Gece İbadeti (Teheccüd)
Her ne kadar Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Hira’da yaşadığı vuslat ve sonrasını Mekke müşrikleriyle paylaşmamış olsa da onlar, birer söylenti halinde bunları duymuşlardı ve kendi aralarında konuşuyorlardı. Kendileri açısından ortada yeni bir durum vardı; kendi iradeleri dışında Mekke’de yeni bir gelişme yaşanıyor ve bu gelişme, dünya adına herkesten bağımsız yürüyordu. Daha ilk günden Mekkeliler, bu gelişmeye bir kulp takıp da önünü almak için planlar kurmaya başlamış; düne kadar ‘Emîn’ diye tavsif ettikleri Efendiler Efendisi’ne, ‘mecnûn’, ‘kâhin’, ‘sihirbaz’ gibi lakaplar takmışlardı.
Elbette bu konuşmalar, Efendimiz’in de kulağına gelmiş ve daha ilk günden karşılaştığı bu karalama kampanyasına çok üzülmüştü. Hane-i saadetlerine döndüğünde üzerini örtmüş ve derin bir tefekküre dalmıştı ki, yanında Cibril-i Emîn’in hazır olduğunu görüverdi.[1] Yeni bir vahiy geliyordu:
Ey örtüsüne bürünen Resûlüm! Geceleyin kalk da, az bir kısmı hariç geceyi ibadetle geçir! Duruma göre gecenin yarısında veya bundan biraz daha azında veya fazlasında ibadet etmen de yeterlidir.
Allah (celle celâluhû), Resûlü’ne bir mesaj iletir de O (sallallahu aleyhi ve sellem), bu mesaja bîgâne kalır mıydı hiç? Artık bundan böyle O’nun geceleri, gündüzleri kadar aydın; gündüzleri de geceleri kadar fazilet doluydu. Gece kalkıp ibadet etmek Allah’ın emri olduğuna göre, O’na ilk gönül veren herkes aynı yolu meslek edinecek ve gecelerini gündüzleri gibi aydın kılma adına, adeta birbirleriyle yarışacaklardı. Çünkü bu emir, farz olarak algılanmıştı ve emr-i ilahiyi yerine getirmemek olmazdı. Gece ibadeti, mü’min için bir şerefti artık; gündelik meşgalelelerden sıyrılıp ruh ve kalbin kendini dinlediği bu sessiz dakikalarda kalkılarak sıcak yataklar terk edilecek, havf ve haşyet duyguları içinde hep Rabbe iltica ile eller kalkıp, içten yönelişle bir tazarru ve niyazda bulunulacaktı.[2] Çünkü rahmet-i Rahmân, gecenin kuytularında fazilet avına çıkan insanların üzerine sağanak olup yağar ve Rabb-i Rahîm de, bu dakikalarda kendisine kalkan elleri boş, geri çevirmezdi.[3]
Nihayet, aradan bir müddet daha geçecek ve Allah Resûlü’nün, Cibril-i Emîn’le buluştuğu bir gün şu mesaj gelecekti:
Sana mahsus bir namaz olmak üzere, gecenin bir kısmında kalkıp Kur’ân okuyarak teheccüd namazı kıl. Böylece Rabbinin Seni, Makam-ı Mahmûd’a eriştireceğini umabilirsin![4]
Artık teheccüd, bir kavramdı ve gece kalkılarak kılınan namazı ifade ediyordu. Ancak, önemli bir ayrıntı olarak bu namaz, sadece Allah Resûlü için farziyet ifade ediyor; ümmeti için ise, kabir ve berzah yolunu aydınlatmaya matuf, teşvik edilen bir namaz olarak kalıyordu. Çünkü teheccüd, Makam-ı Mahmûd’a ulaşmanın da en büyük vesilelerinden birisiydi.
Aynı surenin devam eden ayetlerinde, Kur’ân’ın tane tane tertil üzere okunması teşvik ediliyordu. Bunun için Efendiler Efendisi, hem namazlarında hem de namaz dışında Kur’ân okurken sesini yükseltiyor ve üzerinde dura dura, tane tane okuyordu. ‘Bismillah’ dedikten sonra duruyor, ardından ‘er-Rahmân’ diyor ve sonrasında da, ‘er-Rahîm’ diye devam ediyordu.[5] Aynı dikkat ve hassasiyeti ümmetinden de isteyen Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bunu yaparken şu kelimeleri kullanacaktı:
– Oku ve yüksel! Aynı zamanda, dünya işlerinde düzen ve tertibe hassasiyet gösterdiğin gibi, onu da tertil ile oku! Çünkü senin menzilin, okuduğun son ayet kadardır.[6]
Demek ki, Kur’ân’ın ihtiva ettiği gerçeklerin yaşanması kadar toplumdaki yansıma ve temsili de önemliydi. Ses, Allah tarafından verilmiş büyük bir nimetti ve bu nimet, Kur’ân okunurken kendini göstermeli, ortaya güzel bir ses ahenk ve armonisi çıkmalıydı.
– Kur’ân’ı seslerinizle tezyin ediniz,[7] mânâsındaki emir de zaten bunu ifade etmekteydi. Ashabı arasında, güzel sesiyle Kur’ân okuyan birisini gördüğünde başını sıvazlayacak ve:
– Davud (aleyhisselâm)’ın sesindeki ahenge benzer bir kabiliyet verilmiş,[8] diyerek takdir edecekti. Çünkü O (sallallahu aleyhi ve sellem), etrafa saçılan kum taneleri gibi Kur’ân harflerinin ağızdan ahenksiz çıkmasından hoşlanmıyor ve:
– Okurken onun, mânâ derinliklerine dalıp ilgili yerlerde durarak tefekkür edin; onunla kalplerinizi harekete geçirin ve bir an önce bitirip de elimden bırakayım gibi bir endişe içinde olmayın,[9] buyuruyordu.
İşte, başta Efendiler Efendisi olmak üzere her bir mü’min, artık geceleri kalkıyor ve Rabbi adına namaz kılarak Kur’ân okuyordu.
Gece ibadetiyle ilgili olarak inen ayetlerdeki sıralama da çok ilginçti. Önce, kalkılıp gecenin azı müstesna, geceyi kullukla geçirerek ayakta kalmanın gerekliliği anlatılmış; ardından da bu iş için, gecenin yarısını ayırmanın yeterli olduğu ifade edilmişti. Bundan dolayı, bazı insanlar, ayakta durmanın zor olduğu uzun gecelerde direkler arasına ipler geriyor ve kendilerini bu iplere bağlayarak kullukta bulunmaya çalışıyordu.[10] Daha sonraları da, teheccüdün farz olarak sadece Efendiler Efendisi’ne has bir ibadet olduğu vurgulanarak diğer insanlar için, nafile olmak kaydıyla gece, belli bir zaman diliminde ibadet etmenin yeterli olabileceği anlatılıyordu. İlk emirle, sonradan gelen hafifletme çizgisi arasında geçen zaman, yaklaşık bir seneyi bulmuştu. Bu müddet içinde sahabe, ayakları şişinceye kadar gece ibadetine yönelecek, sabahlara kadar kullukla zamanlarını taçlandırmış olacaktı.
Anlaşılan, işin başında ve en öndekiler için, gecenin karanlıklarında yapılacak böylesine bir kulluk Allah katında ayrı bir mana ifade ediyordu. Demek ki; herkesin, ölümün küçük kardeşi olarak bilinen uykuya kendini salıp da rahat döşeklerine uzandığı demlerde mü’minler, gelecek günlerde karşılaşacakları sıkıntıları göğüsleyip onlar karşısında yılmadan mesafe alabilmek için böyle bir ibadete çok ihtiyaç duyuyorlardı. Zira, uzun soluklu ve meşakkatlerle dolu olan bu kulluk yolunda, yılmadan ve hız kesmeden yürüyebilmenin zemini, Hak karşısındaki duruşla doğru orantılıydı.
Bununla birlikte, Allah (celle celâluhû), yine merhamet gösteriyor, kullarının arasındaki dayanıklılığı esas alıyor ve herkesin kendine göre bulabileceği bir zeminde kullukla dolması gerektiğini ifade ediyordu.[11]
Dipnotlar:
[1] Bazı rivayetlerde aynı hadisenin, Müddessir suresinin iniş sebebi olarak ele alındığı görülmektedir. Bkz. İbn Kesîr, Tefsîr, 4/441, 442
[2] Bkz. Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, 6/267; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 1/466
[3] Bkz. İbn Hibbân, Sahîh, 1/444 (212); İbn Mâce, Sünen, 1/435 (1366)
[4] Bkz. İsrâ, 17/79
[5] Bkz. İbn Kesîr, Tefsîr, 4/558; İbn Sa’d, Tabakât, 1/376
[6] Bkz. İbn Kesîr, Tefsîr, 4/558; İbn Hibbân, Sahîh, 3/43 (766); Tirmizî, el-Câmiu’s-Sahîh 5/177 (2914)
[7] Buhâri, Sahîh, 6/2742 (4653); Ebû Dâvûd, Sünen, 1/464 (1468)
[8] Söz konusu sahabe, Ebû Musa el-Eş’arî idi. Efendimiz’in bu iltifatına karşılık o da, “Şayet Sizin dinlediğinizi bilmiş olsaydım, biraz daha temrin yapar, daha iyi okumaya çalışırdım.” diyecekti. Bkz. Buhâri, Sahîh, 4/1925 (4761); İbn Mâce, Sünen, 1/425 (1341)
[9] Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, 7/167; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/428
[10] Bkz. İbn Hibbân, Sahîh, 6/239 (2492) ; Müslim, Sahîh, 1/541 (784)
[11] Bilindiği üzere Efendimiz (s.a.s.), dine ait meseleleri kendi adına en ağır biçimde yaşıyor, ama ümmeti adına sürekli tahfiften yana tavır sergiliyordu. Başlangıçta farz olan gece ibadeti (teheccüd) için daha sonraları, ümmetinin de kendisini beklediğini görünce, yeniden farz olacağını ve buna da insanların güç yetiremeyeceklerini düşünerek karşı çıkacak ve:
– Ey insanlar! Amellerden, gücünüzün yettiğinin peşinde olun; çünkü Allah, sizler amelden usanmadığınız sürece size sevap vermekten bıkıp usanmaz. Ve amellerin en faziletli olanı da, az dahi olsa devamlı olanıdır, diyecekti. Bkz. İbn Hibbân, Sahîh, 6/309 (2571); Beyhâkî, Sünenü’l-Kübrâ, 3/109 (5020)