Efendimiz’in (sas) Bir Dileği: “Bütün Olarak Ölmek”
Her ne pahasına olursa olsun Hudeybiye’de Mekkelilerle anlaşma hamlesi, kısa sürede meyvelerini verir. Anlaşmanın tesis ettiği yol emniyeti ile devlet başkanlarına davet mektupları gönderilir. Mekkelilerin desteğinden mahrum bırakılan Hayber, fethedilir ve büyük fitnelerin önüne geçilir. Kaza Umresi ile yedi yıl süren Kâbe ve Mekke hasreti, dindirilir. En önemlisi de sulh atmosferinde Mekke’nin ciğerpareleri dahil binlerce insanın gönlüne girilir.1
Gönüllerine girilen bu insanlarla Hudeybiye Anlaşması’na ihanet edip Huzaalı 23 kişiyi katleden (çoğunluğu çocuk ve kadın) müşriklerden hesap sormak için harekete geçilir ve Mekke fethedilir. Hudeybiye ile Fetih arasındaki 22 aylık barış ortamında yaşanan gelişmeler göstermiştir ki Arap kabilelerinin İslam’ı kabul etmesinin önündeki en büyük engel, Kureyşlilerin kalp ve kafalar üzerinde kurduğu baskıdır. Nitekim Hudeybiye ile geçici olarak kalkan bu baskı, Allah’ın fethi müyesser kılmasıyla tamamen ortadan kalkar ve Kur’ân’ın ifadesiyle kabileler “fevç fevç” İslam’a dahil olmaya başlar.
Medine, artık yarımadanın merkezi ve en uğrak yeridir. Kabileler, gönül rahatlığı içinde Nebevî medeniyetin merkezine heyetler gönderir. Bazıları itibarıyla kabilelerinin temsilcileri olarak gelen bu insanlar, huzur-u Nebevî’de Müslüman olur; O’nun ashabı ve elçileri olarak kendilerine takdim edilen hediyelerle beldelerine geri döner. Onların aksiyonlarıyla kabileleri, bir bir İslam’a girer. Bazıları itibarıyla da memleketlerinde Müslüman olur; Son Peygamberi görmek, dualarını almak, İslam’ı bizzat kaynağından öğrenmek ve bağlılıklarını arz etmek için Medine’ye gelirler.
Fetih sonrası (Hicrî 9) Medine’ye gelen heyetlerden birisi de Yemen asıllı Benî Tücîb kabilesinin Ebzâoğulları koludur. Fetihten sonra Müslüman olan Benî Ebzâ; mallarının zekatını toplar ve 13 kişilik bir heyeti, Medine’ye gönderir. Heyettekiler Mescid-i Nebevî’de Allah Resûlü ile buluşur ve öncelikle zekât mallarını takdim ederler. Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Onları geri götürüp kendi fakirlerinize dağıtın!” buyurur. Onlar, getirdiklerinin dağıttıklarından arta kalan kısım olduğunu haber verirler ki bu duruşları, Allah Resûlü’nü çok memnun eder.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), heyettekilerle bizzat ilgilenir, konuşur, kendilerini dinler ve sorularına yazılı cevaplar verir. Ayrılırlarken “Sizinle gelip de yanıma gelmeyen, geride kalanınız var mı?” diye sorar. “Geride, eşyalarımıza göz kulak olması için bıraktığımız bir genç var!” cevabını alır ve “Onu da bana çağırın!” buyurur.
Resûlullah’ın davetiyle huzura gelen genç, önce selam verir ardından da şunları söyler: “Ben, biraz önce sana gelen grubun fertlerinden birisiyim. Onların ihtiyaçlarını giderdiğin gibi benim ihtiyaçlarımı da giderir misin yâ Resûlallah!” Hızlı ve beklenmedik bir giriş yapan genç, hazır bulunanları şaşkınlık içerisinde bırakır ve herkes, onunla Allah Resûlü arasındaki konuşmaya odaklanır.
Resûl-ü Ekrem Efendimiz, mütebessim bir çehreyle sorar: “Peki, senin ihtiyacın ne?” Genç kendinden emindir: “Allah’ın beni bağışlamasını, rahmetiyle muamele etmesini ve bana kalp zenginliği vermesini istiyorum!” der. Gencin bu taleplerinden hoşnut olan Allah Resûlü mübarek ellerini açıp şöyle dua eder:
“Ey Allah’ım! Onu yarlığa, rahmetinle muamele et ve kalbine de zenginlik ver!”
Daha fazla kalmaları istense de şahit oldukları güzellikleri bir an önce arkada bıraktıklarıyla paylaşmak isteyen heyet, birkaç gün sonra Allah Resûlü ile vedalaşır; kendilerine takdim edilen hediyelerle birlikte Medine’den ayrılır ve memleketlerine geri dönerler. Götürdükleri getirdiklerinden kat kat fazladır…
Bir yıl sonra (Hicrî 10) Allah Resûlü, Veda Haccı’na çıkar ve bütün Müslümanları da hacca davet eder. Teşrik günlerinde Cemerât’ı taşlayan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ashâbıyla birlikte Mina’dadır. Bu sırada yanına, bir grup sahâbi gelir ve kendilerini “Biz, Ebzâoğullarıyız!” diyerek tanıtırlar. “Ebzâoğulları” ifadesini duyar duymaz Peygamber Efendimiz, sorar:
“Sizinle birlikte bana gelmiş olan bir genç vardı; şimdi o ne yapıyor?”
Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) sorusuna mukabil göz göze gelen kabile fertleri, bundan bir yıl önce Medine’ye gelen ve “sahâbi” olma bahtiyarlığına erişen, bununla da kalmayıp Rahmet Peygamberi’nin hususi duasına mazhar olan söz konusu gence gıpta ile bakarlar. Bir insanın, Allah’ın Resûlü tarafından unutulmaması ve hatırlanması ne büyük saadettir!
Resûlullah’a döner ve canıgönülden şu cevabı verirler:
“Ey Allah’ın Resûlü! Allah’ın verdiği rızka onun kadar kanaatli ve razı olanını görmemişizdir! Şayet insanlar, dünyayı aralarında bölüşecek olsalar o genç, göz ucuyla bile dönüp ona bakmaz!”
Onlardan bu ifadeleri duyan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), önce Allah’a hamd eder. Zira böyle bir duruluk ve derinlik, Allah’ın büyük bir nimetidir. Ancak hayat, inişli çıkışlıdır. Bu kıvamın son nefese kadar korunması, onun kazanılması kadar hatta daha fazla ehemmiyetlidir. Onun için Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), şöyle buyurur:
“Ben, onun bütün olarak ölmesini ümit ediyorum!”2
Bir an Allah Resûlü’nün bu sözle ne kastettiğini anlayamazlar ve aralarından biri “Ya Resûlallah! Zaten insan bir bütün olarak ölmez mi?” diye sorar. Allah Resûlü şu karşılığı verir:
“İnsanın arzu ve istekleri dünyanın vadilerine dağılır. Belki eceli de onu bu vadilerin birisinde yakalar. Bu vadilerin hangisinde öldüğünün ve ölümünün ind-i ilahide bir kıymeti olmaz.”3
İnsan için hayırlı olan, istikamet üzere yaşanmış bir ömür ve o hal üzere güzel bir ölümdür. Bunun da yolu, bir bütün olarak ve sürekli, Allah’ın rızasına kilitlenmektir. İnsan vardır -Hz. Sa’d İbn-i Muâz gibi- ölümüyle arş titrer. Zira ne kendisine ihsan edilen güzellikler ne de karşılaştığı sıkıntı ve musibetler, onu dağınıklığa düşürmemiştir. Ömrü, şükür-sabır çizgisinde rızayı ilahiyi yakalama peşinde geçmiştir.4
Öyle insanlar da vardır ki O’na giden yolda imtihanlara takılıp kalırlar da ecel, onları, Allah’ı unutmuş, dünyaya dalmış, değişik arzu ve istekleri gerçekleştirme peşinde koşarken yakalar. Yolundan çıktıkları için ölümlerinin Hak katında bir yeri ve etkisi olmaz. Bunun için insan, O’nun razı olmayacağı arzu ve isteklerin peşine takılıp dağınıklığa düşmemelidir. Hz. Abdullah İbn-i Mes’ud, şu tespiti ve aktardığı Nebevî beyan da bu hususa işaret eder: “Eğer ilim ehli, ilmi koruyup, onu layık olanlara vermiş olsalardı, ilim sayesinde devirlerinin insanlarına efendi olurlardı. Ne var ki onlar ilmi, dünyalıklarından menfaat sağlamak için ehl-i dünya için harcadılar. Dünya ehli de alimleri aşağıladı. Halbuki ben, Allah Resûlü’nün şöyle buyurduğunu işittim: “Kimin tasalarını sadece bir tasa; ahiret/Allah’ın rızası kılarsa, dünya tasalarına Allah kifayet eder. Kim de dağılır ve dünya tasalarına kendini kaptırırsa, dünyanın hangi vadisinde helak olduğuna Allah aldırmaz.”5
İnsan; ruh, akıl, kalp, vicdan, his ve nefisten müteşekkil kompleks bir varlıktır. Bunların biri Allah ve rızası derken diğeri, dünya ve içindekiler; şöhret, servet ve şehvet diyebilir. İnsanın istikamet üzere olması ve ölmesi, yakîn/ölüm gelinceye kadar bir bütün olarak ve her daim kulluk bilinci ve ihsan şuuruyla yaşamasıyla mümkündür. Zira insan, Allah Resûlü’nün ifadesiyle bir ömür boyu kendisini cennete götürecek işler yapar da bir karış kala ilahi takdirin önüne çıkarttığı bir gaileye takılır, önüne çıkan bu son engeli aşamaz ve cehenneme yuvarlanabilir.6
İnsan, İslam adına cephede ama arzu ve istekleri, cesaret, kahramanlık ve nam u nişandaysa verdiği canın Allah katında bir değeri olmaz.7 Bundan dolayı sadece kalbi değil bütün donanımı, aklı, fikri, hedef ve hayalleri, O’nun yolunda hidayete ermeli, Kur’ân ve Sünnet potasında erimeli ve imanda kemale erişmelidir. Zira insanı duygu, düşünce ve ideal olarak dağılmaktan ancak bu muhafaza eder. Böylece hem kazanılan güzellikler korunup kalıcı hale getirilmiş hem de yaşanılan hayatın hesabını vermek için ötelere, dağınık gidilmemiş olur.
Ebzâlı gence dönersek o, ömrü boyunca dünyadan müstağni, Allah’ın kendisine ihsan ettiği rızka da razı bir kul olarak yaşar. Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatından sonra Yemen’in bazı yerlerinde yaşanan irtidât hâdiseleri esnasında hak ve hakikatin tercümanı olur. Kavmi Benî Tücîb başta olmak üzere insanları, İslâm’a sadık kalmaya davet eder. Onun bu samimi ve beklentisiz gayretlerinin bir neticesi olarak kavminden hiç kimse Allah ve Resûlü’nün yolundan dönmez. “Benim ihtiyaçlarımı da giderir misin yâ Resûlallah!” dediği andan itibaren onu yakın takibe alan Hazreti Ebû Bekir (radıyallahu anh), bu faaliyetlerini duyunca Hadramevt valisi Hz. Ziyad İbn-i Lebîd’e (radıyallahu anh) mektup yazar ve onu koruyup gözetmesini ister.8
Dipnot:
- Hudeybiye’den bir yıl önce gerçekleşen Hendek’te Müslüman askerlerin sayısı 3000 iken anlaşmadan 22 ay sonra gerçekleştirilen Mekke’nin fethinde 12000’dir.
- İbn-i Sa’d, Tabakât 1/244, 245; İbn-i Seyyid, Uyûn 2/308, 309; Kastallânî, Mevâhib 1/591, 592; İbn-i Kesîr, Bidâye 5/98; Halebî, Sîre 3/322
- Salihi, Sübülü’l-Hüdâ 6/285; İbn-i Kayyım, Zâdü’l-Meâd 3/568;Halebî, Sîre 3/323
- Müslim, Zühd ve Rekâik 64; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 24/5
- İbn-i Mâce, Sünne 23
- Buhâri, Kader 1; Müslim, Kader 1
- Buharî, İlim 123; Müslim, İmâre 150
- Bkz. İbn-i Seyyid, Uyûn 2/309; Halebî, Sîre 3/323; Salihi, Sübülü’l-Hüdâ 6/285
[…] Geniş bilgi için bkz. http://peygamberyolu.com/efendimizin-sas-bir-dilegi-butun-olarak-olmek/ […]