâl ve Kerem sahibi Zât tarafından bütün varlığa gönderilecek, beklenen Nebi olacaksın. Onlara helal ve haramı bildirecek, atan olan iyilik abidesi İbrahim’in getirdiklerini teslim edip tamamlayacak ve Allah’ın inayetiyle Sen, öteden beri insanların alışkanlık peydâ etmiş oldukları putlardan da uzak kalacaksın.
Bunları söylerken kendinden çok emin bir duruşu vardı. Sözlerini, biricik ve kimsesiz yavrusunu, her şeyin sahibine emanet ettiğinin bilinciyle söyler gibiydi. Arkasından da şunları ilave etti:
– Canlı olan her şey, her an ölümle burun buruna, her yeni de eskimeye mahkûm ve her büyük de fena bulmaya müheyyâdır. İşte ben, bugün ölüyorum. Ancak, ismim bâki kalacaktır. Çünkü ben, tertemiz bir çocuk dünyaya getirdim ve bugün, en hayırlı olanı arkamda bırakıp gidiyorum.1
Bunları söyledikten sonra da, bir daha açmamak üzere gözlerini kapayacak ve son nefesini verecekti. Böylece Medine’deki babasından sonra, gelecek Son Nebi adına bir imza da Ebvâ’da atılmış oluyordu.
Belki de Allah, O’nun peder ve validesini; oğullarına karşı minnet altında tutmamak ve anne-babalık mertebesinden manevî evlat konumuna düşürmemek için kendi huzuruna almış, böylelikle onları mesut ettiği gibi Habîb-i Ekrem’ini de memnun etmek istemişti. Görünüşte onlar, zahiren ümmet olmamışlardı; ama böylelikle Allah (celle celâluhû) onları da manevî ümmet mertebesine yükseltmiş, diğer ümmetin fazilet, meziyet ve saadetini de onlara ihsan etmiştir.2
Zira bilinmektedir ki; Efendimiz’in anne ve babaları, Hz. İbrahim’den kalma ‘Hanîf’ anlayışı üzerine bir hayat yaşıyorlardı. Aynı zamanda onlar, henüz tebliğ döneminin başlamadığı ‘fetret’ döneminin insanlarıydı. Bilhassa anne Hz. Âmine’nin sözlerinden de açıkça anlaşılacağı üzere onlar, bu sağlam ve tertemiz anlayışı kabullenmiş ender insanlar arasında bulunuyorlardı ki, dünyanın en hayırlı evladını insanlık âlemine emanet etmişlerdi ve ahiret yurduna öyle gidiyorlardı.
Tarihin, milâdî 576’yı gösterdiği bu dönemde Efendiler Efendisi, yapayalnız kalıvermişti. Sadece yanında, Ümmü Eymen vardı. Bundan böyle, O’na analık ve babalık görevini o üstlenecek ve onların yokluklarını hissettirmemeye çalışacaktı. Bu sebepten Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), onun için ‘Annemden sonra ikinci bir annem.’3 ifadesini kullanacak ve onu bir müddet sonra da hürriyetine kavuşturacaktı.
Çok geçmeden Ümmü Eymen’le birlikte Habîb-i Zîşan Efendilerimiz de Mekke’ye döndüler.
Yazar: Dr. Reşit Haylamaz/EFENDİMİZ isimli kitabından alınmıştır.