Birbirini takip eden vefatlar ve yeşeren nifak
Ensâr arasından Akabe beyatlarına katılan ve Neccâroğullarının temsilcisi seçilen büyük sahabe Es’ad İbn Zürâre (Ebû Ümâme), Mescid-i Nebevi yapıldığı sıralarda hastalanmış, evinde yatıyordu. Çok geçmeden de, onun vefat haberi geldi. Hicret sonrasında yaşanan ilk hadiseydi bu. Bir anda Medine’ye, büyük bir hüzün çöküvermişti. Hüzünlenenlerin başında, elbetteki Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) vardı. Ancak bu, bir kaderdi ve elden bir şey gelemezdi.
Beri tarafta, bir açık bulup da tenkit etmek için bekleşenlere gün doğmuştu:
– Şayet Muhammed, gerçekten bir peygamber olmuş olsaydı; O’nun ashabı ölmezdi, diyorlardı. Şaşılacak bir durumdu; sanki önceki peygamberlerin ashabı, ölümsüzlük şarabı içmiş ve ebedi yaşıyordu! Aslında bunu söyleyenler, Hz. Musa ve Hz. Harun’un da ölümlü birer beşer olduklarını biliyorlar ve İsrailoğullarının da sonlu olduğunu görüp duruyorlardı. Demek ki mesele, ölümsüzlüğü talep değildi; asıl maksat, ortalığı bulandırmaktı.
Diğer taraftan ise böyle bir yaklaşım, insanların gizlemek zorunda kaldıkları gerçek niyetlerini ortaya çıkarıyor ve nifak tohumlarının ortaya çıkmasına neden oluyordu. Üzüntüsünü dile getirirken Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), şöyle buyuracaktı:
– Ebû Ümâme’nin ölümü üzerinden Arap münâfıklar ve bazı Yahudiler, ne kötü bir çıkar yarışına giriştiler! “Şayet Muhammed, gerçek Nebi ise, ashabı ölmezdi.” diyorlar. Fesübhânallah! Allah’ın iradesi yanında Ben, ne kendime ne de herhangi bir arkadaşıma mâlik olabilirim!1
Efendimiz’in cümleleri, bir sahabenin ölümünü bahane ederek kendini ele veren münâfık veya fırsat düşkünlerine sitem doluydu. Zira, ölümü veren de, hayatı alan da Allah idi ve aslında, bu yakıştırmada bulunanlar da bunu gayet iyi biliyorlardı.
Cenazeyle ilgili tekfin ü defin işleri bittikten sonra Neccaroğulları, Efendimiz’in huzuruna gelerek:
– Yâ Resûlallah! Biliyorsun ki Ebû Ümâme, bizim adımıza elçimiz idi; o öldüğüne göre Sen, aramızdan birisini onun yerine elçi tayin et!
Efendiler Efendisi, şefkât ve merhamet bakışlarıyla kucakladı onları önce. Ardından da:
– Sizler, Benim dayı çocuklarımsınız; Ben, sizden birisi sayılırım! Bundan böyle, sizin temsilciniz de Benim, buyurdu. Benî Neccâr’ın sevincine diyecek yoktu. Gerçi, aralarındaki en itibarlı elçilerini kaybetmişlerdi; ama şimdi Allah (celle celâluhû) onlara, insanlığın gelmiş geçmiş en hayırlısını nakîb olarak ihsan etmişti.2
Mezarlıktaki Muhâvere
Ashab arasından Gülsüm İbnü’l-Hedm vefat etmişti. Allah Resûlü, arkadaşlarından birisi için yapması gereken son vazife dolayısıyla Bakîu’l-Garkad denilen mezarlıkta bulunuyordu. Selmân-ı Fârisî de, O’nun yanındaydı. Belli ki, fırsat kolluyor ve sadaka yemeyip de hediye kabul ettiğini gördüğü Efendisi hakkındaki üçüncü emareyi de görüp tatmin olmak istiyordu.
İki parçadan oluşan bir libas vardı üzerinde, Allah Resûlü’nün… Birini diğerinin üzerine atmış, omzu da hafif aralanmıştı, boynu görünüyordu. Bir ümit belirmişti Selmân için… Son şeyhinin anlattığı risalet mührünü… Son emareyi de görebilmek için arkasına yaklaştı. Arkasına dolandığını görünce, hissetmişti Allah Resûlü de. Belli ki bu adam bir şeyler arıyordu… Zora koşma niyetinde değildi ve omzundaki örtüyü hafif aralayıverdi, görsün diye.
Aman Allah’ım!.. Evet, evet, mühür de tamamdı!.. Hem de Ammûriyyeli şeyhinin aynen anlattığı gibi…
Selmân için silinmişti her şey; kaybetmişti kendini. Evet, risalet mührü de vardı. Tutamadı kendini, üzerine kapandı ve öpmeye başladı. Kendini tutamıyordu. Bu arada gözyaşları da, seylâb olmuş akmaktaydı. Hıçkırıklarına hâkim olamıyordu. Yıllardır aradığı bir vuslattı bu. Kader yollarına su serpmişti adeta Selmân’ın ve ‘yürü’ demişti. O da yürümüş ve şimdi, aradığını bulmanın heyecanıyla iliklerine kadar bir haz duyuyordu.
Yanına çağırdı Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve önüne oturttu Selmân’ı önce. Başından geçenleri anlattırdı bir bir… İran’dan nasıl ayrıldığını, Şam’a gelişini, Musul’daki arayışını, Nusaybin’de kalışını ve Ammûriye’de kimlerle karşılaşıp nasıl maceralar yaşadığını anlattı sırasıyla. Sonra da, son şeyhinin söylediklerini paylaştı Allah Resûlü’yle. Çok aramıştı; ama şimdi aradığını bulmanın hazzını yaşıyordu.
Anlattıkları, Efendimiz’in de hoşuna gitmişti. Ashabına da duyurmak istiyordu ve tekrar anlatmasını isteyecekti Selmân’dan, hayat serencâmesini.3
Yazar: Dr. Reşit Haylamaz