Birinci Akabe
Derken beklenen zaman geldi ve Efendimiz de, yine gelenleri karşılamak ve onlara İslâm’ı anlatmak için Mina’ya gitmişti. Adeta, karargâhını buraya kurmuş, karşılaştığı her insana bir umut deyip yaklaşıyor ve her insanı Allah’a imana davet ediyordu. Bu kalabalıkta O’nu arayanlar da vardı. Uzaktan görür görmez koşarak yanına geldiler; bunlar, geçen yıl gelip de burada Müslüman olan Medineli gençlerdi. Buluştukları yer, Mina’daki Akabe denilen mekandı. Ancak bu sefer sayıları on ikiyi bulmuştu. Önceki seneden gelemeyen sadece Câbir İbn Abdullah idi. O zaman gelenlere ilave olarak, bu yıl Muâz İbn Hâris, Zekvân İbn Abdülkays, Ubâde İbn Sâmit, Yezîd İbn Sa’lebe, Abbâs İbn Ubâde, Ebu’l-Heysem et-Teyyihânî ve Uveymir İbn Sâide Müslüman olmuş ve kalıcı bir vuslat için Mekke’ye gelmişlerdi.
Bu buluşma, İslâm adına yeni bir açılım demekti; Mekke’de daralan kıskaç, bundan böyle Medine’ye doğru kayıp genişleyecek ve belli ki Allah davası, zuhûr ettiği yerden başka bir yerde temekkün edip yerleşecekti. Kısaca takdirde olan, yürürlüğe konulmuştu ve Varaka İbn Nevfel’in dedikleri çıkıyordu!
Uzun uzadıya konuşuldu ve arkasından Efendiler Efendisi onları beyata çağırdı. Şöyle diyordu:
– Gelin ve Allah’tan başkasını O’na denk tutmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarınızı öldürmemek, el ve ayaklarınıza hakim olarak aranızda iftira tohumları ekmemek, iyi ve güzel olanda Bana itaat etmek konusunda Bana beyat edin! Bundan sonra sizlerden kim ahdine sadık kalıp da vefalı davranırsa bilsin ki onun mükâfatını bizzat Allah verir. Kim de, bundan dolayı bir sıkıntıya maruz kalır da takibe uğrarsa, bu da onun için bir kefarettir; başına geleni setredip de gizli tutanın durumunu Allah takdir edecektir. Dilerse affeder, dilerse ceza olarak karşılığını verir.
Karşılarında İnsanlığın Emini durmuş, kendilerini fazilete çağırıyordu; zaten bu güne kadar ne çekmişlerse, davet edildikleri hususları göz ardı edip görmezlikten geldikleri için çekmişlerdi. Şimdi ise, Allah Resûlü’nün fazilet davetine icabet ederek, arzu ettikleri kaliteyi yakalama fırsatı vardı önlerinde.
Her mesele konuşulmuş ve artık ayrılık vakti gelmişti; ancak, Medineli Ensâr’ı derinden düşündüren bir husus vardı. Resûlullah ile birlikte oldukları süre içinde İslâm adına bazı hükümleri öğrenmişlerdi; fakat o, sürekli yenilenen ve ihtiyaç ortaya çıktıkça her gün yeni bir mesajla gelen bir dindi. Bir de, Hazreç ve Evs olarak henüz aralarındaki vifak ve ittifak tesis edilebilmiş değildi; aralarından birisinin önce çıkıp da kendilerine imamlık yapmasını diğerleri kabullenmekte zorlanabilir ve bu konu bile kendi aralarında yeni bir problem zemini oluşturabilirdi. Zaten, Resûlullah ile birlikte oldukları sınırlı günlerde o güne kadar gelen ayetlerden de haberdar olamamışlardı; demek ki kendilerine bir mürşid gerekiyordu. Ayrılmadan önce konuyu Allah Resûlü’ne açtılar. Mübarek gözler, Ensar’la birlikte Medine’ye gidecek ve hicret öncesinde burayı, medeni bir şehir haline getirip hazırlayacak birisini aramaya başladı:
– Mus’ab, diye seslendi Resûl-ü Kibriyâ Hazretleri.
Belli ki bu mürşid, dün zengin iken, sırf Müslüman olduğu için evinden kovularak her türlü imkândan mahrum bırakılan Mus’ab İbn Umeyr olacaktı.