Habîb-i Ekrem’in yârî, Ebâ Eyyûbi’l-Ensârî

510

‘Yetişmez mi bu şehrin halkına bu nimeti Bârî 
Habîb-i Ekrem’in yârî, Ebâ Eyyûbi’l-Ensârî’

Gönüller Sultanın’ın misafir olduğu bir gönle misafir olabilme iştiyakıyla bugün, bir nice Hak aşığı, gece-gündüz demeden, yakın-uzak bahanesine takılmadan ve kar-yağmur-çamur dinlemeden hemen her dem feyze koşuyor Eyüp açıklarında… Karanlığın koyuluğunda ışığa koşan kelebekler misali geceye sultanlık yapan daha başka gönüllerle senin huzurunda buluşup ayrı bir bayram yaşıyorlar. Mıknatıs misali bir caziben var ki, ruhlar bir kere etrafında tavafa başlayınca bedenler onların arkasına takılıp geliyor ve Kutlu Misafirin’le yaşadığın târifi imkansız vuslata benzer bir başka huzur yaşanıyor etrafında..!

Hani ya, mukaddes bir göçle Allah Rasûlü (sas) Medine’ye gelince, bir sevk-i ilâhiyle senin hâneni şereflendirmiş ve sende misafir kalmıştı. Heyecandan o gün kalbin yerinden çıkacak gibi olmuş, sevinçten kabın kabına sığmıyordu, sığamazdı. Nasıl sığabilirdi ki gelen, kevn ü mekânın sultanı, Allah’ın da Rasûlü’ydü. Evine geliyordu..! Hem bu geliş, bir anlık da değil, Mescid-i Nebevî yapılacağı ana kadar devam edecek bir misafirliğin başlangıcıydı. O’nun geldiği yerde yürekler, ayaklarının altına serilip gönüllerde bayramlar yaşanmaz mıydı hiç!? Arada bir gecelerimize misafir olduğunda çocuklar gibi sevinip kuşlar gibi uçuyor, yıllarca tadını unutamayıp en tatlı hatıralarımız olarak yâd etmiyor muyuz bugün!?

İlk defa adını, Medine’nin ilk muallimi Mus’ab İbn Umeyr’den dinlemiş ve evinin gülü Ümmü Eyyûb’la birlikte gönlünü O’na iki yıl önce açmıştın. Bu öyle bir açıştı ki, kavuşabilmek için yüreğinde tufanlar kopuyor, yanardağlar gibi sinen kabarıp iniyordu. Gönlündeki bu aşk ateşini, ikinci Akabe gecesinde yaşadığın bir vuslatla kısmen serinletebilmiştin. O gece, mübarek elini tutup, O’nu Medine’ye davet eden yetmiş kişinin arasında sen de vardın. Ve işte bugün O, buraya gelmiş ve ne lütuf ki, senin evini şenlendiriyordu. Artık bulmuştun ya, bir daha asla ayrılmayacaktın.

Rasûlullah (sas)’in alt kata yerleşmesine gönlün, hiç mi hiç razı olmadı, olamazdı. Defalarca yukarı davet ettin; kabul buyurmadı. Olacak ya, bir gece elin takılmış, su dolu testiyi kırmıştın. Etrafa su yayılmıştı. Alt kata, en üsttekinin üstüne dökülecek diye öyle titremiştin ki, damla damla takip ediyor ve dökülen suyu emsin diye üzerine yorgan-yastık ne buldunsa atıyordun.

Kararlıydın. Bunu vesile bilerek eşyalarını toparlayıp boşalttın hâneni ve yukarı davet ettin Kutlu Misafirin’i. Fiilî bir durum vardı ya, kabul buyurdu.

Az değil, yedi ay nefesini tuttun nefeslerini dinlemek, uykuyu unuttun gecelerindeki derinliği sezebilmek için..! Ne sırlar vardı kim bilir aranızda, giderken beraberinde götürdüğün..!

Medine’ye gelince, Muhâcirlerle Ensârı kaynaştırmak için bir kardeşlik tesis etmişti. Her Medine’li Ensâr, Mekke’den kopup gelen bir Muhâciri bağrına basıyor ve öz kardeşten öte, arada kopmaz bir bağ örülüyordu. Ne tevafuk ki, bu kardeşlikte sana düşen, Medine’nin ilk muallimi, senin de ilk rehber ve üstadın genç Mus’ab idi.

Evin öylesine şenlenmişti ki, bir tatlı su kaynağı gibi gelip gidenin, gidemeyip tekrar gelenin haddi hesabı yoktu. Artık orası sadece bir ev değil, aynı zamanda bir mekteb olmuştu. Allah Rasûlü (sas), fakirlerin karnını burada doyuruyor, ihtiyaç sahiplerinin derdine burada çare buluyordu. Hakka matıyye olmuştunuz ya, kimbilir O’nun duasında kaç defa adınız geçmiş, karıncalanmış ellerini nur yüzüyle buluşturduğu aydın gecelerinde kim bilir kaç defa yâd edilmiştiniz!?

Nihayet Mescid-i Nebevî ve hâne-i saadetlerinin inşası tamamlanmış ve artık ayrılma vakti gelmişti. Senin için, yedi aylık bir beraberlik yedi dakika gibi gelip geçivermiş ve sanki bitmesini asla arzu etmediğin tatlı bir rüyadan uyanıyor gibiydin. Gerçi bu, sadece bir mekân değiştirmeydi. Bir defa çekim alanına girmiştiniz ya, ayrılmanız da mümkün değildi. Ayrıca O, bir vefa insanıydı. Sonraki günlerde zaman zaman hânenize gelecek ve unutmadığını fiilen gösterip sizi evinizde ziyaret edecekti.

O’nunla birlikte Bedir’e katıldın, Uhud’da bulundun, Hendek’te Medine’yi müdafaa ettin. Hayber’den Huneyn’e, oradan da Mekke’nin fethine kadar, Kutlu Misafirin neredeyse sen de hep oradaydın.

Gün geldi vahye şahitlik ettin, kalemle onu ebedileştirmede ulvî bir vazife aldın. Yeri geldi, bir kalkan olup Rasûlullah (sas)’i korumayı kendine vazife bildin; sabahlara kadar çadırının önünden hiç ayrılmayıp nöbetler tuttun.

Devran dönüp, evinden ayrıldığı gibi bir gün aranızdan da ayrılınca, herkes gibi sen de yıkılmıştın. Gönlünün sahibiyle hemhâl olup dünya gözüyle endamını süzerek lâl ü güher sözlerine muhatap olmak, artık bir başka aleme kalmıştı. Kim bilir, ardından ne kadar ağladın ve nice ağıtlar yaktın!?

Ancak bu, köşene çekilmeni gerektirmiyordu. Bir defa bu yola baş koymuştun ya, köşene çekilmek şöyle dursun, bunu düşünmeyi bile döneklik kabul ediyor, yerinde duramıyordun, duramazdın. Şartlar ne olursa olsun, Allah için nerede bir hareket varsa, mutlaka sen de oradaydın. ‘Ey mü’minler! … hep birlikte seferber olunuz’ şeklindeki ilâhî emir, dilinde sürekli tekrarlanan bir virdi zebândı.

Fırsat buldukça kabrinin başına gidiyor, içten içe gözyaşı döküyordun. Bir gün seni bu halde gören bir başka dostun, ikaz etmek istemiş ve Rasûlullah’ın sünnetinde böyle bir ağıtın yeri olmadığını söylemişti. Zaten, yüreğini yakan hasreti iliklerine kadar işlemiş ve kederden kıvrım kıvrımdın. Senin maksadın neydi ve ne ile itham ediliyordun? Mahzun bir eda ile ancak; ‘Ben, bu mezar taşına değil, Rasûlullah’a geldim’ diyebildin.

Ufkun o kadar engindi ki, günü birlik harekete hiç mi hiç prim vermedin. İlk hareketi almıştın ya, yerinde duramıyor, cepheden cepheye koşuyordun. Ebu Bekir’le beraber koştun hilafeti süresince; Ömer’den hiç ayrılmadın; Osman nereye gitmişse sen de oradaydın; Ali, fitnenin kaynadığı yerde Hakk’ı temsilin timsaliydi senin için ve O’nun yanında kalmayı yeğledin. Suriye’den Filistin’e, Mısır’dan Kıbrıs’a kadar gitmediğin yer kalmamıştı, doğru bildiğin Hak adına.

Cevâhir kadrini cevher fürûşân olan bilir derler ya, vefanın ne anlama geldiğini bilenler de yok değildi. Basra’ya geldiğinde, bir başka Peygamber âşığı İbn Abbas, halini anlamış ve evini de tahsis ederek seni içeri davet etmişti. ‘Evde ne varsa hepsi senindir’ diyor ve yemin vererek; ‘Sen Rasûlullah’a nasıl davranıp cömertliğini ortaya koymuşsan o gün, bugün de ben sana öyle davranacağım’ diye ahdini yeniliyordu. Yirmi binlik borcuna kırk binlik bir mukabeleyle karşılık verdi. İlâve olarak yirmi de köle vermişti emrine, hizmetini görsünler diye..!

Artık yaşlanmıştın. Ama yaşını öne sürerek arkada kalmayı hiç mi hiç düşünmüyordun. Yine bir hazırlık vardı ve Kutlu Misafiri’nin müjdesiyle düşecek bir kaleye, Kostantıniyye’ye gidilecekti. Yerinde durman mümkün müydü? Allah için bir hareket olur da sen geri durur muydun? Hem Allah Rasûlü (sas), orayı fetheden askeri tebcil edip kumandanına yahşi çekmemiş miydi? Duramazdın. Kılıncını kuşandın, torunlarının yardımıyla ve şehadete son bir iştiyakla yeniden yollara koyuldun.

Hâlin belîğ bir lisan, kırkında kırk bahane arayan bizlere ne veciz mesajlar sunuyor! Seksen küsurluk bir ömrü geride bırakmıştın ama baş-diş ağrısı demeden, yorgunluk nedir bilmeden hep O’nun yolunda ve sürekli yollardaydın.

Muhasara günlerce devam etmiş ve bir türlü neticeye gidilemiyordu. Surlardan kızgın yağlar dökülmesine, ok ve mancınıklarla mukabeleye rağmen Nebevî müjdeye ulaşabilme iştiyakıyla düşman saflarına delicesine dalanlar vardı.

Bu tablo karşısında cemaatten değişik seslerin yükseldiğini duydun. Bu şartlarda düşman saflarına hücum edenlerin yanlış yaptıklarını îma ile, ‘Sübhanallah! Kendi eliyle kendini tehlikeye atıyor, olacak şey değil..!’ gibi sözlerle İlâhî Beyan’daki bir âyete işaret edip sözde istişhâd ediyorlardı.


Duydukların karşısında tüylerin diken diken olmuştu. Ortada düzeltmen gereken bir yanlışlık vardı. Bekleyemezdin, hemen kalktın ve bir yanlışı, yanlışımızı düzeltme adına en gür sesinle haykırarak burada da üzerine düşen vazifeyi yerine getirdin:

‘Ey insanlar! Sizler bu âyeti ne hakla böyle tevil ediyorsunuz? Bir defa bu âyet, Ensâr topluluğu olarak bizim hakkımızda indi. Zira, dine omuz veren insanların adedi artıp işler yoluna girdiği yerde bizler, aramızda oturarak, ‘Biraz da mal ve mülkümüzle meşgül olup çoluk çocuğumuzla ilgilensek’ diye düşünmeye başlamıştık ki, gelen bu ayetle adeta Allah (cc), kulağımızdan tuttu ve, ‘Allah yolunda malınızı harcayın da, (kenara çekilmek suretiyle) kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın.’ diye bizi ikaz etti. Zira esas tehlike, dünyanın cazibesine kapılarak mal ve mülkün arasına dalıp kenarda kalmayı yeğlemek ve netice itibariyle mal ve canımızla Allah yolunda koşturmaktan geri durmamızdı.’

Bugün, işimize gelmediği veya nefsimize hoş gelen yerde nice tevil ve yorumla ortalığı sulandırıp, kenara çekilme adına onca bahane arayışımıza mukabil, Mesih nefesli benzeri ikazlara ne kadar ihtiyacımız var, bir bilsen..!

Savaştı ya, sen de yaralanmıştın. Uzanıp yatırıldığın yerde artık ebedî yolculuk vaktinin geldiğini düşlüyordun. Evet, sevgiline, O’nun ebedi sevgisine kavuşacaktın.. hem de O’nun için çıktığın bir yolculukta bir vuslattı bu… Akabe’ye giderken hissettiğin heyecanın birkaç mislini duyuyor ve ayrı bir iştiyakla o anı bekliyordun. Elbette senin için bundan daha büyük bahtiyarlık olamazdı. Ancak kalbin biraz buruktu. Zira, nihayetinde bir vuslat olsa da, anlaşılan o ki, müjdeyi yaşayamadan gidecektin ve kalbini, tatlı bir hüzün halinde bunun üzüntüsü sarmıştı..!

Bir ara, torunun yaşındaki komutanın Muaviye’nin oğlu Yezid yanına geldi ve bir ihtiyacın olup olmadığını sordu.

Evet, senin de bir ihtiyacın vardı. Dünya gözüyle surları geçip o kutlu müjdenin tahakkukunu görememiştin ya, en azından, gün gelip surlar ardına kadar kapılarını imana açtığında o huzuru toprağın altından seyredip yaşamak istiyordun. Zira, üstünde tekbir ve tehlil seslerine karışmış kılıç şakırtılarını, at kişnemelerini ve bir nice yiğidin bülendi âvâz gür sesini duyduğunda bu fethin gerçekleştiğini anlayacak ve Rabbine ayrı bir hamd ile kabrinde huzur soluklayacaktın. Dudaklarından, etrafındakileri şaşkına çeviren şu cümleler sıralanmaya başladı:

‘Şayet burada ölürsem’ diyordun. ‘Bedenimi bir bineğin üstüne bağlayın ve uzağa, götürebildiğiniz kadar düşmanın içine, surların dibine götürün ve oraya, ayaklarınızın altına gömüp geri dönün.’

Zira biliyordun ki, bugün olmasa da yarın mutlaka Kostantıniyye fethedilecekti. Müjdelenen sadece Kostantıniyye miydi? Elbette hayır. Gün gelecek, Kostantıniyye’ye kadar taşıdığın bayrak, üzerine güneşin doğup battığı her yere ulaşacak ve Muhammedî sadâ dalga dalga dünyanın dört bir yanında yankılanacaktı. Muştusunu vermemiş miydi Son Nebi, boynuna sarılıp ağlayan kızı Fâtıma’nın gözyaşlarını silerken? ‘Yeryüzünde kerpiç ve tuğladan yapılmış hiçbir ev; deve tüyünden, keçi kılından ve koyun yününden örülmüş hiçbir çadır kalmayacak ki, temelinde çile ve ıstırap yüklü bu dava oraya ulaşmış olmasın..!’ Ne mutlu onlara ki ruhu, ruh dünyanla özdeş binlerce ‘mefkûre muhaciri’ bugün, işte bu duygu ve düşünceyle dolu, dünyanın dört bir yanında senin düşüncelerini temsil için yarışıyor..!

Gün gelecek, o huzuru da yaşayacaktın. Kostantıniyye’yi İstanbul yapan bir başka kumandan, asırlar sonra o müjdeyi bizzat yaşayıp sana bu hazzı da tattıracaktı. Karanlık bir çağın mumunu söndürüp aydınlığa yeni bir kapı aralayan bu genç serdar, böylelikle arzunu, her mü’minin arzusunu zamanın bir behresinde gerçekleştirmiş oluyordu.

O gün, Fatih de bir arayış içindeydi. Zira O’nun için de sen, Rasûlullah’ın yâdiğârı mukaddes bir emanettin ve mutlaka seni bulup mezarının başına gelecek, elinde derlediği gülden buketlerle ruhuna bir fatiha gönderecekti. Bir keşifle gözlere âyân oldun ve bugünkü mekânın yükseldi etrafında..!

Bir defa bulmuştuk ya seni, o günden sonra hep uğrak yerimiz oldun, yollarımız yanından kıvrılıp gitti çoğu zaman. O kadar ki, sultanların her tahta çıkış merasimi senin huzurunda yapılır oldu ve kılıçlar senin nezaretinde kuşanıldı bellere, uzaklara giderken teberrük olsun diye..!

Surların dibine gözünü diktiğinde tekbir ve tehlil seslerini uzaklara, daha da uzaklara götürememenin ıstırabını duyuyordun ya, işte bugün günde beş defa o coşkulu Muhammedî sadâ, senin mekânından yükselerek her daim ruhlarımızı okşuyor. Ve bizler, aramızdaki varlığınla sermest ve seni misafir etmekle pek hoşnutuz; zaman zaman gönlünü kıracak yanlışlıklarımız olsa da umarız sen de bu hoşnutluğa, ayrı bir hoşnutlukla mukabele ediyorsundur..!

İşte bugün, gecenin zifiri karanlığında ışığa koşan kelebekler misali dört bir yandan sana koşup gelen bu insanlar, taşıdığın ruhla metafizik gerilime geçme ve getirdiğin bayrağı uzaklara, daha da uzaklara taşıyabilme adına mekânında gönül balanslarını ayarlayıp yolda, yolunda olmanın coşkusunu yaşıyorlar. Bu coşkuyla tehliller yükseliyor Eyüp ufuklarında ve yine bu coşkuyla iman ve Kur’ân’a sadakatimizi gözden geçirip huzurunda mânevî kılınçlarımızı kuşanıyoruz bellerimize..! Umarız bu coşkuyu duydukça sen, huzur dolu meskeninde ayrı bir haz alıyor ve; ‘İşte bize, Allah ve Rasûlü’nün vadettiği şey de bu’ deyip, Allah ve Rasûlü’nün sözüne sadakate imanımız noktasında kimbilir bize neler fısıldıyorsundur?!..

Binler selâm sana.. mefkûrene.. yoluna ve yolunun âşıklarına!.. Kostantıniyye’ye kadar getirdiğin bayrağı, burç burç ötelere, daha da ötelere taşımaya and içmiş mefkûre muhacirlerine!..


Yazar: Dr. Reşit Haylamaz, Nisan 2002 Sızıntı Dergisi

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.