Zıtları bünyesinde toplayan Peygamberimiz’in şecaat ve şefkat ufkunu biraz açar mısınız?
Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) zahirde birbirine zıt gibi görünen sıfatları olduğu gibi, birbirini takviye edip destekleyen vasıfları da vardır.
Birbirine zıt gibi görünen bu sıfatları, Din-i Mübin-i İslâm’da mühim bir esas olan “sırat-ı müstakîm” yorumu çerçevesinde ele almak ve öyle değerlendirmek mümkündür. Meselâ Efendimiz, her şeyden evvel bir şecaat ve cesaret âbidesi idi. Öyle ki, muharebe meydanlarının Haydar-ı Kerrâr’ı Hz. Ali (radıyallâhu anh), O’nun bu yanını ifade ederken; “Biz, muharebelerde başımız sıkıştığı zaman Resûl-i Ekrem’e sığınırdık.”[1] der. Nitekim Huneyn’de öyle olduğu gibi Uhud’da da, bir yönüyle kırılıp dökülmüş ve âdeta felç olmuş cemaatini, düşmanın içine korku salacak şekilde yeniden harekete geçirmiş; geçirmiş ve âdeta وَتُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَتُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَيِّ “Ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarırsın.”[2] hakikatinin mazharı olarak, o sarsılmış, kırılmış ve dökülmüş cemaatten, dipdiri ve taptaze bir ordu çıkararak yeniden düşmanı yakın takibe almış ve Mekke’ye kadar kovalamıştır. İşte bu, O’nun şecaat-i kudsiyesinin ifadesidir ve sahasında nazîrsizdir.
Bir örnek olarak Efendimiz’le Gavres ismindeki bir kâfir arasında geçen hâdise, O’nun korkusuzluk, şecaat ve cesaretinin azametini resmetme bakımından yeter zannediyorum: Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir ağacın altında istirahat buyururlarken, Gavres, O’nun uykuda olmasından istifade ederek, ağaca asılı bulunan kılıcını alır ve müstehzî bir edâ ile: “Şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?” der. Onun bu sorusuna karşılık Allah Resûlü, hiçbir panik emaresi göstermeden ve kendisinden gayet emin olarak öyle bir “Allah” der ki, O’nun orada sergilediği bu teslimiyet, yakîn ve Allah’a itimat, elindeki kılıçla karşısında duran Gavres’i sarsar ve kılıç elinden yere düşer. Bu defa düşen bu kılıcı, İnsanlığın İftihar Tablosu eline alır ve sorar: “Ya şimdi seni kim kurtaracak?” Adam korkusundan sıtmalı hasta gibi titremeye başlamıştır ki, o esnada, Allah Resûlü’nün sesini duyanlar oraya koşarlar; koşar ve gördükleri manzara karşısında hayrette kalırlar. Onların Allah’a karşı iman ve itimatları bir kat daha artar; Gavres de orada görüp duyduğu şeylerle “el-Emin”e güven sözü verir ve Allah Resûlü’nün şecaat ve cesaretine hayranlık hisleri içinde oradan ayrılır.[3]
Meşhur mütefekkir Bernard Shaw, Allah Resûlü’nün Allah’a olan bu teslimiyetini ve korkusuzluğunu anlatırken hislerini şu takdirkâr ifadelerle dile getirir: “Hz. Muhammed, çeşitli yönleriyle insanın başını döndürecek üstünlükleri olan bir insandır. Bu sır insanı tam mânâsıyla anlamak mümkün değildir. Bilhassa O’nun anlaşılamayacak üstünlükte bir yanı vardır ki, o da Allah’a olan güven ve itimadıdır.”[4]
Allah Resûlü, eşsiz cesaret örneklerinden birini de, hicret-i seniyyeleri esnasında, Sevr mağarasında sergilerler. Sevr, gençlerin bile zor çıkabilecekleri zirvede bir mağaradır. Ancak O, elli üç yaşında olmasına rağmen bu zirveye tırmanıyor ve bu mağarayı kıymetler üstü bir değerle şereflendiriyordu. Mekke müşrikleri, mağaranın ağzında dolaşırken, Seyyidinâ Hz. Ebû Bekir, sırf O’nun adına duyduğu endişeden ötürü telâş içindedir.. ve ihtimal endişeden yüzü sapsarı kesilmiştir. Hâlbuki onunla aynı atmosferi paylaşan Nebiler Serveri’nin dudaklarındaki tebessümde en ufak bir değişiklik olmamıştır; olmamıştır ve endişe içindeki dostu Hz. Ebû Bekir’i (radıyallâhu anh) “Korkma! Allah bizimle beraberdir.”,[5] “O iki kişiyi ne sanıyorsun ki, onların üçüncüsü Allah’tır.”[6] sözleriyle teselli ve teskin etmiştir.
Evet buraya kadar arz ettiklerimiz birer şecaat, cesaret ve teslimiyet örneğidir; ne var ki bu Zât, aynı zamanda rahmet, şefkat ve merhametin de zirvedeki temsilcilerindendir. Öyle ki o, eğer ağlayan bir çocuk görse, oturur, onunla birlikte ağlar ve inleyen bir ananın acı ve ızdırabını tâ vicdanında duyar. İşte Hz. Ebû Hüreyre’nin rivayet ettiği bir hadis ve O’nun engin şefkati: “Ben namaza duruyor ve onu uzun kılmak istiyorum. Sonra bir çocuk ağlaması duyuyorum. Annesinin ona duyacağı heyecanı bildiğim için hemen namazı çarçabuk kılıp bitiriyorum.”[7]
Bir başka sefer, Mâriye Validemiz’den oğlu İbrahim’in ölümü karşısında, dünya kadar hâdiseyi göğüslemiş ve her şeyi aşmış bu büyük şefkat kahramanının gözleri dolu dolu olmuş, onu kucağına almış, derin bir sevgiyle bağrına basmış ve hüznünü gözyaşlarıyla süslemişti. O’nun bu durumunu istiğrap edip de hayretle bakanlara: “Gönül mahzun olur, gözler ağlar; ancak Allah’ın dediğinden, Allah’ın hoşnut olduğundan başkasını söyleyemeyiz.”[8] buyurmuştu.. evet O, insanların en merhametlisi ve en şefkatlisiydi.
Allah Resûlü’nden başkasında, böylesine birbirinden farklı sıfatların, hem bir denge ifadesi hem de kemal emaresi olarak içtimaını görmek mümkün değildir. Meselâ, sahabe-i kiramdan, Nebiler Serveri’ne amca olmakla müşerref ve Allah’ın kılıçlarından bir kılıç olan Seyyidinâ Hz. Hamza’yı düşünelim; bu yüce kâmet aslanlarla güreşir ve düşman saflarına daldığında ortalığı velveleye verir; gözü de fevkalâde pektir ama, oturup bir yerde ağladığı görülmez. Çünkü o, bir şecaat kahramanıdır ve bu vasfın eşsiz kahramanıdır.
Hz. Hamza (radıyallâhu anh) böyle olmasına rağmen o hidayet yıldızlarından Hassan b. Sabit (radıyallâhu anh), incelerden ince ve zarif bir insandır.. ve Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) nezdinde dili kılıç kadar keskin bir şairdir. Ne var ki bu büyük insan, savaş meydanlarında Hz. Hamza ve Hz. Halid’e sadece kılıç taşır. Evet o, rakîkü’l-kalb bir gönül ve his insanıdır. Zaten bu hasletinden dolayı Allah Resûlü onun için: “Allah’ım (bunu) Ruhü’l-Kudüs’le teyit eyle.”[9] buyurarak dua etmiştir. Bu zatların belli hususiyetlerde zirveleşmesine karşılık Allah Resûlü, birbirine zıt gibi görünen iyi vasıfları nefsinde toplamış farklı bir insandır; şecaat-i kudsiyesini arz ederken aslanların ödünü koparır; bir mazlum iniltisi duyduğu zaman onun ruh hâletini paylaşır, onunla oturur inler.. evet bir yönüyle kalbi, hep rikkat ve şefkate bağlı incelerden ince; diğer yönüyle de kıyametler kopsa –ihtimal– Cenâb-ı Hakk’ın engin icraatını seyrediyor gibi derin bir zevk ve engin bir hayret içinde, “Allah’ım göster bana icraatını müşâhede edeyim, müşâhede edebildiğim kadar.” diyecek derecede sağlam ve sarsılmaz bir iradeye sahip…
İnsanlığın İftihar Tablosu, misallerini zikrettiğimiz birbirinden farklı sıfatlara sahip olduğu gibi, aynı zamanda “hilm” ve “kerem”.. gibi birbirini takviye eden vasıflarında da eşsizdi. Bu vasıflar, bir yönüyle birbirinden farklı mânâları ifade etseler de, esasen iç içe bir dairenin değişik yüzlerinden ibarettirler. Hilm, malum olduğu üzere yumuşak davranma, yumuşak huylu olma, af ve müsâmahaya mütemayil bulunma, karar verirken de acele etmeme gibi mânâları ifade eder. Görüldüğü gibi bu vasıf tamamen yumuşaklığa delâlet etmektedir ki, kusurları görmeme, insanları bağışlama, diyalog adına herkese açık olma.. gibi tavırların hemen hepsi bu temel vasıftan kaynaklanır.
Kerem kelimesine gelince; o da, az farklılığı bulunmakla birlikte “ikram” kelimesi ile aynı kökten gelir ve iyilikseverlik ve ikram etme hasletinden ibarettir. Bunu, Farsça bir terkiple “civânmertlik” veya Türkçe “cömertlik” kelimesiyle de ifade edebiliriz. İnsanın ruhundaki bu civanmertlik ya da cömertlik ve iyilikseverlik hasleti, başkalarına râci bir menfaat ve ihsan şeklinde tecellî edince “ikram” halini alır. Bize Allah’ın ikramı olduğu gibi, Resûlullah’ın da ikramı vardır. Ama O’ndaki bu ikram, engin bir kaynaktan gelir. Bu kaynak da, O’nun yaratıcısı tarafından mahiyetine derc edilen “kerem” huyudur.
Buradan da açıkça görüleceği üzere “hilm” ile “kerem” arasında herhangi bir zıtlık yoktur ve Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Alvar İmamı’nın,
“ Kerem kıl, kesme sultanım keremin bînevâlerden,
Keremkâne yakışır mı kerem kesmek gedâlerden.” mısralarında ifade ettiği gibi “keremkân” bir sultandır. Bu mısralar, hem o Keremkân Sultan; hem de Zât-ı Ecell-i A’lâ hakkında kullanılabilir ve iki ihtimal de câizdir. Zira birinden dolaylı yoldan çok istifade etmiş, çok ikrama mazhar olmuşuzdur. Eğer asla göre ikinci sayılan ve o aslı da bize tanıtmada üzerimizde çok hakkı bulunan İnsanlığın İftihar Tablosu olmasaydı, bizim, ne mahiyetimizi, ne kâinatı, ne cennete giden yolu ve hatta ne de cennetin içindekileri bilmemiz mümkündü. O Muallim-i Ekmel ve Ekber’dir ki, varlığın çehresine çaldığı ışıkla kâinatı, okunan bir kitap; hayatı da, cennete doğru uzanan bir köprü haline getirdi. Böylece bizleri karanlıklar içinde ümitsiz dolaşmaktan kurtararak, Allah’a imanla itminana ulaştırmış ve rıza yoluna hidayete vesile olmuştur. Ama o, öyle büyük bir vesiledir ki, biz o vesileyi çok defa gayenin yanında zikreder ve O’nun, bizim için “gaye ölçüsünde bir vesile” olduğunu ikrarda bulunuruz.
Evet, biz şirkten uzağız; şirk de bizden uzaktır. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), bizi Allah’a ulaştırmak için sadece bir vesiledir; fakat gaye ölçüsünde bir vesile! Zaten bizzat Cenâb-ı Hak da tevhid ifadesi olan “Lâ ilâhe illâllah, Muhammedün resûlullah” ifadesinde O’nun adını kendi adıyla yan yana zikredip ve bunu imanın esası sayarak böyle demeyenin kurtulamayacağını beyan buyurmuyor mu? Evet, Sa’dî’nin de dediği gibi; “Muhammedun Resûlullah demeden râh-ı selâmet muhaldir.”[10] Yani Allah Resûlü’ne uğramayan yollar tıkanık yollardır. Bir başka yoldan giden insanın saadete ulaşması mümkün değildir.
Hilm, Allah Resûlü’ne Cenâb-ı Hak tarafından verilmiş sırlı bir anahtar durumundadır. O, bu anahtarla nice gönülleri açmış ve o sinelere taht kurmuştur. O’nu tanıyanlar başta kendi huşûnetlerini tamim ederek, herkesi öyle haşin kabul ettiler ve kendileri nasıl davranıyorlarsa O’nun da öyle davranacağını zannettiler. Vaktâ ki, Hudeybiye Musalahası’yla diyaloğa giden yollar açıldı ve Müslümanlarla kâfirler iç içe yaşama fırsatını buldu ve yine bu anlaşma ile, Kur’ân’la beslenen Müslümanın civânmertliğine, hilmine, silmine şahit oldular; oldu ve “Bize hâkim olurlarsa kellelerimizi alırlar, bizi öldürürler ve dünya saadetinden bizi mahrum ederler.” mülâhazasıyla kovdukları ve haklarında kötü vehimler besledikleri bu insanlarla teşrîk-i mesâi kurunca Müslümanların âdeta yeryüzünde gezen melekler olduğunu gördüler. Böylece hem Allah Resûlü’nü, hem de Müslümanları daha iyi tanıma imkânı buldular.
Hudeybiye, Müslümanlar için daha sonraki günler adına sürprizlere gebe bir fetihti. Mekke fethi ise, Hudeybiye fethinin sadece bir buuduydu. Zaten Sahabiye göre de إِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحًا مُبِينًا “Biz sana doğrusu apaçık bir fetih ihsan ettik..”[11] âyetindeki fetih, Hudeybiye fethidir. Bu açıdan Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), küfre, ilhada, cehalete ilk darbesini Hudeybiye ile indirmiştir denilebilir. Hudeybiye’den evvel cereyan eden Bedir, Uhud ve Hendek muharebeleri, İslâm tarihi bakımından çok önemli hâdiselerdir. Ancak Hudeybiye bunlardan farklıdır. Nitekim Allah Resûlü, Hendek’i müteakip âdeta Hudeybiye’ye giden yolu görüyor gibi konuşmuş ve “Bundan sonra onlar kaçacak biz takip edeceğiz.” demiştir.
Evet Hudeybiye ve sonrasında takip edilen hareket tarzı, önceki dönemlere nispetle tamamen farklı bir çizgi takip etmiştir. Bunu Müslümanların, kâfirleri avuçlarının içine alıp, balmumu gibi yoğurma ve onların gönüllerine kendi ruhlarının ilhamlarını boşaltması şeklinde özetleyebiliriz. Nebiler Serveri’nin bu stratejisi, kısa zamanda meyvesini vermiş ve onlardan çokları Müslümanlığı kabul etmişti. Hatta Ebû Süfyan gibi sertliğe, kötülüğe ve gurura kilitlenmiş bir insanın bile, Allah Resûlü’nün, fethin öncesi “Bugün, Ebû Süfyan’ın evine giren de emindir.”[12] demesiyle, hem Resûlullah’a hem de Müslümanlara karşı taşıdığı kötü duygular, buzun güneş karşısında eriyip gitmesi misillü eriyip gitmiş ve daha sonra da geç uyandığı İslâmî hakâik çerçevesinde çok hızlı hareket ederek geçmişi telafi etme yoluna girmişti.
Meselâ o, Hz. Ömer’in, Yermûk harbine katılanlara; at, eğer, kılıç gibi harp malzemeleri tedarik etmeleri için verdiği parayı reddetmiş, “Ey Allah’ın Peygamberi’nin halifesi! Benim geniş imkanlarım var. Ben ondan kullanırım. Allah yolunda savaşırken hazineden alacağım şeyi kullanmak istemem.” diyerek istiğna göstermiş ve hissesini beytü’l-mâle bırakmıştı. Evet, böyle davranmış ve çok hızlı, âmûdî bir şekilde, âdeta füze hızıyla hak ve hakikate ulaşma yoluna girmişti ki, temelinde de yine Allah Resûlü’nün o engin hilmi, af ve müsamahası yatmaktadır.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) hep halîmdi ama belli bir süre düşmanları O’na hilmini ifade etme fırsatını vermemişlerdi. Hasımları, onunla aralarındaki atmosferi sürekli sertleştirmiş ve O’nu hep o sert atmosferde mukabeleye zorlamışlardı; ancak hep yanılmışlardı; çünkü o, sertleşme niyetinde değildi.
Netice itibarıyla diyebiliriz ki, Hudeybiye, Allah Resûlü’nün küfre hilmiyle indirdiği büyük bir darbedir. Daha sonra da O, hep bir hilm kahramanı olarak davranmış ve istidatlı gönülleri teshir etmişti. Evet Allah Resûlü, Mekke’nin fethini müteakip şehre girerken, bir kere daha o mahviyet ve tevâzuunu sergilemiş ve bindiği merkûbun üzerindeki eğerin kaşına, mübarek alnı değecek şekilde iki büklüm bir halde bu mübarek beldeye girmişti. Bir Batılı, buradan hareketle onun hakkında şöyle der: “Hz. Muhammed, öyle bir söz bestelemiş ve seslendirmiştir ki, başladığı zaman hangi perdede başlatmışsa, bitirirken onu iki perde daha yukarıda bitirmiştir. Evet, Hz. Muhammed, bu mevzuda da beklenenin ötesinde çok önemli bir performans ortaya koyarak yine kendi rekorunu kıran bir insandır.”
Allah Resûlü, Hudeybiye’den sonra Allah tanımazlara ikinci darbeyi de Mekke fethinde vurmuştur. Bu kâfirler; “Şimdi bize ne muamele yapacaksın?” diye sorduklarında O: “Size ne yapmamı beklersiniz?” diyerek sorularına soruyla cevap vermiştir. Onlar da; Hz. Ali’den (radıyallâhu anh) öğrendikleri bir sözle onu cevaplamış ve “Sen kerim oğlu kerimsin.” demişlerdi. Bunun üzerine de o Şefkat Peygamberi “Öyleyse gidin, hür ve serbestsiniz. Size bugün kınama yoktur.”[13] buyurmuştu. Bu söz, Hz. Yusuf’un, o kadar kendisine gadreden kardeşlerine karşı asırlarca evvel söylediği ve arkadan gelenlere bıraktığı bir mirastır; Peygamber mirası.. düşünce mirası.. hikmet mirası.. hilm mirası… ve Allah Resûlü’nün hilminin bir buudu olarak onlara ikramıydı. İnat, bu civânmertliği görünce ikinci bir darbe daha yemişti. O darbe öyle müthiş bir darbeydi ki, –zannediyorum– İkrime değil de, Ebû Cehil bile hayatta olsaydı, o da oğlu gibi dize gelerek Allah Resûlü’ne teslim olacaktı.
Dipnotlar:
[1] Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/156; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 1/258.
[2] Âl-i İmrân sûresi, 3/27.
[3] Buhârî, meğâzî 31, cihâd 84; Müslim, fezâil 13.
[4] Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat s.244 (On Dokuzuncu Mektup, Zeylin Bir Parçası).
[5] Tevbe sûresi, 9/40.
[6] Buhârî, tefsîru sûre (9) 9; Müslim, fezâilü’s-sahâbe 1.
[7] Buhârî, ezân 65; Müslim, salât 189, 196.
[8] Buhârî, cenâiz 44; Müslim, fezâil 62.
[9] Buhârî, salât 68, bed’ü’l-halk 6, edeb 91; Müslim, fezâilü’s-sahabe 151-152.
[10] Bediüzzaman, Mektubat s.378 (Yirmi Altıncı Mektup, Dördüncü Mebhas, Beşinci Mesele).
[11] Fetih sûresi, 48/1.
[12] Müslim, cihâd 86; Ebû Dâvûd, harac 25.
[13] Bkz.: İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 5/74; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 9/118.