Huneyn Zaferi (11 Şevval 8 Hicrî)

346

Dün akşam Huneyn’e ulaşan Fahr-i Kâinat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bugün sabahın erken saatleriyle birlikte ashâbını savaş düzenine sokmuş, sancak ve bayrakları sahiplerine vermişti. Üzerinde iki zırhla bir miğfer ve kalkan olduğu hâlde onlara hitap ederek bineğinin üzerinde ashâbını cihada teşvik ediyor, dişlerini sıkıp da sebat ettikleri taktirde Allah’ın kendilerine zafer vereceğinin müjdesini veriyordu.

Artık ordu harekete hazırdı ve Huneyn vadisine doğru akmaya başlamıştı! Bu sırada Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), yine ashâbının arasına giriyor ve safları teker teker dolaşarak yol gösteriyordu.

Nihâyet Huneyn vadisine doğru inerken hiç beklemedikleri bir tuzakla karşı karşıya kalacaklardı. Önceki savaşlarda olduğu gibi safların yan yana gelip de artık savaşın başlayacağını düşündükleri bir sırada vadinin iki tarafından çekirge sürüsü gibi askerler akın etmiş ve İslâm askerlerini ateş çemberi içine alıvermişlerdi! Ortada ne mübâreze ne de karşılıklı sözlü atışma vardı!

Bugün Hevâzin, genel savaş kriterlerini bir kenara bırakmış, yiğitçe vuruşma yerine tuzak kurarak kestirmeden sonuca gitmeyi düşünmüştü. İslâm ordusu henüz kılıcını çekmemişti ve zaten önde gidenlerin çoğunu da, galibiyeti garanti gören Mekkeli toy delikanlılar oluşturuyordu; çoğunun elinde silah bile yoktu veya olsa da savaşmak için yeterli değildi. Etrafına dönüp de sağına soluna bakan herkes, dört bir yanının düşman askerleriyle dolup taştığını görüyordu. Zira Hevâzinliler, cepheye gelirken yanlarına aldıkları kadınlarını da develere bindirmişlerdi ve onları da arka saflarda savaş düzeninde tutuyor, yine yanlarına aldıkları koyunlarla develeri de Müslümanların üzerine doğru salıyorlardı.

Huneyn’de ürperten bir manzara vardı ve bu hengâmede önden giden süvari birlikleri sarsılmış ve çareyi geri çekilmekte bulmuşlardı. Onları, ganimet beklentisiyle orduya katılan Mekkeliler takip ediyordu! Bu manzara, diğer insanların da moralini bozmuş ve Müslümanlar adına Huneyn’de, hiç beklenmedik bir çözülme başlamıştı! Belli ki bu, sayılarına güvenmenin bir neticesiydi!1

Bu arada musibeti ikileştiren sözler de dolaşıyordu; Müslüman olmadığı hâlde ganimeti garanti gördüğü için orduya katılan veya henüz İslâm’ı olduğu gibi sindirme fırsatı bulamamış olanlar:

– Bugün büyü bozulmuştur; bu iş burada biter, türünden sözler sarf ediyor ve diğer insanların da moralini bozuyorlardı. Bu sözler, henüz müşrik olduğu hâlde Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ile birlikte Huneyn’e kadar gelen ve gelişmeleri uzaktan seyretmeyi tercih eden Safvân İbn Ümeyye’yi bile kızdırmıştı; yanına koşup da:

– Müjdeler olsun; Muhammed ve arkadaşları hezimet yaşıyor! Vallahi de artık ebediyen ayağa kalkamazlar, diye seslenince yerinden kalkmış ve haberi getiren üvey kardeşi Kelde İbn-i Hanbel’e tepki olarak:

– Kes sesini ve çeneni kapa, diye bağırmıştı. “Sen bana, çöl bedevilerinin zafer haberini mi getiriyorsun! Vallahi de ben, Hevâzinli birisinin ökçesi altında yaşamaktansa Kureyşlinin bana efendi olmasını tercih ederim!”

Bunları söylerken burnundan soluyordu ve Resûlullah’ın mağlup olmasını istemiyor ve içine sindiremiyordu. Durumu tetkik için de, yanına kölelerinden birisini çağıracak ve:

– Git bakalım; şu anda meydanda ne türlü parola hâkim, diyerek onu savaş meydanına gönderecekti. Bu sırada sağ taraftan bir ses yükseliyordu:

– Ey insanlar! Bana doğru gelin! Ben Allah’ın kulu ve Resûlü’yüm; bunda yalan yok! Ben, Abdulmuttalib’in oğlu Muhammed’im! Etrafında yüz civarında ashâbının kaldığı Huneyn’de, yeniden maya tutacak bir çıkıştı bu ve Sultanlar Sultanı, sadece ashâbına seslenmekle kalmıyor, beyaz katırının üzerinde düşmanın üzerine doğru hamle yaparak ashâbına yol gösteriyordu! O kadar ki, Eendimiz’in bineğinin dizginlerini tutan Hz. Abbâs ile diğer yanında O’ndan ayrılmamaya and içmiş amca oğlu Ebû Süfyân İbn Hâris kan ter içinde kalmıştı! Diğer yandan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Rabbiyle münasebetini de ihmâl etmiyor ve savaşın yeni kızıştığı bu demlerde ellerini kaldırıp:

– Allah’ım! Nusretinle imdadımıza yetişip Senin Bana vadettiklerin hatırına muzafferiyet ihsan et! Allah’ım! Onlar karşısında bize mağlubiyet yaşatma! Allah’ım! Şâyet aksi olursa bundan sonra yeryüzünde Sana ibadet eden kimse kalmaz. Allah’ım! Hamd sadece Sana takdim edilir, sıkıntı veren hâller Sana arz edilir ve yardım da sadece Senden dilenilir, diye dua ediyordu. Bu sırada Cibril-i Emîn’in inşirah veren sesi duyuldu:

– Önünde deniz ve arkasında da Firavun olduğu gün, deniz yarılıp da dalgalarından kurtulduğunda Allah’ın Hz. Musa’ya öğrettiği kelimelerle O’na dua ettin, diyordu. Resûl-ü Kibriyâ’ya inşirah veren cümlelerdi bunlar ve aynı zamanda sahil-i selamete ulaşılacağınınnmüjdesini ihtiva ediyordu. Ancak yine de esbaba tevessülde kusur gösterilmemeliydi ve bu manada iş, sanıldığından da ciddiydi. Efendiler Efendisi (sallallâhu aleyhi ve sellem), yanında bulunan Hz. Abbâs’a dönüp:

– Ey Abbâs, diye seslenecekti. “Ensâr topluluğuna seslen; “Ey Hudeybiye’de ölümüne söz verenler! Ey Bakara sûresinde cömertlik ve misafirperverliği anlatılanlar! diye onlara nida et!”

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), emreder de Hz. Abbâs buemri yerine getirmez miydi hiç! Artık Huneyn vadisinde onun gür sesi yankılanıyordu:

– Ey Ensâr! Ey Semûre halkı! Ey Bakara ashâbı!

Benzeri bir uyarıyı Abdullah İbn Mes’ûd için de yapmış:

– Ensâr ve Muhâcirler nerede, diyerek onları çağırmasını istemişti.

İbn Mes’ûd gibi bu sesi dalga dalga yayanlar da, o gün Hz. Abbâs’a eşlik ediyordu:

– Ey Ensâr topluluğu! Ey Hazreçliler! Anam babam size feda olsun; Resûlullah’ın bulunduğu yerden hiç kaçılır mı, diyor ve arkasını dönüp de geri çekilenleri davet ediyordu. Gerçekten de bu maya tutmuştu; bu çağrıyı duyan herkes:

– Lebbeyk yâ Resûlallah! Hepimiz Seninle birlikteyiz, deyip, kovanına dönen arılar gibi er meydanına koşuyor ve Resûlullah’ın sesini duyan her sahabî geri dönüp düşmanın üzerine yürüyordu. Bunu gören Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem):

– İşte esas savaş şimdi başladı, buyuracaktı. Hâlâ bineğinin üzerinde düşman üzerine doğru ilerliyordu. Bu minval üzere devam ederken eğilerek yerden bir avuç çakıl taşı alarak düşmanın üzerine savuracak ve:

– Yüzler kara olsun! Hâ-Mîm! Onlar, asla nusret yüzü görmesinler! Muhammed’in Rabbi adına hepiniz yerle bir olun, diye dua edecekti. Sanki her bir taş, kükremiş bir küheylan gibi düşmanın üzerine yürüyor ve onlar da bunu, karşı konulamayacak bir ordu gibi görüyorlardı.

Yeniden düşmanın üzerine yürüyen ashâb o gün, Resûlullahkadar cesaretli ve O’nun gibi korkusuzca düşman üzerine yürüyen bir başkasına daha şahit olmayacaktı! Resûlullah çizgisine gelinmişti ya, artık üzerlerinde tarifi imkânsız bir huzur, başka yerde bulamayacakları kadar engin bir itminân vardı. Daha önceki kritik noktalarda olduğu gibi yine üzerlerine sekine inmiş ve savaş meydanının sıkıntılarını bütünüyle unutup gitmişlerdi!

Bu arada semada büyük bir gök gürültüsü kopmuş ve bu gürültünün hâsıl ettiği korku, düşmanı can evinden vurmuştu. Semadan vadiye doğru yayılan bir sevkiyat vardı; Allah (celle celâluhû), beş bin melekle mü’minlerin kuvve-i maneviyesini takviye etmek için görünmeyen ordular göndermişti. Bölük bölük geliyor, başlarına sardıkları sarıklarının ucunu omuzlarından sarkıtarak düşmanın kalbine korku salıyorlardı! Hatta o gün Hevâzinlilerden, bu korkunun tesiriyle arkasına bile bakma cesareti bulamadan kaçıp Tâif kalelerine sığınanlar vardı! Aynı zamanda Efendimiz’in avucuna alıp da attığı çakıl taşlarının her biri, sanki müşriklerden her birinin gözüne isabet etmiş ve bu sebeple onlar, önlerini bile göremez hâle gelmişlerdi.

Gözü kara Mâlik ve Hevâzin ordusu için artık zaman, hezimet zamanıydı; geçici bir dağılmanın ardından şimdi karşılarında balyoz gibi başlarına inen bir ordu vardı ve çareyi kaçmakta buluyorlardı.

Bu sırada Safvân İbn Ümeyye’nin gönderdiği köle de yanına gelmiş ve meydandaki parolanın:

– Yâ Benî Abdirrahmân! Yâ Benî Ubeydillah! Yâ Benî Abdillah, olduğunun haberini getirmişti. Zira o gün bunlar, İslâm mücâhidlerinin parolası idi. Bunun üzerine Safvân:

– Muhammed galip geldi; çünkü bunlar, onların savaş meydanındaki parolası idi, diyerek rahat bir nefes alacak ve teselli olacaktı.

Artık Hevâzin ordusunun işi bitmişti; liderleri olan Mâlik İbn Avf, adamlarından bazılarıyla birlikte kaçıp Tâif’e sığınmak zorunda kalmış, arkada kalanlar da Müslümanlara esir olmuştu. Aynı zamanda Huneyn vadisi, kızıl deve, sürüler hâlinde koyun ve diğer hayvanlarla doluydu; sair kıymetli eşyalar da cabasıydı! Bu manzaraya şahit olan ve o âna kadar tereddüt yaşayan Mekkelilerden pek çoğu, savaş sırasında gördükleri inâyet karşısında ve Allah Resûlü’nün muzafferiyetine şahit olunca gelecek ve Müslüman olacaktı!

Dipnot:

  1. Bkz. Tevbe sûresi, 9/25, 26, 27
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.