Hicret Diyarını Sahiplenme ve Yurt Edinme (1)

1.540

Muhacirlerin önünde duran en önemli hususlardan birisi de hicret diyarını sahiplenme ve yurt bellemedir. Aksi takdirde mukaddes dava adına hicret edilen yurtlar sahiplenilmezse hicret ve hizmet devam ettirilemez. Gözler daima dönüş yolunda olursa müminler, hicretle elde edecekleri maddi ve manevi güzellikleri kazanamazlar. “Bülbülü altın kafese koymuşlar, ah vatanım demiş!” deyimleriyle ya da gurbet türküleriyle muhacir olmak ve bu hususi paye ile ötelere göç etmek mümkün değildir.  Daha önce yayınladığımız “Hicrette Vatan Hasreti ve Efendimiz’in (sas) Uygulamaları” isimli makalemizde bu konuya değinmiştik. Bu makalemizde ise Kur’ân ve Sünnet’ten örneklerle hicret diyarını sahiplenip vatan belleme üzerinde duracağız.

“Ben sizdenim, siz de bendensiniz.”

Hicret ibadet ve aksiyonu, sahiplenme duygusu üzerine inşa edilmiştir. Allah Resûlü’ne ve ashâbına Mekkeliler hayat hakkı vermeyince onlar dinlerini yaşayabilecekleri bir yurt arayışına girdiler. İkinci Akabe bey’atında 75 kişilik Medineli bir grubun, Efendimiz’e (aleyhissalatü vesselam) ve Müslümanlara “sahip çıkma” sözü vermesiyle Yesrib, kapılarını muhacirlere açtı. Tabi bu, sıradan bir sahiplenme değildi. Bunu ifade sadedinde Hz. Abbas, “Sizden başka herkes Muhammed’e ve Müslümanlara karşı çıktı. Siz ise sahip çıktınız. Fakat böyle bir şeye, size yönelecek bütün Arapların düşmanlığını kesin olarak göğüsleyebilecek bir güç ve kuvvete malik iseniz kalkışın. Yoksa durumu hemen aranızda yeniden görüşün ve buradan ayrılmadan da nihai kararınızı verin.  Şunu da bilin ki sözlerin en güzeli, doğru olanıdır.”1 

Hz. Abbas’ın bu uyarısı üzerine topluluk adına Bera İbn-i Ma’rur söz alarak şunları söyledi: “Ey Abbas! Biz senin dediklerini dinledik ve anladık. Vallahi, bizim içimizde seslendirmediğimiz başka bir niyetimiz olsaydı şimdi onu da söylerdik. Lakin biz verdiğimiz sözlere sadık kalacak ve Allah Resûlü’ne karşı vefalı davranacağız. O’na sahip çıkıp koruma adına gerekirse canlarımızı ortaya koyacağız.”2 Ardından Peygamberimize dönen Hz. Bera (radıyallahu anh), “Buyur ya Resûlallah! Hem kendin hem de Rabbin için bizden isteyeceğin her şeyi iste ve al” dedi.3

İslam’ın geleceği adına bu, yeni bir açılım fırsatıydı. Zira Allah Resûlü ilk defa kendisine ve inananlara sahip çıkacak ve kendilerini yurtlarına davet eden cesaretli bir grupla karşılaşıyordu. Bunun üzerine Efendimiz, onlara “İyi ve kötü günlerinizde de dinleyip itaat edeceğinize, bollukta da darlıkta da infakta bulunacağınıza, her zaman iyiliği emredip kötülüğü nehyedeceğinize, Allah hakkında doğruyu dile getirme hususunda kınayanın kınamasına aldırış etmeyeceğinize, Yesrib’e size geldiğimde, canınızı, kadınlarınızı ve evlatlarınızı koruduğunuz gibi beni de koruyacağınız hususunda sizden beyat taleb ediyorum.”4 buyurdu.

Bu cevap üzerine Bera İbn-i Ma’rur’la II. Akabe beyatı başlamıştı ki Ebu’l-Heysem, çok can alıcı bir soruyla araya girdi: “Ya Resûlallah! Bizimle Yahudiler arasında bir anlaşma var. Biz, Seninle anlaşma yaparsak ister istemez onu bitireceğiz. Dolayısıyla biz Sana sahip çıkıp desteklersek ve Allah da seni galip kılarsa bizi bırakıp kavmine/memleketine dönecek misin?”

Soru tam yerinde ve zamanında sorulmuş isabetli bir soruydu. Şimdi herkes Allah Resûlü’ne dönmüş ve ondan gelecek cevaba kilitlenmişti. Tebessüm eden Efendimiz, onun şahsında kıyamete kadar gelecek bütün muhacirler için tarihe şu notu düştü: “Hayır! Kanım, kanınızladır! Zimmetim, zimmetinizledir! Ben sizdenim, siz de bendensiniz. Savaştıklarınızla savaşır, barıştıklarınızla da barışırım.”5

Sahip çıkanlar öyle sahiplenilmişti ki daha ötesi yoktu. Öyle ki uyum, kaynaşma ve bir vücudun azaları gibi tek vücut olma süreci daha şimdiden başlamıştı.

Sahiplenmenin Zirvesi: Kardeşlik

Allah Resûlü, Akabe’de Ensardan söz aldıktan sonra mukaddes göçü başlatmıştı. Tam iki ay sonra Kendisi de Hz. Ebû Bekir ile birlikte yola çıkmış ve 8 günlük bir yolculuktan sonra Kuba’ya varmışlardı. 14 günlük Kuba misafirliğinden sonra kalıcı yurt Medine’ye gelmişti. Önceden gelen Muhacirler, Ensar’dan tanıdıklarının yanlarına inmiş ve onlara misafir olmuştu. Ensar, sözlerine sadık kalmış ve onları en güzel şekilde ağırlamıştı. Bu sahiplenme güzeldi fakat yeterli değildi. Muhacirlerin problemini bütünüyle çözmüyordu. Allah Resûlü ise hem problemi kalıcı olarak çözmek hem de Muhacirle Ensar arasında daha sağlam bağlar kurmak istiyordu. Muhacirlerin iş, aş ve barınma problemlerinin yanında Ensarla tam kaynaşmalarını istiyordu. Geldikleri bu yeni şehir ve toplumun içinde kendilerini misafir, garip, kimsesiz ve yabancı hissetmelerini arzu etmiyordu. Zira böyle bir yalnızlık probleminin oluşması, Muhacirlerin Medine’yi vatan bellemelerini engeller ve Mekke’ye geri dönüşlere sebebiyet verebilirdi. 

Allah Resûlü, vakit kaybetmeden ilk planda 45 aileyi Enes İbn-i Malik’in evinde topladı6 ve onlara, “Allah için ikişer ikişer kardeş olunuz” buyurdu ve her muhacir aileyi, bir Medineli aileyle kardeş ilan etti. İnsanlık tarihinde emsali görülmemiş bu kardeşlik Kur’ân’da “gerçek dostluk” olarak şöyle nazara verilir: “İman edip hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla hizmet edenlerle bunlara sahip çıkıp, barındırıp, yardım edenler var ya, işte onlar birbirlerinin gerçek dostlarıdır.”7

Hatta Ensar, Muhacirleri memnun etmek, hicret yurdunu onlara sevdirmek, yaşadıkları maddi manevi sıkıntıları hafifletmek ve onları gurbet atmosferinden çıkartmak için evlerini, bağ bahçelerini ikiye bölüp yarısını onlara tahsis etmişti. Bunu yaparken de Allah’ın rızasından gayrı bir şey hedeflemiyor, gönüllerinden seve seve veriyorlardı. Öyle gönülden veriyorlardı ki Kur’ân onların bu infaklarını ve îsâr hasletlerini kıyamete kadar özel bir örnek olarak gösteriyordu: “Daha önce Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar. Kendileri zaruret içinde dahi olsa onları öz canlarına tercih ederler.”8

Allah Resûlü geliştirdiği bu “kardeş aile projesi”yle hem Muhacir-Ensar kaynaşmasını temin etmiş hem de Muhacirlerin Medine’ye entegrasyonunu kolaylaştırmış ve hızlandırmıştı. Ensar verdikleri sahip çıkma sözünün arkasında dururken muhacirler de yaşadıkları yeni şehir ve toplumun bir parçası olarak beklemeyi değil bir an önce üretime katkıda bulunmayı vazife bilmiş ve hemen işe koyulmuşlardı. Mekke’de kendi yakınlarından bile bulamadıkları bu kabul ve destek, onlara büyük bir güven ve huzur vermiş, kendilerini adeta öz yurtlarında hissetmeye başlamışlardı.

Allah Resûlü, Medine’ye getirdiği bu kardeşlik anlayışı ve uygulamasıyla 120 yıldır birbirleriyle savaşan ve kan davası güden Evs ve Hazrec kabilelerini de barıştırıp uzlaştırmış ve kaynaştırmıştı. Aslında altı bin mensubu bulunan bu iki kabileden Müslüman olanların sayısı bu kardeşlik tesis edildiğinde iki yüz civarındaydı. Ama Muhacirlere sahip çıkma anlayışı öyle bir atmosfer oluşturmuştu ki Allah’ın inayetiyle bu hal, iki kardeş kabilenin de kalplerini telif etmişti. Kur’ân bu ilahi inayeti şöyle ifade eder: “Eğer bir takım hilelerle seni aldatmak isterlerse, hiç endişe etme. Allah Sana yeter. O’dur ki Seni, yardımıyla ve bir de müminlerle destekledi. Müminlerin kalplerini birbirine ısındırıp bir araya getirdi. Şayet Sen, dünyada bulunan her şeyi sarfetseydin bile yine de onların kalplerini birleştiremezdin. Fakat Allah onları birleştirdi. Çünkü O, azizdir, hakîmdir.”9 Artık Medine, kinin, nefretin, düşmanlığın ve savaşın yurdu değil büyük bir dönüşüm yaşayarak sulhun ve kardeşliğin yurdu haline gelmişti. 

Birbirinizin Sahibi Olmazsanız Fitne Hakim Olur

Medine göç almaya devam ediyordu. Tabiatıyla bu hareketlilik, başta iskân ve iaşe olmak üzere birçok problemi beraberinde getiriyordu. Yeni muhacirlerin sıkıntılarının ilk planda acil daha sonra ise kalıcı bir şekilde çözülmesi gerekiyordu. Allah Resûlü bu sıkıntılarla bizzat ilgileniyor ve Kur’ân, çözüm olarak “muaveneti” adres gösteriyordu: “İman edip hicret eden ve mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda hizmet edenler ve onları barındıran ve onlara yardım edenler var ya! İşte bunlar birbirlerinin hem dostları hem de velileri (yani malda da birbirlerinin varisleridir)…”10

Bir de bu yardımlaşma, zamanında yapılmalıydı. Zira her iş mevsiminde değerliydi. Yeni gelen muhacirlerin hem toplumla kaynaşması hem de hayata tutunması için bu hayati meseleydi. Aksi takdirde yeterli yardımlaşma ve dayanışmayı gerçekleştirilerek sağlam dostluklar kurulmaz ve entegrasyon hızlandırılmazsa meydan, fitne ve fitnecilere kalırdı. Böylesi bir durum oluşmaması adına Kur’ân da şu ikazda bulunuyordu: “İslam’ı inkâr edenler de birbirlerine sahip çıkarlar. Onlar da birbirlerinin dostlarıdır. Eğer siz -böyle bir dönemde- birbirinize yardımcı olmazsanız, dünyada fitne kopar, müthiş bir bozukluk ve fesad çıkar.”11

İntibak ve Entegrasyon Eğitimle Mümkündür: Suffe 

Hicret devam ediyordu. Muhacirlerin bir kısmı kendisine barınacak yer bulsa da bir kısmı bulamıyordu. Zira Ensar’ın evleri dolmuş yeni gelenler için yer kalmamıştı. Bu problemi gören Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), inşa edilmekte olan Mescid-i Nebevî’nin arka tarafında imkânı ve kimsesi olmayan muhacirler için barınabilecekleri bir mekân düşündü. Bu kimselerin geceli-gündüzlü kalabilecekleri, üstü kapalı üç tarafı açık bir yer yaptırdı. Mescit tamamlanıp açılınca da dışarıdan gelen fakir ve bekar sahabileri buraya yerleştirdi ve onları “Ashab-ı Suffe” diye isimlendirdi.12

Bu yönüyle Suffe, Muhacirlere sahip çıkmak için kurulan ilk sosyal güvenlik müessesesi ve ilk göçmen kampı olmuştu. Burada kalan Muhacirler, bir nebze de olsa yiyecek ve giyecek ihtiyaçlarını karşılıyor ve en yakın komşuları Allah Resûlü tarafından görülüp gözetiliyorlardı. Hiçbir şeyleri yoktu ama davaları ve Efendimiz’in varlığı onlara yetiyordu. Zaman içerisinde bu kamp alanı ve süreci, Efendimiz tarafından bir eğitim müessesine ve dönemine dönüştürüldü ve yüzlerce sahabî burada yetiştirildi. Kurra diye isimlendirilen bu muhacirler, zamanla irşad, tebliğ, eğitim ve öğretim görevlerinde vazife alarak hem topluma hem de hizmet ve iş hayatına hızlıca entegre oldular.  

Yazar: Dr. Selim Koç  

Dipnot:

  1. İbn-i Sa’d, Tabakât 1/161
  2. İbn-i Sa’d, Tabakât 1/161
  3. İbn-i Hişâm, Sîre 2/67
  4. Beyhakî, Delâil 2/443
  5. İbn-i Hişâm, Sîre 2/67
  6. İbn-i Hişâm, Sîre 2/116
  7. Enfâl Sûresi 8/72
  8. Haşr Sûresi 59/9
  9. Enfâl Sûresi 8/62, 63
  10. Enfâl Sûresi 8/72
  11. Enfâl Sûresi 8/73
  12. Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, 2/445 (525). Bunların haricinde kalacakları yerleri olduğu halde bazen onlara özenip orada kalan Ensar ve Muhacirler de vardı. Mesela, Abdullah İbn-i Ömer bunlardan bir tanesiydi. (Bkz. Buhârî, Salât 58; Nesaî, Mesâcid 29)
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.