Hicaz’da Şafak Bekleyenler: Kuss, Zeyd ve Varaka
Geleceğinden bahisler açılan bir diğer belde de Hicaz’dı. Ağırlıklı olarak toplum, cehalete yelken açıp gitse de burada, Varaka İbn Nevfel, Zeyd İbn Amr ve Kuss İbn Sâide gibi ışığa hasret olanlar, yol gözleyenler vardı. Fazilet âşığı bu insanlar, etraflarında olup bitenlerden rahatsızlık duyuyorlardı; ama çözüm adına ellerinden bir şey gelmiyordu. Tek umutları vardı; Allah’ın Son Nebi’si gelecek ve karanlığa kurban giden kalabalıkları, içinde bulundukları karanlıktan tutup çıkaracaktı. Tevrat ve İncil başta olmak üzere, belli başlı kaynaklara ulaşmışlar ve buralarda, kendilerini kurtaracak Son Nebi’nin özellikleriyle karşılaşmışlardı.
Kuss İbn Sâide
Kuss İbn Sâide’yi, Ukaz panayırında kızıl devesinin üzerinde halka seslenirken tanıyoruz. Yüz yaşını geçmiş İyâd kabilesinin reisi bu ihtiyar, gözünü geleceğe dikmiş ve gelecek olan Nebi hakkında insanları bilgilendirmekte ve ruhlarına tesir edecek ifadeleriyle onları imana hazırlamaktadır. Ukaz panayırında kızıl devesinin üzerine çıkmış, insanlara şöyle seslenmektedir:
– Ey İnsanlar!
Hepiniz bir araya gelin.
Giden herkes gitmiştir… Her gelecek de mutlaka gelecektir.
Karanlık gece…
Burç burç gökyüzü…
Dalga dalga deniz…
Göz alıcı yıldızlar…
Kameti bâlâ yüce dağlar…
Akıp giden nehirler…
Hiç şüphe yok ki, semada yeni bir haber var…
Şüphesiz, yerde de ibretlik olaylar….
İnsanlara şöyle bir bakıyorum da, gidiyorlar, ama hiç geri gelmiyorlar; gittikleri yerde kalmaktan memnunlar da mı orada kalıyorlar?.. Yahut bırakıp gidiyorlar ve orada uykuya mı dalıyorlar?..
Allah’a öyle bir kasem ederim ki, bunda hiç şüphe yok… Allah katında öyle bir din var ki, o din, sizin bu dininizden O’na daha sevimli…
Hani ya babalar, dedeler, atalar?.. Nerede soy-sop?.. Hani ya, süslü saraylar ve mermer binalar yükselten Âd ve Semûd milletleri?.. Hani ya, dünya varlığından gururlanıp da, “Ben sizin en büyük Rabbiniz değil miyim?” diyen Firavun ve Nemrut?..
Onlar zenginlikçe, kuvvet ve kudretçe sizden çok üstündüler. Ne oldular? Toprak onları değirmeninde öğüttü, toz etti, dağıttı. Kemikleri bile eriyip gitti. Çatıları sökülüp süpürüldü. Şimdi onların mekanlarını köpekler şenlendiriyor. Sakın onlar gibi gaflete düşmeyin, onların yolundan gitmeyin!
Her şey fâni; bâki olan Allah… Ortaksız ve benzersiz, mutlak bir Allah… Tapınılacak ancak O… Doğmuş ve doğurmuş olmaktan münezzeh Allah…
Evet, evet…
Olup bitenlerde, gelip geçenlerde, bize ibret olacak çok şey var…
Ölüm bir ırmak… Girecek yeri çok; ama akacak yeri yok…
Büyük küçük, hep göçüp gidiyoruz.
Herkese olan, size ve bana da olacaktır.
Gerçekten de ölüm, beklediği Nebi’yi göremeden onu da kuşatacak ve onun için de vuslat, bir başka âleme kalacaktı. Ancak, ne büyük tevafuktu ki, onun Ukaz panayırındaki hutbesini dinleyenler arasında, gelmesini beklediği Son Nebi de vardı ve yıllar sonra onu tanıyanlar Allah Resûlü’nü ziyarete geldiklerinde konu, İbn Sâide’den açılacak ve onun o gün anlattıklarıyla hatıralar, hep beraber yeniden tazelenecekti.1
Kendisini dağ başında uzlete vermiş bu ihtiyar bilge, şiirlerinde de benzeri konulara değiniyor ve her fırsatta, Harem dahilinde Haşimoğullarından bir peygamberin geleceğini söyleyip duruyordu.
Bir şiirinde şöyle dediği anlatılacaktı:
– Yarattıklarını abes yaratmayan Allah’a hamd olsun.
İsa’dan sonra, bizi başıboş bırakmayan ve lütufta bulunan.
Aramızdan Ahmed’i gönderecektir ki, O gönderilen en hayırlı Nebi’dir.
Her bir canlı, nefes alıp hareket ettikçe Allah’ın selamı O’na olsun.2
Zeyd İbn Amr
Zeyd İbn Amr, aşere-yi mübeşşereden meşhur sahâbe Saîd b. Zeyd’in babası, Zeyneb Binti Cahş’ın ağabeyi ve Hz. Ömer’in de amcasıydı. Hz. İbrahim’den kalma bir inanca sahip Hanîflerdendi. Bu sebeple, putlardan yüz çeviriyor ve her fırsatta onların, hiçbir fayda ve zarara muktedir olamayacaklarını haykırıyordu. Sadece Allah adına kesileni yiyor, harama el sürmüyordu.
Ka’be’ye sırtını yaslayıp oturduğu bir gün, etrafında biriken insanlara şöyle seslendiği duyulmuştu:
– Ey Kureyş topluluğu! Zeyd’in nefsi, yed-i kudretinde olana yemin olsun ki, burada benden başka, İbrahim dini üzere olanınız yok. Arkasından da, ellerini semaya kaldırmış ve:
– Allah’ım! Şayet Senin katında hangi yüzün daha hayırlı olduğunu bir bilebilseydim, mutlaka ona secde ederdim. Ama bunu bilemiyorum, diyerek çaresizliğini izhar etmiş, daha sonra da, üzerine bindiği hayvanın sırtında secde ederek, ‘Bir’ bildiği Rabbine şükrünü eda etmişti.3
Putlarla kuşatılmış çevrelerinin yoğun baskılarından kurtulma ve inançları adına yeni yüzler bulmak için bir gün, kendisi gibi bir muvahhid olan Varaka İbn Nevfel, Osman İbnü’l-Huveyris ve Abdullah İbn Cahş’la birlikte yola koyulmuş ve Mevsıl’deki bir rahibin yanına gelmişlerdi. Rahip, Zeyd’e döndü ve:
– Ey deve sahibi! Nerelerden geliyorsun, diye sordu.
– İbrahim’in inşa ettiği binanın olduğu yerden, cevabını verdi.
– Ne arıyorsun? Neyin peşindesin, diye maksadının ne olduğunu sorunca da Zeyd:
– İnancımı yaşayabileceğim sağlam bir din arıyorum, cevabını verdi.
Rahip, şaşkınlık içindeydi. Gerçekten din arayanların gözlerini diktikleri beldeden birileri geliyor ve buralarda başka bir din arıyorlardı. Gerçekten bu, şaşılacak bir durumdu. Derya içre deryada olsalar da bazen suyun kadrini bilemeyenler olabiliyordu. Ancak hakperest olmak gerekiyordu ve Rahip Zeyd’e yönelerek:
– Geri dön. Zira, beklediğin, senin geldiğin yerde zuhûr etmek üzere,4 deyiverdi.
İnsan eliyle imal edilen putların ilah olamayacaklarını haykırması, birçok kişiyi rahatsız etmiş ve okların üzerine çevrilmesine sebep olmuştu. Hatta bu sebeple kardeşi Hz. Ömer’in de babası Hattab’ın, şiddetli tazyikleriyle karşılaştı. Nasıl olur da, Hattab ailesinden biri çıkar ve Mekke otoritesine karşı gelerek, kendisine başka bir yol tercih edebilirdi! Ona göre, putlara kullukta kusur etmenin ve kestiklerini yememe gibi bir kural tanımazlığın (!) mutlaka bir cezası olmalıydı.
Akıllansın diye (!) onu Mekke’nin kenar tepelerine çıkarıyor ve oralarda işkenceye tâbi tutuyordu. Kendisi yorulunca, gençlerden yerine vekiller tutuyor ve böylelikle uslanacağı ana kadar (!) işkencenin devam etmesini sağlıyordu. Ne kadar ayak takımı, başıboş serseri varsa, onlara tembih üstüne tembihlerde bulunuyor ve öz kardeşinin, Mekke’ye dönmesine izin vermiyordu.
Artık Zeyd, Mekke’ye, ancak gizli gizli gelebiliyordu. Farkına varır varmaz derdest ediyor ve dinlerini bozacak veya birilerini de arkasına takacak diye hemen Mekke’den uzaklaştırıyorlardı. Zira o, her fırsatta secdeye yöneliyor ve şöyle haykırıyordu:
– Benim ilahım, İbrahim’in ilahı; dinim de İbrahim’in dinidir.5
Cahiliye’nin olumsuzluklarından o kadar sıkılmıştı ki, yeni yeni arayışlar içine girdi. Önce Yahudilerle oturup onların inançlarını benimsemek istedi; ama onların inançlarının da kendisini tatmin etmeyeceğini görmüştü. Ardından Hristiyanlığın peşine düştü; ama kısa sürede burada da aradıklarını bulamayacağına karar verdi.
Derken bir gün, kendisi gibi İbrahim’in (aleyhisselâm) dini üzerine yaşayan bir Hanif bulabilmek ümidiyle doğduğu beldeyi terk ederek Şam taraflarına yöneldi. Ehl-i kitap arasında, sora sora aradığını bulabilmek için Mevsil ve Cezîretü’l-Arab’ı dolaştı. Ancak gönlünü teskin edebilecek bir merci bulmaktan yoksundu. Nihayet, Şam’a geldiğinde kendisini bir rahibe yönlendirdiler. Maksadını ona da anlattı Zeyd. Rahip de boş değildi… Maksadını anlamıştı ve Zeyd’e şöylece nasihat etmeye başladı:
– Sen bana öyle bir dinden bahsediyorsun ki, bugün o dini yaşayan birisini bulmaya imkân yoktur. Sen İbrahim’in Hanif dinini arıyorsun. O, ne bir Yahudi ne de bir Hristiyandı; O, tek olan Allah’a kullukta bulunuyor ve geldiğin beldedeki Beyt’e yönelerek namaz kılıp secde ediyordu. O dinin tedrisini yapan ve bilgisine sahip olanların hepsi göçüp gittiler. Ancak beklenen bir Nebi var ki, onun gelme vakti çok yakındır. Sen kendi beldene git ve orada bekle. Çünkü Allah, senin kavmin arasından İbrahim’in dini üzere bir Nebi’sini gönderecek ki O, Allah katındaki en mükerrem varlıktır.
Tarifler, Zeyd’in geldiği Mekke’yi gösteriyordu. Ne ilginçti ki, aradığını bulabilmek için terk ettiği yere arayıp da bulamayacağı Müjdelenen Nebi gelecekti. Vakit geçirmeye gerek yoktu ve hemen geri yola koyuldu.
Şam Yahudi ve Hristiyanları Zeyd’in bu hâl ve davranışlarından hoşlanmamışlardı. Öyle bir noktaya gelmişti ki, yolunu kestiler ve Zeyd’i, aradığını bulamadan hunharca öldürdüler.
O, gelecek Son Nebi’ye inancı tam olmasına rağmen tulûa beş kala gurûb edecek ve beklediği mutlu anı göremeden yola revan olacaktı. Dilinde şunları tekrar eder dururdu:
– Ben bir din biliyorum ki onun gelmesi çok yakındır; gölgesi başınızın üzerindedir. Fakat bilemiyorum ki, ben o günlere yetişebilecek miyim?
Zeyd, bir esintiden müteessir olmuş ve vicdanı hakka karşı tamamen uyanmış biriydi; bir olan Allah (celle celâluhû)’a inanıyor ve O’na teslimiyetini arz ediyordu. Ancak ne inandığı Allah’a, ‘Allah’ım!’ diyebiliyor ne de O’na nasıl ibadet edeceğini bilebiliyordu.
Sahâbe-i Kiram’dan Âmir İbn Rebî’a, Zeyd İbn Amr’dan işittiği sözleri bir gün şu ifadelerle anlatacaktı:
– Ben, İsmail’in, sonra Abdülmuttalib’in soyundan gelecek bir Nebî bekliyorum. O’na yetişebileceğimi zannetmiyorum; ama O’na îman ediyor, tasdik ediyor ve kabûl ediyorum ki, O, Hak Nebî’dir. Eğer senin ömrün olur da O’na yetişirsen, benden O’na selâm söyle! Sonra da, sana O’nun şemailinden haber vereyim de sakın şaşırma, dedi. Ben de:
– Buyur, anlat, dedim. Devam etti:
– Orta boyludur. Ne çok uzun ne de çok kısadır. Saçları tam düz de, kıvırcık da değildir. İsmi Ahmed’dir. Doğum yeri Mekke’dir. Peygamber olarak gönderileceği yer de burasıdır. Ancak daha sonra, O’nun getirdikleri, kavminin hoşlarına gitmediğinden, onlar O’nu Mekke’den çıkaracaklardır. O Yesrib (Medine)’e hicret edecek ve getirdiği din oradan yayılacaktır. Sakın ondan gafil olma! Ben diyar diyar dolaştım ve Hz. İbrahim’in dinini aradım. Bütün konuştuğum Yahudi ve Hristiyan âlimleri bana:
– Senin aradığın, daha sonra gelecek, dediler ve hepsi de bana biraz evvel sana anlattığım şeyleri anlattılar ve sözlerinin sonunu da şöyle bağladılar:
– O, son peygamberdir ve O’ndan sonra da bir daha peygamber gelmeyecektir.6
Varaka İbn Nevfel
Ufukta, ışık bekleyenlerden birisi de Varaka İbn Nevfel’di. Aynı zamanda Hz. Hatice validemizin amcaoğlu olan Varaka İbn Nevfel, Cahiliye Mekke’sinde hakkı arama azminde olan ender insanlardan biriydi. Ona göre, Cahiliye’nin sel olup arkasından aktığı taş ve ağaçlardan yontularak farklı şekiller verilen putlar ilah olamazdı ve bunu o, her fırsatta dile getirmekten çekinmiyordu.
Kureyş’in yılda bir bayram olarak kutladıkları günleri vardı. Bu günde bir araya gelir ve putlara kurbanlar adayarak samimiyetlerini göstermeye çalışırlardı. Böylelikle ilahlarına karşı yapmaları gereken vazifeleri yerine getirdiklerini düşünür ve kendilerince mutlu olurlardı. Bir yönüyle hesaptan kaçışın ayrı bir formülüydü bu.
Yine böyle bir günde, bir araya gelmiş ve bir putun önünde temenna durarak sadakatlerini izhar ediyorlardı. Bu arada aralarında fısıldaşanlar vardı. Bir araya gelmişlerdi ve aralarında yine o dört insanın olmadığı dedikodusunu yapıyorlardı. Şüphesiz bunlar, Varaka İbn Nevfel, Zeyd İbn Amr, Osman İbnü’l-Huveyris ve Ubeydullah İbn Cahş idi.
Onların dünyasına göre, bütün bu yapılanların hiçbir anlamı yoktu. Kendi aralarında konuşuyorlardı:
– Nasıl olur, diyorlardı. Baksanıza kavminize! Nasıl olur da böyle bir şey yapabiliyorlar! İbrahim’in dinini bırakmış, hiçbir faydası olmayan bir taşın etrafında tavaf edip, işitip görmeyen, fayda veya zararı söz konusu olmayan puta temenna duruyorlar!..
Baş başa veren bu dört gönüllü, artık uslanmayacaklarına kanaat getirdikleri Mekkelileri kendi hallerine bırakarak, başka beldelerde Hz. İbrahim’e ait Haniflikten eser bulabilmek için yollara koyulacaktı.
İşte, bu yolculuk esnasında Varaka İbn Nevfel, Şam taraflarına yönelmişti. Bu yolculukta Varaka, sığındığı bir koyda Hristiyanlığı kabul etmiş ve bundan sonraki ömrünü, onu tedris maksadıyla geçirmeye başlamıştı. Artık Varaka, işin ehlinden yeni dinini öğreniyor ve böylelikle kendini geleceğe hazırlıyordu. Her yeni bilgi, daha yenilerini öğrenme adına sa’yini kamçılıyor ve o güne kadar geçirdiği boş günlerine yanıyordu.
Elbette, bu esnada çok şey öğrenmişti. Artık Tevrat ve İncil’i daha iyi biliyor, İbrânî dilini rahatlıkla okuyup yazabiliyordu.
Okudukları arasında bir konu vardı ki, ayrıca dikkatini çekiyor ve aklından çıkaramadığı bu hususla birlikte, geleceği günün hayallerini kuruyordu. Zira artık biliyordu ki, çok geçmeden “Alemin Reisi” gelecek ve insanlık yeniden O’nun arkasında ilahî anlamda saf tutacaktı.
Ancak zaman, dur durak bilmeden işliyor ve Varaka’yı da mezarına doğru yaklaştırıyordu. Mânâya açık gözleri, dünya ve dünyalıları zorlukla seçebiliyor, eski günlerdeki gibi etrafını net göremiyordu.
Zaman o kadar hızlı akıyordu ki, aradığını bulamadan gözlerinin kapanacağını düşünür olmuştu. Her ne kadar, bulduğu her fırsatta bildiklerini etrafına fısıldasa da; Varaka’yı dünya gözüyle O’nu göremeden gideceğinin endişesi sarmıştı.
Beklemekten başka da bir çaresi yoktu. En azından bu süreyi, etrafına O’nu anlatarak geçirebilirdi ve o da bunu yapıyordu. Huveylid’in kızı Hatice de, onun bu nasihatlerine kulak verenler arasındaydı ve bu, risalet sürecinde onun için büyük bir ufuk olacaktı.
Dipnot:
- Halebî, Sîre, 1/318-321. Kuss İbn Sâide’nin kabilesi ve ileri gelenlerinden Cârûd İbn Alâ isminde bir zat, Abd-i Kaysoğullarından bir heyetle birlikte, namını duyduğu şahsın İncil’de anlatılan Zat olup olmadığını teyit maksadıyla huzur-u Risalete geldiler. Simasını gördüklerinde ünsiyet yaşadıkları bu Zat’a, ne ile gönderildiğini sorup cevaplarını alınca şüpheleri kalmamıştı; İncil’de geleceği müjdelenen Ahmed, o an karşılarında duran Zat’tı. Artık tereddüdü kalmayan Cârûd, şunları söyleyecekti:
– Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, senin vasıflarını İncil’de görüp zaten biliyorduk. Seni, Meryem’in oğlu müjdelemiştir. Her an senin üzerine selam olsun ve seni gönderen Allah’a hamd olsun. Elini uzat yâ Resûlallah! Ben şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur ve Sen de Allah’ın Resûlü’sün.Reislerinin söylediği bu sözlerin arkasından heyet de kelime-i tevhidi getirerek teslimiyetlerini ilan edecekti.
Kıtlık zamanında, bir anda böylesine bir rahmet altında kalan Allah Resûlü (s.a.s.) sevinmiş ve aynı kabileden olmaları hasebiyle aralarında Kuss İbn Sâide’yi tanıyan birinin olup olmadığını sormuştu:
– Kuss İbn Sâide’yi hangimiz tanımaz ki?.. Hepimiz onu tanırız yâ Resûlallah, cevabını verdiklerinde:
– Peki, şimdi Kuss İbn Sâide el-İyâdî ne yapıyor, diye ilave edince:
– Vefat etti yâ Resûlallah, cevabını alacaktı. Arkasından buyurdular ki:
– Ben onu bir gün, haram aylarda Ukâz çarşısında, kızıl bir devenin üzerinde görmüştüm; hepsini hatırlamamakla birlikte, çok güzel ve hoşa gidici bir kelamla şöyle konuşuyordu:
– Ey İnsanlar! Bir araya gelip toparlanın, iyi kulak verin ve ezberleyin. Her canlı ölecektir. Her ölen de bir daha geri gelmeyecektir. Gelecek, mutlaka günü gelecek; gelecektir.
Bunları söyledikten sonra, aralarında o gün bulunan birilerinin olup olmadığını sordu. Arkasından da ilave etti:
– Onun o günkü sözlerini hatırlayanınız var mı?
Hey’etin arka saflarından bir hareketlenme oldu ve bir Arabî öne atılarak:
– Ben hepsini hatırlıyorum yâ Resûlallah, dedi. Efendimiz (s.a.s.) bu duruma çok sevinmişti. Fahr-i Kainat’ın sevincinden de cesaret alan adam, o gün Kuss İbn Sâide’den duyduklarını anlattı bir bir… Hutbe anlatılmıştı; ama belli ki Efendiler Efendisi, onunla ilgili daha fazla şey paylaşmak istiyordu:
– Kuss İbn Sâide’nin o günkü şiirini hatırlayanınız var mı, diye sordu.
Hz. Ebû Bekir öne atıldı ve:
– Anam babam sana feda olsun! O günde olanların hepsine ben de şahittim. Şöyle diyordu, diye devam etti ve huzur-u risalette Kuss İbn Sâide’nin, Ukâz’daki şiirini teker teker okuyuverdi…
- Halebî, Sîre, 1/318-321 Demek önemli olan, yıllar ve yüzyıllar geçse de hatırlanacak bir hamlede bulunmaktır. Bir yönüyle adres bırakmaktır geleceğe! Cevherse şayet bunu yapan, cevherfürûşân birileri gelecek ve O’nun kadrini bilip takdir edecektir. Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyuracaktı:
– Ümit ederim ki, Cenab-ı Hak, kıyamet gününde Kuss İbn Sâide’yi ayrı bir ümmet olarak haşreder. İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 1/141
- İbn Hişâm, Sîre, 2/54
- İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 2/268
- Taberî, el-Câmiu’l-Beyan, 3/304
- Suyûtî, Hasâisu’l-Kübrâ, 1/43. Âmir İbn Rebî’a devamla şunları anlatacaktır: Gün geldi, ben de Müslüman oldum ve gelip Allah Resûlü’ne, Zeyd’in dediklerini bir bir anlattım. Selâmını söyleyince toparlandı ve Zeyd’in selâmını aldı. Ardından da, “kıyamet gününde tek başına bir ümmet” dediği Zeyd için şöyle buyurdu:
– Ben Zeyd’i cennette eteklerini sürüye sürüye yürürken gördüm.