Kardeşlik Hakkı İçin! (1)

2.604

Cahiliye Arapları kabileler halinde ve bir kısmı itibarıyla da göçebe hayatı yaşıyorlardı. Akrabalık bağlarının çok güçlü olduğu bu topluluklarda kabileler arası savaşlar, iktidar ve hakimiyet kavgaları büyük kaos ve kargaşaya, kan davalarına sebebiyet veriyordu. Güçlü ve kalabalık kabileler, zayıflara saldırıyor, eli kılıç tutanlar öldürülüyor, malları yağmalanıyor, kadınları ve çocukları esir ediliyordu. Aralarında birliği, beraberliği, adaleti, güveni ve nizamı temin edecek merkezî bir idare ve hukuk sistemi de yoktu. Daima güçlü olan haklıydı. Neticede kabile olgusunun ve savaşların hâkim olduğu bir ortamda, sınıf ve statü farkına sahip bir anlayışın gelişmesi de kaçınılmazdı. Onun için Cahiliye toplumu hürler, köleler, cariyeler, azatlı köleler ve mevâlî gibi farklı sosyal katmanlara bölünmüş çok parçalı bir yapı arz ediyordu.

Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), asabiyet anlayışının ve onun beraberinde getirdiği farklı sosyal problemlerin yaşandığı böylesi bir ortamda neşet etmişti. Müslüman olmadan önce birbirine azılı düşman olan ve yüz yıldır birbirleriyle savaşan Evs ve Hazreç kabileleri, O’nun rehberliği sayesinde kardeş ve dost olmuşlardı. Medine’ye hicretten sonra Muhacir ve Ensar arasında kurulan kardeşlik akdiyle de bir arada yaşayacak farklı topluluklar kaynaştırılmış ve birbirine en yakın dostlar haline getirilmişti. Kur’ân’ın beyanıyla bu, onlara Allah’ın büyük bir ihsanıydı: “Hep birlikte Allah’ın ipine (dinine) sımsıkı sarılın! Bölünüp parçalanmayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz de Allah kalplerinizi birbirinize ısındırmış ve onun lütfu ile kardeş olmuştunuz…”1

Allah Resûlü, üst kimlik olarak, şirkin yerine imanı/tevhidi, ırkçılık, hürlük, kölelik ve menfi milliyetçilik gibi duyguların yerine de kardeşlik olgusunu koymuştu. Böylece O, farklı ırk, kabile, sosyal statü ve kültürlere mensup sahâbîleri, “iman kardeşliği” potasında eritmiş ve âdeta bir vücudun uzuvları haline getirmişti. Ardından da bu kardeşliği hem sürdürmeleri hem de gelecek nesillere taşımaları adına kardeşlik hukukunun temel prensiplerini ders vermiş ve kıyamete kadar yaşatılmasını “Ey Allah’ın kulları! Kardeş olun!”2 buyurarak ashabına ve onların şahsında ümmetine emanet etmişti. 

Allah İçin Sev ve Sevdiğini Söyle!

Allah Resûlü’nün, İslam kardeşliğinin toplumda yerleşmesi ve gelişmesi adına tavsiye ettiği önemli prensiplerden ilki, mü’minlerin birbirini Allah için sevmesi ve bunu birbirlerine ifade etmeleridir. Zira sevgi, imanın bir araya getirdiği insanları, hakiki kardeş kılacak ve kaynaştıracak en etkili iksirdir. Bir gün Efendimiz’in yanında oturan bir sahabî, mescide gelen bir şahsı göstererek ‘Ey Allah’ın Resûlü! Ben bu şahsı çok seviyorum!’ der. Allah Resûlü, ‘Peki! Bunu kendisine söyledin mi?’ buyurur. Sahabî, ‘Hayır!’ diye cevap verir. Efendimiz, ‘O zaman git ve Allah için kendisini sevdiğini söyle!’ buyurur. Bunun üzerine adamın yanına giden sahabî, ‘Seni Allah için seviyorum!’ der. Din kardeşinden bu sevgi dolu hitabı duyan sahabi de ona ‘Beni, rızası için sevdiğin Allah da seni sevsin!’3 diye duada bulunur.

Efendimiz, o sahabînin şahsında bütün müminlere “Bir kimse din kardeşini Allah için sevdiği zaman bunu ona söylesin!”4 ilkesini verir. Bu sünnet, inananların arasındaki ülfet ve muhabbeti artıracağı gibi hem imanın hem de İslam kardeşliğinin tadını tatmalarına da vesile olur.5

Allah Resûlü, kardeşlik duygularını pekiştiren/besleyen bu sevginin öneminin anlaşılması ve yaygınlaştırılması için ötelerdeki karşılığını da bildirir: “Allahu Teâla kıyamet gününde şöyle ilan buyurur: ‘Celâlim hakkı için birbirini sevenler nerede? Ben hiçbir gölgenin olmadığı bugün, onları Arş’ımın gölgesi altında gölgelendireceğim.”6 Yine Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) bu çetin günde Cenab-ı Hakk’ın yedi grup insanı, Arş’ın gölgesi altında barındıracağını müjdeler ve bunlar arasında “Allah için birbirlerini karşılıksız sevenlerin yanında “sırf O’nun rızası için bir araya gelip-dağılan kimseleri” de sayar.7 Bir diğer hadislerinde de “onların nurdan minberlerden üzerinde ağırlanacağını” ifade eder.8 

Kardeşine Vakit Ayır, Ziyaret Et ve İlgilen! 

Kardeşlerin birbirini sevmesi, sorumluluğun başlangıç noktasıdır. Asıl olan sevginin irtibata ve ilgiye dönüşmesidir. Bu sünnet, mü’minleri hem birbirine kaynaştıracak hem de toplumda yalnız kalmalarının ya da kendilerini sahipsiz ve kimsesiz hissetmelerinin önüne geçecektir. Bunun içindir ki Allah Resûlü, karşılıklı ziyaretleşmelerin, salih bir amel olduğunu ifade eder: “Allah (celle celâluhu) buyurur ki ‘Benim için birbirini seven, benim için bir araya gelip oturan, benim için birbirini ziyaret eden ve birbirine ikramda bulunanlara muhabbetim hak olmuştur.”9

Allah Resûlü, bu tür ziyaret ve ilgilenmelerin önemini geçmiş ümmetlerden bir misal verir ve şöyle anlatır: “Bir gün bir adam köyde yaşayan bir din kardeşini ziyarete karar verir ve yola çıkar. Derken yolu yarıladığında, Allah (celle celâluhu) kendisine bir melek gönderir. Melek, ona ‘Nereye gidiyorsun?’ diye sorar. Adam ‘Şu köyde bir din kardeşim var. Onu ziyarete gidiyorum.’ der. Bu sefer melek ‘Peki’! Onda bir alacağın mı var.’ diye sorar. Adam ‘Hayır! Ben onu sadece Allah için seviyorum ve ziyaret etmek istiyorum.’ der. Bu kez melek ‘Ben, sana Allah’ın gönderdiği bir meleğim. Şunu bil ki senin onu sevdiğin gibi Allah da seni seviyor.’ der.”10 

Ashâb-ı kiram bu sünneti yaşama ve yaşatma hususunda dikkatli davranır ve çevrelerini de uyarırlardı.  Abdullah İbn-i Mes’ud bir gün arkadaşlarına, “Birbirinizle buluşup dertleşiyor ve ilmî müzâkereler yapıyor musunuz?” diye sorar. Onlar da “Bunu hiç terk etmiyoruz.” diye cevap verirler. Bunun üzerine İbn-i Mes’ud “Peki! Onun haricinde birbirinizi arayıp soruyor musunuz?” diye sorar. Onlar da “Evet birbirimizi zaman zaman ziyaret de ediyoruz. Hatta bir kardeşimizi birkaç gün görmesek şehrin uzak bir yerinde de otursa onu gidip ziyaret ediyoruz.” derler. Bunun üzerine İbn-i Mes’ud, “Sizler böyle devam ettiğiniz sürece hep hayır üzere kalırsınız.”11 buyurur. 

Kendin İçin İstediğini, Kardeşin İçin de İste!

Allah Resûlü, Kur’ân’ın belirlediği “Mü’minler kardeştir!” ilkesini hayata geçirme adına meseleyi imanla da irtibatlı ele alır ve “Sizden biri, kendi şahsı için istediğini kardeşi için de istemedikçe hakkıyla iman etmiş olmaz.”12 buyurur. Kardeşliğin, imanın hayata ve ilişkilere yansımasının en önemli göstergelerinden birisi olduğuna vurgu yapar. Bir yönüyle   kardeşliğin gerçekleşebilmesini ve yaşanır hale gelmesini de bu anlayışın/ahlakın kazanılmasına bağlar. Kaldı ki kendi için istediğini başkası için de düşünüp istemeyen bencil ruhlar, kardeşliği yaşayıp yaşatamaz. Bu açıdan böyle bir anlayışın imanla ilişkilendirilmesi, meselenin iman kadar önemli olduğunu gösterdiği gibi bu ufuk yakalanmadan toplumda birlik ve beraberlik olgusunun da yerleştirilemeyeceğini ifade eder. 

Kaldı ki “emniyet ve emânet” kelimeleri ile aynı kökten gelen “iman ve mü’min” kavramları, Allah’a inanmanın yanında insanlara emniyet ve güven vermeyi de ifade eder ki hadiste üzerinde durulan çizgi yakalanmadıkça kimse birbirinden emin olamaz ve güven ortamı da oluşturulamaz. Dolayısıyla Allah Resûlü “kendini düşündüğü kadar başkalarını da düşünen” kimselerin gerçek manada imanı elde edeceğine dikkat çeker ve kardeşliğe vurgu yapar.

Kardeşinin Yardımına Koş!

Din kardeşliğinden kaynaklanan haklardan biri de ihtiyaç anında imkanlar ölçüsünde iyilikte ve takvada yardımlaşmaktır. Kur’ân,“… Siz iyilik yapmak, fenalıkta sakınmak hususunda yardımlaşın, günah işlemek ve başkasına düşmanlık hususunda ise birbirinizi desteklemeyin…”13 buyurur ve yardımlaşmanın genel sınırlarını belirler. Allah Resûlü de hem kardeşliğin bir gereği hem de içtimaî bağları güçlendirme adına yardımlaşmaya teşvik eder: “…Kim, kardeşinin ihtiyacını gidermek için yardımına koşarsa, Allah da ona ihtiyaç anında yardım eder. Kim bir Müslümanın bir sıkıntısını giderirse, Allah da kıyamet günü onun sıkıntılarından birini giderir…”14 Bunun yanında Allah Resûlü’nün verdiği bir diğer esas ve müjde de şudur: “Kul, kardeşine yardımcı olduğu sürece Allah da onun yardımcısıdır.”15

Yardımlaşma ve dayanışma sosyal hayatın bir gereğidir. Yardıma muhtaç olduğu zaman diliminde birbirlerine destek olmayan kimseler bir vahdet teşkil edip toplum olamazlar. Halbuki iman birliği, içtimaî vahdeti de gerektirir. Ancak yardımlaşma da ahlâkî ve hukukî kurallar çerçevesinde yapılmalıdır. Aksi takdirde yapılan yardımın bir değeri olmayacağı gibi, insanın omuzuna dünyevî ve uhrevî sorumluluk da yükler. Mesela Kur’ân zulmü yasakladığı gibi zalime meyledip ona yardımcı olmayı/destek olmayı da yasaklar: “Ey iman edenler! Kim olursa olsun zulüm ve haksızlık yapanlara asla güvenip bel bağlamayın; onlara, duygu ve düşünce planında dahi kesinlikle meyletmeyin; yoksa cehennem ateşi size de dokunur. Unutmayın ki sizin Allah’tan başka hiçbir dostunuz yoktur. Öyleyse kendinize başka bir dost aramayın. Aksi takdirde ilâhî inayetten mahrum kalırsınız!”16 

Kardeşinin Derdiyle Dertlen!

Allah Resûlü, kardeş ilan ettiği müminleri birbirlerinin dertleriyle de dertlenmeye teşvik eder ve şöyle buyurur: “Müslümanların işleriyle/dertleriyle dertlenmeyenler onlardan değildir.”17 O, verdiği bu ölçünün yanında herkesin anlayacağı bir misalle bu hususta kardeşliğin taşınması gerektiği noktayı da belirler: “Müminler, birbirlerini sevmekte, birbirlerine merhametli davranmada ve birbirlerini korumada, gözetmede ve kollamada bir vücudun uzuvları gibidir. Vücudun bir uzvu bir hastalığa mübtela olduğu zaman diğer uzuvlarda ona dert ortağı olur ve bu sebepten dolayı uykusuzluğa ve ateşe maruz kalırlar.”18 Dolayısıyla kardeşlikte bu hedefi yakalayan hakiki müminler, kardeşlerinin ıstırabını hisseder ve çektiklerine ortak olur; sıkıntılarına çare bulmaya çalışırlar. 

Bir sefer esnasında Allah Resûlü, sağa sola bakınan bir bedevinin genel halinden muhtaç olduğunu hisseder ve ashabına, “Kimin yanında fazla hayvanı varsa, onu hayvanı olmayana versin. Kimin de fazla azığı varsa onu azığı olmayana versin.”  buyurur. Bu hadiseyi anlatan Ebu Said el-Hudrî, “Resûlüllah, bazı mal çeşitlerini bu suretle saymaya devam etti. Öyle ki bu, bizde hiç kimsenin herhangi bir fazlalıkta hakkı olmadığı kanaatini oluşturdu.” der.19 

Maddi-manevi desteğe ihtiyaç duyduğunda onu derdiyle baş başa bırakmaz, terk etmezler.20 Zira Allah Resûlü’nün beyanıyla “Müminin, mümine karşı durumu, birbirine omuz vererek bir binayı oluşturan tuğlaların misali gibidir.” Hatta O, müminlerin bu dayanışma ve kaynaşmasını ifade ederken parmaklarını birbirine kenetler.21 

Allah Resûlü’nden bu ruh ve şuuru alan ashab-ı kiram çok kısa zamanda bu anlayışı îsâr hasleti ile daha da zirveye taşır. Îsâr, kendisi ihtiyaç içerisinde olan bir kimsenin, kardeşinin ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarından önde tutması, Allah rızasını ve mükafatını umarak onu kendi nefsine tercih etmesi demektir. Öyle ki Kur’ân onları bu kardeşlik ufku ve fedakarlıklarıyla da takdir eder: “… Hatta onlar kendileri ihtiyaç duysalar bile kardeşlerine öncelik verir, onlara verilmesini tercih ederler…”22 “Kendileri ihtiyaç duydukları halde yiyeceklerini, sırf Allah’ın rızasına ermek için fakire, yetime ve esire ikram ederler.”23 

Abdullah İbn-i Ömer, saadet asrında zirvede yaşanan îsâr ruhunu şöyle özetler: “Biz öyle zamanlar gördük ki içimizden hiç kimse kendisinin altın ve gümüşe, herhangi bir Müslüman kardeşinden daha çok hak sahibi olduğunu düşünmezdi.  Şimdi öyle bir devirdeyiz ki altın ve gümüşü, mümin kardeşimizden daha çok seviyoruz.”24 Ashab-ı kiram birbirinin manevi dertleriyle de ilgilenir; birbirlerine hayırhah olurlardı Selmân-ı Fârisî bir gün kardeşi Ebu’d-Derdâ’yı ziyaretinde kendisini tamamen ibadet u taate verdiğine ve ailesini ihmal ettiğine şahit olunca “Senin üzerinde Rabbi’nin hakkı vardır, nefsinin hakkı vardır, ailenin hakkı vardır. Böyle yapmamalı her hak sahibine hakkını vermelisin!” diyerek uyarır. Hatta, gece ibadetini daha çok yapmasına engel olduğu için Allah Resûlü’ne durumu anlatan Ebu’d-Derdâ’ya Efendimiz, “Selman doğru söylemiş!” buyurur ve onu tasdik eder.25 Hz. Selman, kardeşlik hukukuna riayet için Hz. Ebu’d-Derdâ, Şam’a  hicret ettikten sonra da Medâin’den yaya olarak yola çıkıp kendisini ziyaret edip dönmüştür.26

Yazar: Dr. Selim Koç

Dipnot:

  1. Âl-i İmrân Sûresi, 3/103
  2. Buhârî, Edeb 57; Müslim, Birr 9/28 (2563)
  3. Ebû Dâvud, Edeb 122
  4. Ebû Dâvud, Edeb 122; Tirmizî, Zühd 54
  5. Bkz. Buhârî, İman 9; İkrah 1; Edeb 42; Müslim, İman 15/67 (43)
  6. Müslim, Birr 12/37 (2566)
  7. Bkz. Buhârî, Ezan 36, Zekât 16, Rikâk 24; Müslim, Zekât 31/91 (1031)
  8. Bkz. Tirmizî, Zühd 53
  9. Mâlik, Muvatta, Kitabu’ş-Şear 5 (1731); Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned (22030)
  10. Müslim, Birr 12/38 (2567)
  11. Dârimî, Mukaddime 51
  12. Buhârî, İman 7; Müslim, İman 17/71 (45)
  13. Mâide Sûresi, 5/2
  14. Buhârî, Mezâlim 3; Müslim, Birr 15/58 (2580); Ebû Dâvud, Edeb 46
  15. Müslim, Zikr ve Dua 11/38 (2699); Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned, II/252 (7461)
  16. Hûd Sûresi, 11/113
  17. Taberânî, Mu’cemu’l-Evsat, V/270
  18. Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 17/ 66 (2586)
  19. Müslim, Lukata 5/18 (1728); Ebû Dâvud,  Zekât 33
  20. Bkz. Müslim, Birr 10/32 (2564)
  21. Buhârî, Salât 88; Müslim, Birr 17/65 (2585)
  22. Haşr Sûresi, 59/9
  23. İnsan Sûresi, 76/8
  24. Heysemî, Zevâid, X/285
  25. Bkz. Buhârî, Edeb 86
  26. Buharî, Edebu’l-Müfred, s. 127 (346)
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.