Cennet Esintilerinin Serinlettiği Mekan: Hicr
Hicr kelimesi, lügatte “engellemek, yasaklamak, bir şeyden parça ayırmak” anlamına gelen (حجر) kökünden türetilmiş bir isimdir. Hicr denilince kastedilen yer ise Kâbe’nin kuzey batı duvarı tarafına bitişik olan boş alandır. Bir diğer ifadeyle Rükn-ü Irâkî ile Rükn-ü Şâmî arasında etrafı 1.5 metre yüksekliğinde “Hatîm” denilen yarım daire şeklindeki bir duvarla çevrili kısma verilen addır. Bu bölgeye, Kâbe’den alınarak yeni açık bir alan haline getirildiği için “Hicr” denilmiştir. Bu açıdan “Hicr” ismi de bu alanın bir zamanlar Kâbe’ye ait bir bölüm olduğunu gösterir.
Hz. İbrahim‘in (aleyhisselam) oğluyla birlikte inşa ettiği Kâbe’nin çevresinde Miladî 605 yılına kadar böyle bir alan yoktu. Zira burası büyük bir kısmı itibarıyla Kâbe’ye dahildi. Zaman içerisinde yağmur ve sel sularıyla yıpranan Kâbe’de bir de yangın çıkmış ve ciddi tamir ve bakım ihtiyacı doğmuştu. 605 yılında Mekkeliler bunun için bir araya gelmiş ve Kâbe’nin yeniden inşası için karara varmışlardı. Aralarında topladıkları helal yollarla elde edilmiş imkanlarla bu işi yerine getireceklerdi. Topladıkları imkanın yeniden inşaya yetmeyeceğini anlayınca ellerindeki bütçeyle bu işi tamamlayabilmek için binanın küçültülmesine karar verdiler. Kâbe’nin doğu ve batı duvarlarını kısaltarak kuzey kısmından küçülttüler. Geri kalan kısmı ise Hicr-i İsmail‘in bir bölümünü de içine alacak şekilde, insanın göğüs hizasına gelecek kadar taş duvarla ördüler. Yedi zira’lık kısmı Kâbe’ye dahil olan bu sahanın içine girilebilmesi için de Rükn-ü Irakî ve Rükn-ü Şâmî köşelerinden iki açık kapı bıraktılar.
Hicr’e ait ölçümler
Hatîm’in, Rükn-ü Irâkî’ köşesiyle arasındaki bu açıklık 2.29 metre, Rükn-ü Şâmî köşesiyle arasındaki (kuzeybatı) mesafe ise 2.23 metredir. Altınoluk’un tam altından Hatîm’e olan uzunluk ise 8 metre 46 santimdir. Ancak bu 8.46 metrelik kısmın hepsi Kâbe’nin iç kısmına dahil değildir. Kâbe’ye dahil olan bölüm 7 zira’lık bölümdür. 1 zira’ı yaklaşık 76 cm. kabul edersek bu bölümün yaklaşık 5.30 metrelik kısmı Kâbe’nin içine dahil olduğunu söyleyebiliriz. Geri kalan kısım ise asıl “Hicr-i İsmail” denilmesi gerekli yerdir.
Hicr-i İsmail
Hicr, “Hicr-i Kabe, Hicr-i İsmail ve Cedr” diye farklı isimlerle de adlandırılmıştır.1 Bizim genel olarak Hicr diye bildiğimiz bu mekanın bir kısmı aslında Hz. İsmail’în Kâbe’nin yanı başında barındığı yerdir. Bundan dolayıdır ki “Hicr-i İsmail” adı daha fazla meşhur olmuştur. Hz. İbrahim, oğlu İsmail’le beraber Kâbe’nin inşasını bitirdikten sonra kuzey duvarına bitişik bir alanın etrafını çevirmiş kenarına da misvak ağacından çardak yapmıştı. Hz. İsmail, koyunlarını burada toplar kendisi de burada dinlenirdi.2 Zamanla burası ona nispet edilerek “Hicr-i İsmail” diye anılmaya başlanmıştı.
Dolayısıyla başlangıç itibarıyla Kâbe’ye ait “Hicr” diye bir bölüm yoktu. Fakat Kâbe’nin kuzey duvarına bitişik “Hicr-i İsmail” yani Hz. İsmail’in odası, dinlendiği çardağı vardı. Hatta “Hicr-i İsmail’in Kâbe’den önce yapıldığı da ifade edilmektedir.
Yukarıda belirttiğimiz gibi Kâbe’nin tamiratında Mekkelilerin helal sermayesi yetmeyince Beytullah’ın ölçülerini değiştirip onu kısalttılar. Kâbe’ye dahil olduğu halde dışarıda bırakılan bu bölümü de Hicr-i İsmail’le birleştirerek hem Kâbe’den ayırdıkları kısmı (Hicr) hem de Hicr-i İsmail’i bir bütünmüş gibi birlikte anmaya başladılar. Zaman içinde de adeta ta’lik tarikıyla ikisi birlikte zikredilerek birbirinin yerine kullanılır oldu. Hicr veya Hicr-i İsmail denilince bu alanın hepsi kastedildi. Bugünde bu kullanım aynen devam etmektedir. Halbuki, Hicr ayrıdır, Hicr-i İsmail ayrıdır. Hicr, Kâbe’ye ait bir bölümdür, fakat Hicr-i İsmail Kâbe’ye ait değildir.
Hicr’in bir kısmı Kâbe’nin içine dahildir
Hicr’in Kâbe’ye ait bir bölüm olup-olmadığını merak edenlerden birisi de Hz. Aişe validemizdir. Bir gün zihnini meşgul eden bu meseleyi, “Ya Resûlallah! Hicr, Beyt’ten midir? diye Efendimiz’e sorar. Peygamberimiz onun bu sorusuna, “Evet. Beyt’tendir.” diyerek cevap verir. Hz Aişe (radyallahu anha) bu cevap üzerine yetinmeyerek; “O halde, niçin onu Beytullah’ın içine katmadılar?” diye ikinci bir soru yöneltir. Peygamberimiz onun bu sualine, “Senin kavminin inşaat malzemelerinin yetmediğini bilmiyor musun?” diye yeni bir soruyla cevaplar. Bunun üzerine Hz. Aişe validemiz fırsatını bulmuşken yine Kâbe’yle ilgili bir başka soru sorar: “Peki, onun kapısı niçin bu kadar yüksek tutulmuştur.” Peygamberimiz (aleyhissalatü vessselam) onun bu sorusu üzerine şöyle buyurur: “Senin kavmin, istedikleri kişiyi oraya sokmak, girmesini istemedikleri kimselerin girişini de önlemek için böyle yaptılar. Eğer kavmin cahiliye döneminden yeni çıkmış olmasalardı, kalplerinin itiraz etmeyeceğini bilseydim, Hicr’in Kâbe’ye ait olan kısmını Beytullah’a katardım. Kâbe’nin kapısını da yer seviyesine indirirdim.”3
Allah Resûlü, Hicr’in Beytullah’a dahil olduğunu belirttiği bir başka hadislerinde ise Kâbe’nin kapıları hakkında şu ilave bilgiyi de vermektedir: “Eğer kavmin şirkten yeni kurtulmuş olmasaydı, ben Kâbe’yi yıkar (yüksekçe değil de) yere bitişik yapardım. Ona biri doğuda biri batıda olmak üzere iki kapı açardım. Hicr tarafından da ona altı zira’ yer katardım. Çünkü Kureyş, Kâbe’yi bina ederken daralttılar.”4 Dolayısıyla bu rivayetlerden Hicr’in Kâbe’ye ait bir yer olduğu şüpheye mahal bırakmayacak şekilde anlaşılmaktadır.
Hicr’e giren, Kâbe’ye girmiş demektir
Hicr, Kâbe’nin içine dahil olduğu içindir ki Beytullah’ın içine girip orada namaz kılmak isteyen kimse, buraya gelip namaz kılsa, Kâbe’nin içinde namaz kılmış sayılır. Bu konuda Hz. Aişe validemizin anlattığı şu hatırası bütün müminler için büyük bir müjde ihtiva etmektedir: “Ben Kâbe’nin içine girip namaz kılmayı çok arzu ediyordum. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahu aleyhi vesellem) elimden tutup beni Hicr-i İsmail’e getirdi. Ardından da bana şöyle söyledi: Kâbe’ye girmek istediğin zaman Hicr-i İsmail’de namaz kıl. Çünkü orası Kâbe’den bir parçadır. Senin kavmin Kabe’yi yeniden inşa etmek istediklerinde onu daraltıp Hicr kısmını ondan ayırdılar.”5 Bu olaydan sonradır ki Hz. Aişe validemiz kendisine Kâbe’nin içine girme ve namaz kılma meselesi sorulduğunda adeta bir kural kor gibi kendi kanaatini net olarak şöyle ifade etmiştir: “Ha Kâbe’nin içinde namaz kılmışım ha Hicr’de, benim için hiç fark etmez.”6
Hicr-i İsmail’de namaz kılmanın fazileti
Kâbe’nin içi olmasından dolayı bu mekanın ayrı bir yeri ve fazileti vardır. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), “Bu mescidimdeki bir namaz, Mescid-i Haram hariç bütün mescidlerde kılınan bin namazdan daha hayırlıdır.” buyurmuştur.7 Bir başka rivayette ise “Mescid-i Haram’da kılınacak namazın, diğer mescitlerde kılınacak namaza göre en az 100 bin kat daha fazla faziletli olduğu”8 ifade edilmiştir. Dolayısıyla Mescid-i Haram’da kılınan namazlara yüz bin kat daha ecir terettüp ediyorsa, tabiatıyla Kâbe’nin içinde kılınan namazlar daha da faziletli olacaktır. Bu manada Hicr bölgesi, Kâbe’nin çevresindeki mekanlar arasında en hayırlı en sevaplı bir namazgâhdır. Zira burası Kâbe’nin içidir. Peygamberimiz, bazı sahabîlerle birlikte Kâbe’nin içine girmiş ve orada nafile namaz kılmıştır. O’nun sünnetini adım adım takip eden ashâbı da bu mevzuda tehalük göstermiştir. Dolayısıyla Hicr, Kâbe’nin içi olması hasebiyle bu sevap kaynağı mabedin zirve noktalarından birisidir.
Bu alanın farklılığına dikkat çekerek burada namaz kılmaya teşvik eden Abdullah İbn-i Abbas da (radıyallahu anh) bu hususta şöyle demiştir: “En hayırlıların namazgahında namaz kılınız ve en hayırlıların içeceğinden içiniz.” Kendisine en hayırlı namazgah neresidir diye sorulunca da ‘Hicr’de Altınoluk’un altı’ demiştir. En hayırlıların içeceği sorulunca da ‘zemzem’ diye cevap vermiştir.”9 Bunun için Hicr bölgesi nafile namaz kılmak ve dua etmek için faziletli mekanlardan birisidir. “Allah Resûlü (sallallahu aleyhi vesellem) geceleyin tavaf yaptığında tavaf namazını makam-ı İbrahim’de kılar, vitir namazı içinse Hicr’e girerdi. Sonra zemzemin yanına gelir, zemzem suyundan içer ve bir miktar başına da dökerdi.”10
Yine buranın değerini ve farklılığını Mübarek İbn-i Hassan el-Enmatî, bize şöyle bildirmektedir: “Ömer İbn-i Abdulaziz‘i Hicr’de iken dinledim şöyle diyordu: ‘Hz. İsmail (aleyhissselam) Mekke’nin sıcağından Rabbine şikayette bulundu. Bunun üzerine Allah (celle celaluhu) O’na, ‘Sana Hicr’de cennete bir kapı açacağım ve kıyamete kadar sana oradan rahat nefes alabileceğin, ferahlıyabileceğin bir esinti gelecek’ diye vahyetti. Daha sonra İsmail (aleyhisselam) burada vefat etti.”11
Hz. Hacer ve Hz. İsmail’in kabirleri burada mı?
Hz. Hacer validemiz ve Hz. İsmail aleyhisselam burada yaşadılar ve burada vefat ettiler. İbn-i Sa’d’ın belirttiğine göre de Hicr-i İsmail’de defnolundular.12 Her ne kadar bu bilgi tartışmalı olsa da bunun doğruluğunu tasdik edecek bir çok farklı rivayet bulunmaktadır. Bu konudaki rivayetlere bir bütün halinde baktığımızda ise kabirlerin Hicr-i İsmail’de bulunduğunu kesine yakın bir kanaatle söylemek mümkündür.
Bu konuda ilk önce üzerinde durulması gereken şu temel bilgidir. “Peygamberler nerede öldüyse oraya defolunurlar.”13 Zira peygamberler tarihindeki bu genel uygulama bize önemli ipuçları verecektir.
Peygamber Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) dar-ı bekaya irtihal eylediğinde ashab-ı kiram mübarek naşını nereye defnedeceklerini kendi aralarında istişare etti. Bu konuda bir çok farklı fikir ortaya atıldı. Şûrada mesele konuşulurken bazıları yer olarak mescidin içini ve minber-i şerifin yanını ya da kıble tarafındaki ağlayan hurma kütüğünün yerini adres göstermişlerdi. O an orada bulunan bazı kimseler ise namaz kıldırdığı yere, Baki’ kabristanlığına veya Musalla’ya” defnedebiliriz.”14 diye görüş bildirmişlerdi.
Bu arada mesele konuşulurken ashâbtan bazıları, durumu Hz. Ebu Bekr’e de (radıyallahu anh) sordular. O da kendilerine şu cevabı verdi: “Allah, her peygamberin ruhunu, onun defnedilmek istediği yerde kabzeder. Bunun için O’nu yattığı odasında defnedin.”15 Hz. Ebu Bekr’in verdiği cevabı nakleden bir başka rivayette ise şu değerlendirme de vardır: “Allah’ın, O’nun ruhunu aldığı yere defnedilir. Çünkü Allah’ın, Peygamberimiz’in ruhunu kabzettiği yer, en güzel, en isabetli mekandır.16
Bu uygulamayı destekleyen bir başka rivayette ise bu husus şöyle vurgulanmaktadır: “Allah bir Peygamberin ruhunu kendisinin gömülmesini istediği yerden başkasında almaz.”17 Dolayısıyla bu hadisler ışığında mevzuya baktığımızda Hz. İsmail aleyhisselam ve annesi Hz. Hacer validemizin kabirlerinin Hicr’de değil ama Hicr-i İsmail’de olma ihtimali çok yüksektir. Bu kanaatimizi aşağıda nakledeceğimiz şu hadise de desteklemektedir:
Abdullah İbn-i Zübeyr (radıyallahu anh), Kâbe’yi aslı üzerine yeniden inşa etmek maksadıyla yıktırmış, Rükn-ü Şâmî ve Rükn-ü Irâkî tarafından da orijinal temellere ulaşmak için hafriyat çalışmaları başlatmıştı. Bu çalışmalar esnasında Hicr-i İsmail’de, yeşil taştan yapılmış bir sanduka da bulunmuştu. Hz. Abdullah, Kureyşlilere bu sandukanın ne olduğunu sordu ancak kimseden bu konuda bir bilgi edinemedi. Bunun üzerine Abdullah İbn-i Safvan’a adam gönderdi ve ondan bilgi istedi. O, ‘Bu sanduka Hz. İsmail aleyhisselam’ın kabridir. Ona dokunma, yerinden de hareket ettirme.’ Bunun üzerine İbn-i Zübeyr sandukaya dokunmadan, olduğu yerde onu muhafaza etti.”18
El-hasıl bütün bu rivayetler gösteriyor ki Hz. Hacer ve Hz. İsmail aleyhisselamın kabirleri buradadır. Peygamber Efendimiz’in kabr-i şerifleri Mescid-i Nebevî’nin yanı başında Ravza’da olduğu gibi ceddi Hz. İsmail (aleyhisselamın) kabri de Kâbe’nin yanı başında Hicr-i İsmail’dedir.
Hadislerde gelen “Peygamberlerin kabirlerinin mescitlere dönüştürme yasağına”19 bağlı olarak bu bilgiye itiraz edenlerin görüşleri de kabul edilemez. Zira hadis-i şerifte yasaklanan, kabirlerin mescitlere dönüştürülmesidir. Tarih boyunca da hiç bir zaman onların kabirlerinin bulunduğu bu mekan mescit olarak ittihaz edilmemiştir. Dolayısıyla kabirlerin mescide dönüştürülme yasağı ile bu hususun irtibatlı ele alınarak bir hüküm verilmesi isabetli değildir. Bu itirazı yapanlar, “Kâbe mabeddir. Orası Allah’a ibadet edilen hususi bir mekan, Beytullahtır. Dolayısıyla buraya defnedilmiş olamazlar.” mantığı ile hareket ediyorlarsa bu doğrudur. Çünkü Hz. Hacer ve oğlu Hz. İsmail’in (aleyhisselam) kabirleri Kâbe’nin içine defnedilmemiştir. Kabirler mescidin dışında Hz. İsmail için yapılmış çardağın olduğu yerdedir.
Hicr’e, “Hatîm” demeyiniz!
“Hatîm” kelimesi, (حطم) fiil kökünden türetilmiş bir isimdir. Lügat manası itibarıyla kırma, ezme ve parçalama anlamlarına gelmektedir. Her ne kadar ıstılahta Hatîm denildiğinde daha çok Hicr bölgesi anlaşılsa da ‘Hatîm’ denilen yerin tam olarak neresi olduğu konusunda ihtilaf edilmiştir.
1- Hatîm, Hicr bölgesidir
Cahiliye Arapları birbirleriyle yeminleşecekleri zaman kendilerine ait bir eşyayı (kamçı, ayakkabı, elbise, yay ve değnek gibi) buraya atar ve bunu yeminlerine işaret kılarlardı. Attıkları malzeme çürüyüp yok oluncaya kadar da burada kalırdı. Bu sebeple buraya “Hatîm” adını vermişlerdi.
Bunun yanında Hicr’in Hatîm diye adlandırılmasında başka görüşler de vardır. Mesela zalimlere burada beddua edilmesi sonucunda onların helak edilmesi de buraya Hatîm denilmesinde etkili olmuştur. Bir başka görüşe göre Beytullah’tan alınması ve duvarının yarım kalması sebebiyle bu şekilde isimlendirilmiştir.
“Hatîm” denildiğinde cahiliye döneminde kastedilen alan bu mevkiidir. Peygamber Efendimizin’in (aleyhissalatü vesselam) İsra mucizesinin başlangıcını anlatırken Hicr’i kastederek, “Ben Kâbe’nin Hatîm kısmında uyku ile uyanıklık arasında idim”20 diye ifade buyurması da bunu gösterir.
Burada Allah Resûlü (sallallahu aleyhi vesellem) Hicr bölgesini kastederken her ne kadar Hatîm ismini kullanmış olsa da İbn-i Abbas’dan gelen bir rivayetten anladığımıza göre zaman içerisinde bu ismin kullanımını yasaklamıştır. Said İbn-i Mansur’un haber verdiğine göre İbn-i Abbas’a gelen birisi, “Hatîm nedir?” diye sorar. İbn-i Abbas bunun üzerine tashihte bulunarak şöyle cevap verir: “Orası Hatîm değildir. Cahiliye insanları orayı (Hicr’i) Hatîm diye adlandırıyorlardı. İçerisinde Kureyş’in putları vardı.”21
Bu konuda başka bir rivayette İbn-i Abbas insanları özellikle uyararak şöyle söylemiştir: “Ey insanlar! Sözlerimi iyi dinleyin! Sonra söyleyeceklerinizi de bana söyleyin. İbn-i Abbas şöyle dedi, böyle dedi diye bilmeden konuşmayın. Beytullah’ı kim tavaf edecekse Hicr’in gerisinden tavaf etsin. Oraya ‘Hatîm’ demeyin. Cahiliye devrinde kişi yemin eder ve kamçısını, değneğini, yayını ya da elbisesini, ayakkabısının tekini oraya atardı.”22 Bir daha da bunları almazdı.”23
Dolayısıyla Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) câhiliyeden gelen hurafelere dayalı bu tür uygulamaları reddetmiş, onları hatırlatan şahıs, yer ve mekan isimlerini de değiştirmiştir. Şeriata muhalif olmayan isim ve uygulamalara ise dokunmamış onları olduğu gibi onaylamıştır.24
2- Hatîm, Kâbe’nin ön kısmıdır
Diğer bir görüşe göre ise Hatîm, Rükn-ü Esved, Zemzem ve Makam-ı İbrahim’den Rükn-ü Şamî’ye kadar olan sahadır.25 Bu alan da Makam-ı İbrahim’i sınır kabul edersek Kâbe’nin ön kısmı demektir. Tavaf anında bu kısımda yaşanan izdihamdan dolayı insanlar birbirini ezdiği, çiğnediği için bu adın buraya verildiği belirtilmektedir.
3- Hatîm, Hicr’i çevreleyen duvardır
Daha önce de belirttiğimiz gibi Hicr’i çevreleyen yarım daire şeklindeki duvara da bu isim verilmektedir ki bizim de tercihimiz bu istikamette olmuştur.
Hicr’in, Kâbe’ye dahil edilmesi
Abdullah İbn-i Zübeyr’in (radıyallahu anh) Mekke emirliği döneminde, Yezid’in gönderdiği bir ordunun saldırısı sonucunda şehir ciddi zarar görmüştü. Bu saldırıda kullanılan mancınıklarla atılan taşlar ve yağlı fitillerle Kâbe’de de ciddi hasar oluşmuştu. Bunun üzerine Abdullah İbn-i Zübeyr, yaptığı istişârelerden sonra Kâbe’yi, Hz. İbrahim döneminde inşa edildiği plan üzerine inşa kararı aldı. Bunun için Kâbe’nin kuzey duvarı tarafında bulunan “Hicr” bölgesinin sınırındaki Hz. İbrahim’in attığı orjinal temelleri açtırdı. Bu temelleri ortaya çıkarınca inşaatı buradan başlatarak Hicr’i Kâbe’ye dahil etti.
İbn-i Zübeyr bu icraatıyla Allah Resûlü’nün yapmak istediği halde toplumun henüz hazır olmamasından dolayı vazgeçtiği arzusunu da gerçekleştirmiş oldu. Ancak bu durum uzun sürmedi. Emevî hükümdarı Abdülmelik İbn-i Mervan’ın Hicrî 73 tarihinde Haccac’ın komutasında gönderdiği bir ordu, Kâbe’yi ikinci defa tahrip etti ve İbn-i Zübeyr şehit edildi. Kâbe de yeniden Mekkelilerin inşa ettiği gibi yani Hicr kısmı dışarıda kalacak şekilde inşa edildi.26 Günümüzde de Kâbe, Abdulmelik İbn-i Mervan döneminde inşa edilen bu planıyla korunmaktadır.
Peygamberimiz de dedesiyle Hicr’de otururdu
Hicr’e ait ayrı bir hatıra da Peygamber Efendimiz’in çocukluk günlerine aittir. O, annesi Âmine vefat ettikten sonra dedesi Abdulmuttalib’in himayesine geçti. Dedesi vefat edeceği ana kadar da toplam iki yıl onunla beraber oldu. Abdulmuttalib inançlı, üstün karakterli, sözüne güvenilen, Mekke’de çevresi tarafından sevilen ve saygın bir kişiliği olan bir şahısdı. Hayatta olduğu sürece himayesine aldığı Efendimiz’e daima sevgi ve şefkatle yaklaştı. Ona babasızlığın yanında bir de annesizliğin gurbetini yaşatmamaya, hissettirmemeye çalıştı. Bunun için Abdulmuttalib, diğer torunlarının yanında Muhammed’e ayrı bir değer veriyor özel bir ihtimam gösteriyordu.
İşte Abdulmuttalib’in, torunu Muhammed’de farklı bakışının bir şahidi de Hicr’dir. Zira o Kâbe’ye geldiğinde Hicr’de dinlenir görüşmelerini orada yapardı. Onu arayan görüşmek için Hicr’in gölgeliğinde bulurdu. Zira onun oturduğu minderi/kürsüsü daima burada hazır dururdu. Kendisi burada değilse makamı korunur ve oraya kimse oturtulmazdı. Bir gün henüz sekiz yaşlarına yeni ayak basmış torunu Muhammed de buraya oturmak istemişti. Ancak görevliler kendisine hemen müdahele etmiş onu engellemişlerdi. Torununun yerine oturtulmasının engellendiğini gören Abdulmuttalib ise onlara şöyle diyerek müsaade etmelerini istedi: “Oğlumu serbest bırakın otursun. Zira O ileride hiçbir Arabın ulaşamayacağı bir şan ve şerefe ulaşacaktır.”27 Büyük bir basiret ve ferasetin göstergesi bu söz, yıllar sonra onun o an ne dediğini anlamayanlar tarafından da çok iyi anlaşılacaktı.
Yazar: Dr. Selim Koç
Sitemizin yazarlarından Selim Koç, 1987 yılında Uludağ Ünv. İlahiyat Fakültesinde lisans eğitimini tamamladı. 1992. yılında aynı fakültede hadis ilimlerinde yüksek lisansını bitiren yazarımız, 2002 yılında Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde Tefsir alanında doktorasını tamamladı. Yazar, aynı yıllarda Tefsir, hadis, fıkıh, kelam ve tasavvuf alanlarında özel dersler almaya da devam etti. Yıllardır siyer alanında da okumalar yapan ve makaleler kaleme alan yazarımız sekiz yıldır sitemizde düzenli olarak yazmaktadır. Yazarımız, 1,5 yıl kadar Mekke ve Medine’de ikamet etmiş ve Allah Resûlünün hayatıyla ilgili pek çok mekanlara gitmiş ve özel araştırma ve incelemelerde de bulunmuştur.
Dipnot:
- Bkz. İbn-i Hacer, Fethu’l-Bâri, III/439; Buharî, Hacc 42
- İbn-i Hacer, Fethu’l-Bâri, VII/201
- Buharî, Hacc 42
- Müslim, Hacc 401
- Ebu Dâvud, Hacc 93; Tirmizî, Hacc 98; Nesaî, Menasik 129
- Ezrakî, Ahbâr-u Mekke, Had. No: 362
- Buharî, Fadlu’s-Salât 1; Müslim, Hacc 505
- Bkz., İbn Mâce, Hadis no, 1406; Müsned, III/343
- Ezrakî, Ahbar-u Mekke, II/53; es-Sufûrî, Abdurrahman İbn Abdusselam, Nüzhetu’l-Mecâlis ve Muntahabu’n-Nefâis, I/242
- Fâkihî, Ahbâr-u Mekke, I/241
- Ezrakî, Ahbar-u Mekke, I/236, Had. No: 365
- İbn-i Sa’d, Tabakât, I/34
- İbn-i Sa’d, Tabakât, II/231; Beyhakî, Delailu’n-Nubüvve, VII/260
- Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. İbn Sa’d, II/230-232
- Tirmizî, Cenaiz 33
- Daha geniş bilgi için bkz. İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî, I/529; el-Aynî, Umdetu’l-Kârî, IV/187
- Daha geniş bilgi için bkz. Beyhâkî, Delailu’n-Nübüvve, VII/259-261; Suyûtî, Hasaisu’l-Kübrâ II/278
- Ahbâr-u Mekke, I/312, Hadis no: 366; Ebu’l-Ferec Abdurrrahman, İbnu’l-Cevzî, Musîru’l-Ğarâm es-Sakin ila Eşrefi’l-Mekân, s. 246
- Bkz. Buharî, Salât 54; Müslim, Mesâcid 20; Nesâî, Cenâiz 106; Muvatta, Kasru’s-Salât 85
- Buharî, Enbiya 22, 43; Menâkıbu’l-Ensar 42; Müslim, İman 264
- Daha geniş bilgi için bkz. İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, VII/195; İbrahim Canan, Kütüb-ü SitteTercüme ve Şerhi, V/497-498
- Buharî, Menâkıbu’l-Ensar 26
- Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. Aynî, Umdetu’l-Kârî Şerhu Sahihi’l-Buharî, XVI/596
- İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî, VII/195
- Bkz. Ezrakî, Ahbâr-u Mekke, II/23
- Bkz. Mesu’dî, Murûcu’z-Zeheb, III/93
- Salihî eş-Şâmî, Sübülü’l-Hida ve’r-Reşâd, II/129