Huneyn’deki Çetin İmtihan ve Verilen İlahi Mesajlar
“Huneyn Gazvesini” nazara veren,
قَدْ نَصَرَكُمُ اللهُ فِي مَوَاطِنَ كَثِيرَةٍ وَيَوْمَ حُنَيْنٍ إِذْ أَعْجَبَتْكُمْ كَثْرَتُكُمْ فَلَمْ تُغْنِ عَنْكُمْ شَيْئًا وَضَاقَتْ عَلَيْكُمُ الْأَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ ثُمَّ وَلَّيْتُمْ مُدْبِرِينَ
“Andolsun Allah size birçok yerde ve Huneyn gününde yardım etmişti. Hani (o gün) çokluğunuz, içinizde bir beğenme hissi hâsıl etmişti; ama bu, size hiçbir yarar sağlamamıştı. Derken bütün genişliğine rağmen yeryüzü size dar gelivermişti.. nihayet geriye çekilmeye başlamıştınız.”[1] âyeti ve “Huneyn Gazvesi”nden alınması gereken mesajlar nelerdir?
Mekke’nin fethini müteakip Sakîf ve Hevâzin kabileleri, bir kısım çapulcu kabileleri de yanlarına alarak, Müslümanlara saldırmak üzere hazırlığa başlamışlardı. Mükemmel bir devlet başkanı olmanın yanında eşi menendi olmayan bir erkân-ı harp olan Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) henüz derlenip toparlanmadan onları kıskıvrak yakalayıp etkisiz hâle getirmek için hemen harekete geçmişti. Böylece hem daha az zayiatla netice elde edilmiş, hem de onların gönülleri çok fazla kırılmamış olacaktı. Nitekim daha sonra o kabilelerden pek çok insan Müslüman olmuştu. Esasında Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu uygulama ve stratejisini, Hudeybiye Antlaşması’yla başlayıp Mekke’nin fethiyle sonuçlanan süreçte de görebilirsiniz.
Düşünün ki, göklerin üstünde yüksek bir onur ve izzeti olan Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm), Hudeybiye’de izzet ve onur meselesi yapılabilecek ağır anlaşma şartları ileri sürülmüş olmasına rağmen, sulh ve sükûn ortamında o insanların gönüllerini kazanma adına teklif edilen bu anlaşma maddelerini kabul etmişti.[2] Daha sonra Mekkeliler kendi elleriyle bu antlaşmayı bozmuş, bunun üzerine İnsanlığın İftihar Tablosu da teşkil ettiği ordusuyla Mekke’nin önlerine kadar gelmişti. İşte bu esnada, eğer O isteseydi “kuvvetin hakkı budur” deyip çok rahatlıkla onların tepesine binebilirdi. Fakat Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm hiçbir zaman böyle yapmadı ve yapmayacaktı. Zira kan dökerek, insan öldürerek Mekke’ye girilseydi, bu, oradaki insanların kalblerinde bir yara olacak ve ihtimal içlerinde hep bir ukde olarak kalacaktı.
Huneyn: Çetin Bir İmtihan
Asıl konumuza dönecek olursak, Mekke’yi fetheden on bin sahabîye yeni Müslüman olan Mekkelilerden de iki bin insan eklenmiş ve 12 bin kişiyle Huneyn’e hareket edilmişti. Dolayısıyla orduyu oluşturanlar, bir tarafta Mekke’yi fethetmekle zaferyab olmuş ve çoğu da gençlerden oluşan askerlerle, henüz yeni Müslümanlığa adım atmış kimselerdi. İşte böyle bir hâlet-i ruhiye içinde, bazılarının aklına, “Bu orduyla kimse başa çıkamaz. Allah’ın izniyle Mekke’yi fethettiğimiz gibi, Sakîf ve Hevâzin’in de tepesine bineriz.” gibi bir düşünce gelmiş olabilir.
Bu noktada hemen şunu ifade edeyim ki, bende hep, sahabe-i kiramı tezkiye etme, onlara laf etmeme ve ettirmeme, onları muallâ, müberra ve müzekkâ görme gibi bir ruh hâleti vardır. Öyle ki onlar hakkında sorgulayıcı en küçük bir ifade bile kullanmamaya dikkat ederim. Fakat bu hâdisede, sahabe-i kiram efendilerimizden bazıları, kendi konum ve seviyelerine uygun, Allah’ın kendilerinden beklediği kıvamı tam olarak ortaya koyamamış olabilirler. Cenâb-ı Hak da, mukarrabînden olan bu zatları, mukarrabîn seviyesinin gerektirdiği ahkâma göre ikaz buyurmuş olabilir. Fakat bu, onlarla Cenâb-ı Hak arasındaki bir meseledir. Bizim, bu mevzuda ileri geri konuşmamız, saygısızlık ve haddi aşmışlık olur.
Şimdi bu bakış açısını ve ölçüyü göz önünde bulundurarak, sahabe efendilerimizin Huneyn’e giderken sahip oldukları ruh hâletini daha yakından anlamaya çalışalım. Evvela, onlar, Huneyn’e giderken o güne kadar sahip oldukları en büyük orduyu oluşturmuşlardı. Ayrıca, şimdiye kadar, kuvvet dengesinin olmadığı pek çok savaşta –Allah’ın izni ve inayetiyle– onlar galip gelmiş, şartlar aleyhlerinde olmasına rağmen hep zaferden zafere koşmuşlardı. Şimdi de önlerinde İnsanlığın İftihar Tablosu; atlarına, develerine binmiş, düşmanın üzerine yürüyorlardı ve giderken de çok ümitliydiler. Ruhlarımız onlara feda olsun ve Rabbim bizi de onların yolunda daim ve kaim eylesin! İşte Kur’ân-ı Kerim onların bu hâlini anlatırken öncelikle, لَقَدْ نَصَرَكُمُ اللهُ فِي مَوَاطِنَ كَثِيرَةٍ“Andolsun ki Allah birçok yerde size yardım etmişti.” buyurarak, onlara Bedir, Uhud ve Mekke’nin fethi gibi muharebelerde Allah’ın nusretine mazhar olduklarını ifade ediyor. Sonra وَيَوْمَ حُنَيْنٍ buyurarak, Huneyn gününde de Allah’ın onlara yardım ettiğini hatırlatıyor.
Burada, Cenâb-ı Hakk’ın beraat-i istihlâl nevinden öncelikle onların Huneyn Günü’nde de iltifata mazhar olduklarını ifade buyurduğunu, daha sonra mukarrabîn ufkuna göre değerlendirilmesi gereken o günkü durumlarını ifade ettiğini görüyoruz. Fakat bir kere daha hatırlatmak gerekir ki, onların bu hatalarına حَسَنَاتُ الْأَبْرَارِ سَيِّئَاتُ الْمُقَرَّبِينَ “Ebrârın öyle iyilikleri vardır ki, onlar mukarrebîn için günah sayılır.”[3] fehvasınca yaklaşmak gerekir. Mesela sizin, taakkul seviyesinde yaptığınız hatalardan dolayı tecziye görmenize mukabil, onlar hayallerine gelip çarpan şeylerden bile tecziye görebilirler.
Daha sonra Allah Teâlâ, إِذْ أَعْجَبَتْكُمْ كَثْرَتُكُمْ فَلَمْ تُغْنِ عَنْكُمْ شَيْئًا “Hani (o gün) çokluğunuz, içinizde bir beğenme hissi hâsıl etmişti; ama bu, size hiçbir yarar sağlamamıştı.” buyuruyor. Öyle ki, o gün, وَضَاقَتْ عَلَيْكُمُ الْأَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ “Bütün genişliğine rağmen yeryüzü size dar gelmişti.” Aynı ifade başka bir âyet-i kerimede Ka’b İbn Mâlik ve arkadaşları için kullanılmıştır.[4] Esasen bu bir idyumdur ve bizim edebiyatımıza da girmiştir. Mesela bir beldede duygu ve düşünceleriniz açısından görmek istediğinizi göremeyip beklediklerinizi bulamayınca, “Burası bana dar geldi.” dersiniz. İşte sahabe-i kiram efendilerimizin Huneyn’deki muvakkat bir sarsıntı anındaki hâlet-i ruhiyeleri “bütün genişliğine rağmen yeryüzünün onlara dar gelmesi” şeklinde bir ifadeyle anlatılıyor. Ayrıca ثُمَّ وَلَّيْتُمْ مُدْبِرِينَ “Sonra da arkanızı dönüp kaçmaya başlamıştınız.”buyrularak işin geldiği noktaya dikkat çekiliyor.
Fakat bütün bunlara rağmen bir sonraki âyette ifade edildiği üzere Cenâb-ı Hak, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve sahabe-i kiramın üzerine sekine indiriyor.[5] Bunun üzerine onlar, gönülden bir nedamet yaşıyor, yeniden derlenip toparlanıyor ve Allah’ın izni ve inayetiyle muzaffer oluyorlardı.
Zafer Sarhoşluğuyla Gelen Baş Dönmeleri
Soruda ifade edilen, Asr-ı Saadet’teki bu tarihî hâdiseden alınması gereken mesaja gelince: Cenâb-ı Hak, sahabe-i kiram efendilerimizi, ilâhî inayet ve riayetle teyit buyurup muzaffer kıldığı gibi, günümüz Müslümanlarını da değişik ikram ve mazhariyetlerle zaferyâb kılabilir. İşte önemli olan bu esnada kıvamı korumak ve olup biten hâdiseleri hep O’ndan bilmektir. Hatta irademize terettüp eden en büyük başarılar karşısında bile, sebepleri yırtmalı, ayaklarımızın altına almalı ve sebepler arkasındaki Müsebbibü’l-Esbab’ı görerek, “Her şey Senden” demesini bilmeliyiz. Başarı ve muvaffakiyetler, ehl-i dünya, ehl-i gaflet ve ehl-i dalâlet tarafından alkışlanacak, takdir ve tebcil edilecek güzel hâdiseler olabilir. Fakat bunlar, hiçbir zaman inanan bir insanın başını döndürmemeli, bakışını bulandırmamalı ve asla ona kulluğunu unutturmamalıdır.
Evet biz, ne tür başarılara imza atarsak atalım kendimizi hep O’nun boynu tasmalı kapı kulları görmeliyiz. Zaten kendimizi O’nun halâiki görürsek, diğer bütün kulluklardan kurtulmuş oluruz. Bu aynı zamanda, başkalarının kendilerine göre oluşturdukları kast sistemlerinde bizi halâik gibi kullanmalarından kurtulma, kula kul olma gibi bir esaretten sıyrılma demektir. Zira Allah’a kul olmayanlar, çok değişik şeylerin kulu-kölesi hâline gelirler. Bazıları şehvete, bazıları bohemliğe, bazıları menfaate, bazıları şöhrete; bazıları da güç ve kuvvete kul olur ve her şeyi kuvvetle halledeceklerini zannederek çeşit çeşit zulümlere girerler. Bu insanların hepsine siz esir gözüyle bakabilirsiniz. Hatta Allah’a kul olmayan bu kişilerin esir olduğuna dair yemin etseniz, yemininizde hânis (yalancı) olmazsınız. Çünkü bu şahıslardan kimilerinin boynunda on, kimilerinin beş, kimilerinin ise iki tane esaret zinciri vardır.
Evet gafil insanlar, meydana gelen güzelliklerin arkasında fert veya heyetleri görerek onları alkışlayıp göklere çıkarabilirler. Böyle bir alkış karşısında, kendisinde şöhret hissi ve alkışlanma arzusu bulunan zayıf karakterli insanlar da çok defa şımarıklaşıp küstahlaşabilir. Hakkı olmayan şeyleri kendi hakkıymış gibi görme derekesine sukut edebilir. İnsanın, nail olduğu mazhariyetlerin Cenâb-ı Hak’tan gelen birer lütuf olduğunu unutarak, onlara sahip çıkıp kendinden bilmesi bir düşüştür. Mesela yaptığı sohbet veya vaazla insanların coşmasını, heyecana gelip hıçkırıklara boğulmasını kendi konuşmalarına bağlayan insan, yaptığı işi kirletmiş demektir. Hâlbuki gönüller Allah’ın elindedir. İnsana söz ve beyan nimetinin verilmesi ise hem bir lütuf hem de bir imtihandır. İnsanın bunlara sahip çıkmaya kalkması, hakkı olmayan şeylere sahip çıkması demektir. Unutmayın ki, şöhret hissi öyle bir belâdır ki, ona sahip olan insan takdir edilip alkışlandıkça, Allah’a, Peygamber’e ve Kur’ân’a ait şeylere bile sahip çıkmaya kalkar. Rabbim hepimizi böyle bir belâdan muhafaza buyursun!
Hâsılı, eğer siz bir kere daha ruhunuzun âbidesini ikâme etmeyi düşünüyorsanız, bunun ne dünyevî imkânlarla ne de değişik güç ve kuvvetlerle halledilemeyeceğini bilmelisiniz. Akif’in ifadesiyle insan hep Allah’a dayanmalı, sâye sarılmalı ve hikmete ram olmalıdır. Bu anlayışla siz, Kur’ân aklîliğini esas alarak diyalektiğe girmeden hep hakkı konuşmaya, hakkı seslendirmeye çalışırsanız, Allah da size hep doğruyu gördürür, doğruyu konuşturur; neticede sizin için olmazları oldurur ve yürüdüğünüz yolda sizleri muvaffak kılar.
Dipnotlar:
[1] Tevbe sûresi, 9/25.
[2] Bkz.: Buhârî, şurût 15; Müslim, cihâd 90-92.
[3] Bkz.: Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd 4/276; İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 5/137.
[4] Bkz.: Tevbe sûresi, 9/118.
[5] Bkz.: Tevbe sûresi, 9/26.
M. Fethullah Gülen, Yenilenme Cehdi