Milletinin Helakine Değil Hidayetine Dua Eden Nebi

2

Allah Resûlü, Mekke’den Medine’ye hicret etmiş ancak kavminden kopmamıştı. Hala kendisini doğduğu ve yetiştiği ve 53 yıl yaşadığı vatanından çıkmak zorunda bırakan Kureyş toplumunu düşünüyor ve onları Hak ile buluşturma adına yollar arıyordu. Bu hususta bir taraftan fiili adımlar atarken diğer taraftan kavlî dualarını da eksik etmiyor, ashabını da özellikle bu mevzuda teşvik ediyordu. Zira kalpler Allah’ın elindeydi. Bizatihi Kur’ân ona “Şüphesiz ki Sen, sevdiğini/istediğini hidayete erdiremezsin. Fakat Allah dilediğini hidayete erdirir ve hidayete erecek olanları en iyi O bilir.”[Kasas, 28/56] buyuruyor; imanın, kulların tercihlerine göre Allah’ın kalbe yerleştireceği bir nur olduğunu özellikle belirtiyordu. Kimin ne zaman, nerede, nasıl ve hangi vesileyle imana gireceğinin bilinemeyeceğini bunu en iyi bilenin Allah olduğu kendisine talim buyuruluyordu. Allah Resûlü de bu konuda ashabını şahıslar hakkında önyargılarından arındırıyor, onları kavmine lanete değil diğer bütün peygamberlerin yaptığı gibi kavli duaya da davet ediyordu.

Hz. Bilal’e Öğretilen, Her Sabah Ezan Öncesi Edilen Dua

Allah Resûlü, Medine’ye hicretinden sonra Mescidinin/eğitim ve kültür merkezinin inşasına başlamıştı. Merkez tamamlanmış ve faaliyete geçmişti. Fakat ezanın çevreden duyulması için yüksek bir yerden okunması gerekiyordu. Mescidin etrafında en yüksek ev Nevvâr bint-i Mâlik’in (Zeyd İbn-i Sabit’in annesi) eviydi. Ezan vakti girdiğinde Hz. Bilal onun çatısına çıkar ezanı öyle okurdu. İşte Hz. Nevvar bint-i Mâlik’in ezan öncesi şahit olduğu bir uygulama bize çok önemli bir detayı verir: “Benim evim mescidin çevresindeki evlerin en yükseğiydi. Hz. Bilal, sabah namazının vakti gelmeden benim evimin çatısına çıkar ve vaktin girmesini beklerdi. Vakit girince ‘Allah’ım! Sadece Sana hamd ediyor ve sadece senden yardım diliyorum. Kureyşi hidayete erdir ve dinini yaşama ve yaşatma hususunda Resûlüne destekçi kıl.’ diye dua eder ve ardından sabah ezanını okurdu.” (Ebû Dâvud, Salât 33 (519)) Bu hatırasını nakleden Hz. Nevvâr ardından özellikle şu hususun altını da çizer: “Vallahi onun bu duayı bir gece bile terk ettiğini bilmiyorum.”

Bu hatırada açıkça görülüyor ki Allah Resûlü, duaların icabet saati olan seher vakitlerinde Hz. Bilal’e, kendilerini Allah’a en sevimli belde olan vatanları Mekke’den çıkaran ve bununla kalmayıp bütün mal varlıklarına el koyan Kureyşlilerin hidayeti için özellikle dua etmesini söylemiştir. Belki de burada belirtilen bu uygulama bütün ashaba teşmil edilmiş; teheccüd vaktinde namazın ardından Kureyşlilerin İslam’a girmesi ve davalarına destek olması için dua etmeleri kendilerine talim buyurulmuştur.

Bu uygulama açıkça gösteriyor ki Allah Resûlü hicretten sonra vatan ve milletinden kopmamış bilakis onları da İslâm ile buluşturmak için kavlî ve fiilî dualarına/gayretlerine devam etmiştir. Ashabına ve onların şahsında kıyamete kadar gelecek tüm muhacirlere de bu hususta kalıcı bir ders vermiştir. Allah Resûlü ve ashabının bu dualarının ardından yaklaşık sekiz yıl geçtikten sonra yakarışları kabul görmüş; dün azılı düşmanlık yapan Kureyşli müşriklerin hayatta kalanlarının hepsi Müslüman olmuş ve dualarda istenildiği gibi İslâm’ın yücelmesi için canla-başla Resûlüllah’a destek vermişlerdir. Bu açıdan Mekkeliler kılıçla İslâm’a kazandırılmış bir topluluk değil kavli ve fiilî dualarla/hizmetlerle Hak ve hakikatle buluşturulmuş bir toplumdur.

Uhud Savaşı Sonrası

Uhud savaşında Allah Resûlü’nün ön dişlerinden ikisi kırıldı, alt dudağı yaralandı, yüzü yarıldı ve üstü başı kan içinde kaldı. Allah Resûlü bir taraftan yüzündeki kanları temizliyor diğer taraftan şöyle söylüyordu: “Peygamberleri kendilerini Allah’a çağırırken, onun yüzünü yaralayıp kanatan bir topluluk nasıl kurtulur?” (Müslim, Cihad 37/104 (1791); Tirmizî, Tefsir 4 (3002); İbn Mâce, Fiten 23 (4027)) “Nebilerine bunu reva gören kavme Allah’ın gazabı haktır/artmıştır…” (Buhârî, Meğâzî 24 (4073); Müslim, Cihad 38 (1793)) Hatta Allah Resûlü onların bütün şehitlere de müsle yapıp; gözlerini oyduklarını, kollarını-bacaklarını, kulaklarını-burunların kestiklerini görünce o zalimlere lanet edip bedduada bulunmayı düşündü. Bunun üzerine şu ayet-i kerime nazil oldu: Ey Muhammed! Uhud savaşında seni ve ashabını kanlar içinde bırakan düşmanlarını Allah neden oracıkta helâk etmedi diye düşünüyor; onların akıbeti hakkında hüküm yürütüyorsun. Oysa senin bu konuda karar verme yetkin yoktur. Allah ister tövbe etmelerine fırsat verip onları bağışlar, isterse de zalim oldukları için onları cezalandırır. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır; dilediğini bağışlar, dilediğini cezalandırır. Unutmayın ki, Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.” (Âl-i İmrân, 3/128, 129; Bkz. Taberî, İlgili ayetin tefsirinde)

Allah Resûlü’nün “Peygamberlerinin başını yaran bir kavim nasıl kurtulur ki?” demesi, işledikleri cinayetlerden dolayı onların hidayetini uzak görmesi anlamına gelir. İnen ayet ise Allah Resûlü’nü tashih ediyor ve O’nun uzak gördüğü bu hakikatin gerçekleşebileceğini ifade buyuruyordu. Zaten Allah Resûlü bunu anlayınca “Allah’ım! Kavmimi bağışla! Çünkü onlar bilmiyorlar.” diye hem hidayetleri hem de affedilmeleri için yakarışa geçti. Kendisinden önce gelen peygamberlere yapılan eziyet ve işkencelerden bahsederek onların da aynı çizgide hareket ettiğini kendisinin de bu sünnetten ayrılmayacağını beyan buyurdu. (Bkz. Buhârî, Ehâdîsu’l-Enbiya 54 (3477); Müslim, 37/105 (1792)) Buna rağmen yaşanan olaylar/işkenceler ve müsleler, ashab-ı kiramdan bazılarına çok ağır gelince “Ey Allah’ın Resûlü! Bunlara beddua etseniz.” dedi. Bunun üzerine Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) bir kere daha düşmanları da olsa insanlığa karşı konumunu çok çarpıcı bir beyanla ifade buyurdu: “Şüphesiz ki Ben, lanetçi olarak gönderilmedim. Ben Hakka davetçi ve insanlığa rahmet olarak gönderildim. Allah’ım, kavmimi bağışla. Zira onlar henüz bilmiyorlar.”

Bu hususta Hz. Ömer’in de devreye girer ve Peygamber Efendimize şöyle der: “Ey Allah’ın Resûlü! Dişlerini kırdılar, başını yardılar, seni kan revan içinde bıraktılar. Nuh (aleyhisselam) kavminden çok çekince ‘Rabbim! Bunların soyundan yeryüzünde hiç kimseyi bırakma!’ diye yakarmıştı. Bunca sana yaşatılan sıkıntılara rağmen sen sadece hayır söylemekte kararlısın. Zaten Sen de bize öyle beddua etseydin, biz baştan sona helak edilirdik.” Onun bu sözü üzerine Rahmet Peygamberi duruşunu ve üslubunu asla değiştirmeyeceğini ve insanlık için daima hayır talep edeceğini şöyle ifade eder: “Bak! Ben de ‘Rabbim, kavmimi bağışla. Çünkü onlar henüz bilmiyorlar, diyorum.” (Kurtûbî, Tefsîru Ayâti’l-Ahkâm, İlgili ayetin tefsirinde)

Kureyşlileri Zemmeden Ebû Katâde’ye İkazı

Uhud savaşı sonrasında müşriklerin şehitlere yaptığı müsleyi/vahşiliği gören Hz. Ebû Katâde, kendini tutamaz ve Kureyşliler aleyhinde söylenmeye başlar. Onu işiten Efendimiz, kendisine Kureyşlilerin bugün yaptıklarına takılıp kalmaması gerektiği dersini verir ve “Sakin ol ey Ebû Katâde! Kureyş hakkında kötü söz söyleme! Aslında onlar emanette ehil insanlar. Gün gelecek, onlardan öyle kimseler göreceksin ki onların yaptığı ameller ve iyilikler karşısında kendi amelini, iyiliklerini küçümseyeceksin. Şayet Kureyşliler şımarmayacak olsa Allah katında onlar için hazırlanmış olanları haber verirdim.” (Taberânî, Mu’cemu’l-Kebîr 14745) buyurur.

Burada açıkça görüldüğü üzere Allah Resûlü, kendilerine büyük kötülük yapan milletini, o an yaptıkları kötülüklere bağlı değerlendirmez; onların kabiliyet ve donanımlarını ve güzel vasıflarını düşünerek ve geleceklerini nazara alarak kalplerine girmeyi hedefler. Bunun yanında onların gönülleri fethedilebilirse, şerde/düşmanlıkta bu kadar ısrarlı ve gayretli olan kimselerin hayırda da ne kadar önde olacaklarını hesaba katar ve bu hususta ashabına yeni bir perspektif kazandırır. Bunun için Hz. Ebû Katâde’ye Kureyşililerin o an yaptıkları kötülüklere göre karar verirse yanılacağını belirtir ve ashabına, her an nazarlarını geçmişe ve şu an yaşadıklarına değil geleceğe yönlendirmeye teşvik eder.

O, bu nurlu beyanıyla, ashabını yaşadıkları ağır imtihanlar karşısında duygusallığa kapılmaktan ve acele hareket edip yanlış yapmaktan korumanın yanında istikballe ilgili önemli bir müjde de verir. İnsanları iyiliğin teslim alması için onlar hakkında hayır düşünüp, güzel düşüncelerin seslendirilmesinin, önemli bir prensip olduğuna da uygulamalı olarak dikkat çeker. Nitekim sonunda Allah Resûlü’nün verdiği müjde beş yıl sonra gerçekleşir ve Mekke’nin fethiyle Kureyşli müşrikler İslam’a karşı en azılı düşman iken, artık İslâm cephesinin en büyük müdafii/kahramanları olurlar.

Milletine Şefaatçi Nebi

Müslümanlara esir düşen Hz. Sümâme, Medine’ye getirilir ve Allah Resûlü’nün huzuruna çıkarılır. Onu esir alan Müslümanlar henüz kimi yakalayıb getirdiklerinin farkında değildir. Nitekim Efendimiz onlara sorunca tanımadıklarını söylerler. Peygamber Efendimiz “Bu Yemâme’nin reisi Sümâme İbn Üsâl’dır” der. Allah Resûlü kendisine esir muamelesi yapmaz, çok güzel davranır ve kendisine İslâm’ı arz eder. Sümâme Müslüman olmaz fakat ona rağmen Allah Resûlü birkaç gün sonra kendisini karşılıksız salıverir. Peygamberimizin bu civanmertliğinden çok etkilenen Sümâme çok geçmeden Müslüman olur. Daha sonra da Efendimizden izin alarak yarım kalan umresini tamamlamak üzere Mekke’ye geçer. Harem sınırlarından girerken telbiye getirmeye başlayınca bir grup müşrik tarafından yakalanır ve sorguya çıkarılır. Kendisinin dinden çıkıp ‘sabiî’ olduğunu iddia eden Kureyşli müşriklere “Hayır! Ben en hayırlı dine; Muhammed’in getirdiği dine girdim.” diyerek, hakikati yüzlerine haykırır. Onun bu cesareti müşrikleri tahrik eder ve onu öldürmeye yeltenirler. Ancak o bu baskılar ve tehditler karşısında dimdik durur ve “Bana zarar verirseniz, bundan sonra Yemâme’den size tek bir tane buğday gelmesine izin vermem.” der.

Hz. Sümâme’nin bu çıkışı faydalı olur, böyle bir hareketin kendilerine çok pahalıya mâl olacağını düşünen Kureyşliler ona zarar vermekten vazgeçerler. Zira Yemâme, Mekke’nin adeta tahıl ambarıdır. Böyle bir cinayetin zaten kıtlıkla mücadele eden Mekkelileri çok zor durumda bırakacağını düşünen müşrikler bu düşünceden vazgeçer ve onu serbest bırakırlar. O gün Sümâme bu çıkışıyla canını kurtarır ama memleketine dönünce kendisini öldürmeye kalkışan bu insanları affetmez ve buğday sevkiyatını tamamen durdurur. Onun bu ambargosu Mekkelileri büyük bir sıkıntı içine sokar. Onun ancak Allah Resûlü’nü dinleyeceğini çok iyi bilen Kureyş eşrafı bunun üzerine Allah Resûlü’ne mektup yazar ve ambargonun kaldırılmasına tavassut etmesini isterler. Hatta mektupla hızlı netice alamayacaklarını düşünen Mekkeliler Ebû Süfyan’ı da arkasından gönderirler.

Ebû Süfyan önce yaşananları özetler daha sonra da araya girip meseleyi halletmesi için Efendiler Efendisi’nden yardım talebinde bulunur. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), onun bu ricasını kırmaz ve milletini içinde bulunduğu bu zor durumdan kurtarmak için Yemâme’nin reisi Hz. Sümâme’ye bir mektup gönderir: “Milletime karşı uyguladığın ambargoyu kaldırmanı istiyorum.” buyurur. Efendiler Efendisi’nden aldığı bu özel mektup, Sümâme’ye yaşadığı bütün olumsuzlukları unutturur ve Mekkeli Müşrikler için durdurduğu buğday sevkiyatını yeniden başlatır. Mekke halkı, Rahmet Peygamberinin aracı olmasıyla açlık ve sıkıntılı günlerin cenderesinden kurtulur. (Bkz. Nureddin el-Halebî, İnsanu’l-Uyûn fi sîreti’l-Emîn el-Memûn, 3/246)

Görüldüğü gibi Efendiler Efendisi büyük bir sıkıntıya maruz kaldıklarında kendisini memleketinden çıkaran ve her çeşit düşmanlığı reva gören Kureyşli müşriklere “milletim” diyerek karşılıksız sahip çıkar; onlar için elinden gelen iyiliği ve yardımı esirgemez. Tam zamanında yaptığı bu tür hamlelerle, milletiyle arasına giren fitne ve düşmanlıkları bertaraf eder. Sonunda gönüllere hâkim olan kin ve nefret duygularını eritip yerine sevgi ve kardeşlik duygularını yerleştirmeye muvaffak olur; milletiyle yeniden yek vücut olmayı başarır. Bu süreçte attığı adımlar ve yaptığı hamlelerle milletini düşmanlıkta başı çeken bedbaht bir durumdan İslâm’a hizmette başı çeken en hayırlı ümmet konumuna yüceltir. Şirk, küfür ve çeşit çeşit zulümlerle kabiliyet ve donanımlarını heder etmekte olan milletini bütün günahlardan arındırıp tezkiye eder ve kıyamete kadar insanlığın önüne örnek bir nesil olarak koyar.

Sonuç

Allah Resûlü ve ashabı hem Mekke’de hem de hicretten sonra çok büyük eziyet, işkence ve haksızlıklara maruz kalmıştı. Ancak kendi öz anne-baba ve kardeşlerinin en yakın akrabalarının onları milletlerinden koparma adına yaptıkları hiçbir zulüm onları sıla-i rahim bağlarını koparıp atma yanlışlığına götürememişti. Onlar tamamen bizden kopsunlar diye yaşamayı ve nefes almayı bile kendilerine çok gören zalim yakınlarına karşı düşmanlık duygularına kapılıp öç alma yoluna gitmemişlerdi. İntikam duygularının yerine, düşmanlık yapan kabilesini tevhitle buluşturma idealini yerleştirmiş, canlarını ya da mallarını değil gönüllerini alma ve imanın güzellikleriyle hayatlarını donatmaya odaklanmışlardı.

Düşmanlık yapanlara dahi -ne yaparlarsa yapsınlar- kendini koruma ve hakkını müdafaanın yanında, hidayete ermeleri adına kendilerine şefkatle yaklaşılması ve ulaşılması gereken “henüz bilmeyen insanlar” nazarıyla bakmışlardı. Bu hususta bir kişinin hidayetine vesile olmayı dünya ve ahiret hayatları adına en büyük zenginlik olarak telakki etmişlerdi. Bunun için muhaliflerinin kendilerine ne acılar yaşattığına değil, onlara tattırmaları gereken imanî hakikatleri ruhlarına bir şekilde duyurmaya konsantre olmuşlardı. Dolayısıyla dava adamı kendisine nelerin yapıldığına/yaşatıldığına takılan değil muhataplarına duyurması/tattırması gerektiği hakikatleri nasıl duyuracağına odaklanan kimsedir. Yaşadıklarından şikâyet eden değil, daha ziyade düşmanlarının hidayete gelmeyişine üzülebilen, onlara acıyan yüce ruhtur. Düşmanlarına dahi beddua yerine kavlî-fiilî dua etmeye muvaffak kılınan insan-ı kâmildir.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.