Efendimiz’in (sas) Veladeti
Abdulmuttalib’in tevekkül ve teslimiyetiyle birlikte, Ebrehe ve ordusunun başına gelenler dilden dile dolaşır olmuştu. Zihinler bir kez daha silkelenmiş ve Hz. İbrahim’le Hz. İsmail’in dua dua yalvararak inşa ettikleri Kâbe’ye ilişilemeyeceği bir kez daha perçinlenmişti. İşte şimdi dünya, bu duaların kabul edilişini yaşamaya hazırlanıyordu.
İnsanlığın beklediği Son Kurtarıcı’ya hamile kalan Hz. Âmine, diğer anne adayları gibi sıkıntılar yaşamıyor ve tatlı bir meltem gibi kendisini kucaklayan rahmet esintileri altında bir hamilelik süreci geçiriyordu. Üstüne üstlük bir de, kulağına fısıldanan müjdeler oluyordu. Bir gün şunları duydu, Hz. Âmine:
– Şüphesiz ki Sen, ümmetin efendisine hamilesin. Onu dünyaya getirdiğin zaman; O’nu, her türlü hasetçinin şerrinden, Bir olana istiâze ediyor ve O’nun korumasına bırakıyorum, de ve ardından, adını da “Muhammed” koy.1
Âmine, şahit olduğu bu olaydan oldukça etkilenmişti. Evet, yetim bir çocuk dünyaya getirecekti. Ama bu yetimin, ümmetin efendisi olması ne demekti? Hem, Muhammed diye bir isim bilmiyordu. Zira o gün için Muhammed ismi, bilinen bir ad değildi. Bütün Hicaz’da, sadece üç kişiye verilmiş bir isimdi. Bunların üçünün babası da, kral ve meliklerle birlikte bulunmuş, ehl-i kitap insanlardı. Her biri de, hanımlarının hamile oldukları dönemde vefat etmişler ve vefat etmeden önce de, şayet doğacak çocuk erkek olursa adını Muhammed koyması konusunda eşlerine vasiyette bulunmuşlardı. Zira biliyorlardı ki, ahir zamanda gelecek Son Nebi’nin adı Muhammed olacaktı ve artık O’nun yıldızı doğmak üzereydi.2
Karnında taşıdığı emanet, onun rüyalarına konu oluyor ve böylelikle onun yükü hafifletilmiş oluyordu. Bir gün anne Âmine, rüyasında vücudundan büyük bir nurun çıktığını görecek ve bu nurla, Basra ve Şam bölgesinin saraylarının aydınlığa kavuştuğuna şahit olacaktı.3
Veladet
Fil hadisesi üzerinden yaklaşık 50 gün geçmişti. Kamerî takvim, Rabîülevvel ayının 12’sini gösteriyordu. Günlerden pazartesi idi. Tan yerinin aydınlığa durduğu bu demde, bütün karanlıkları aydınlığa kavuşturacak bir doğum yaşanıyordu. Hz. Âmine’nin yanında, Abdurrahman İbn Avf’ın annesi Şifa Hatun ile Osman İbn Ebi’l-Âs’ın annesi Fâtıma Hatun vardı. Derken, asırlardır dilden dile muştusu dolaşan Son Sultan Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem), olanca bir sühûlet içinde dünyaya teşrif ediverdi. Âmine’nin yetimi dünyaya gelmişti; ama başka çocuklara hiç benzemiyordu. Dudakları kıpırdıyor ve bir şeyler söylüyordu. Şifa Hatun biraz dikkat edince, “Allah sana merhamet etsin!” dediğini duydu. Odanın içi bir anda aydınlanıvermiş; Doğu ile Batı bu aydınlıkla nura gark olmuştu. Hatta bu nurla, Rûm diyarının sarayları görülür olmuştu.4 Fâtıma Hatunun da şehadetiyle evin her bir köşesi, adeta nur kesilmişti. Sanki gökteki yıldızlar salkım salkım uzanmış ve üzerlerine dökülecek gibi olmuştu.5
Hemen Abdulmuttalib’e haber gönderildi ve Kâbe’de ibadetle meşgul olan dede Abdulmuttalib, heyecanla eve geldi. Âlemin beklediği Nûr’u kucağına aldığında sevinçten sakalı, gözyaşlarıyla yıkanıyordu. Oğulları arasında en çok sevdiği Abdullah’ın yetimi, sağ-salim dünyaya gelmiş; mânâlı bakışlarla kendini süzüyordu. Kürek kemikleri arasında bulunan işaret, herkesin dikkatini çekmişti; zira bu, din bilginlerinin tarif ettikleri gibi gelecek Son Nebi’nin ‘risâlet mührü’ idi.
Sıra adını koymaya gelince Hz. Âmine, görüp duyduklarını anlattı Abdulmuttalib’e ve adını ‘Muhammed’ koydular. Sonra da Abdulmuttalib, şükrünü eda etmek için torununu kucağına alıp doğruca Kâbe’ye geldi. İlk defa Kâbe, ikizi ile buluşuyordu. Abdulmuttalib’e, Abdullah’ın yetimi biricik torununa niçin bu ismi verdiği sorulunca o şunları söyleyecekti:
– Rüyamda, sanki gümüşten bir silsile gördüm; ortasından bir direk çıkmış, bir tarafı semaya, diğeri yerin derinliklerine, bir diğeri doğuya diğer biri de batıya doğru yönelip yükseliyordu. Daha sonra sanki bu, bir ağaç oluverdi. Her yaprağı nur doluydu. Doğu ve batıdaki herkes, bu ağaca müteveccih olup ona tutunma yarışına girmişlerdi.6
Zira o, gördüğü bu rüyayı tabircilere sormuş ve onlar da, neslinden dünyaya teşrif edecek birisinin, doğu ve batılılar tarafından umde kabul edilerek arkasından gidileceğini, sema ve arz ehlinin de, O’nu takdis ederek başlarına taç yapacaklarını anlatmışlardı. Abdulmuttalib, bunları Hz. Âmine’nin anlattıklarıyla birleştirince, tereddüdü kalmamış ve artık, torununa Muhammed diye seslenir olmuştu.
Aradan yedi gün geçmişti; Arapların genel âdeti olduğu şekilde Abdulmuttalib de, Abdullah’ın yetimini aldı ve O’nu sünnet ettirdi.7
Yazar: Reşit Haylamaz/EFENDİMİZ kitabından alınmıştır.
Dipnot:
- İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 2/263
- İbn Seyyidinnâs, Uyûnu’l-Eser, 1/88
- Bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/127; 5/262; İbn Hişâm, Sîre, 1/293
- Kastallânî, Mevâhib, 1/122
- Kâdı İyâz, Şifâ, 1/267
- Ebû Zehra, Hâtemü’n-Nebiyyîn, 1/140
- Mübârekfûrî, er-Rahîku’l-Mahtûm, s. 61. Efendiler Efendisi’nin sünnetli olarak dünyaya geldiğine, yahut O’nu, süt annesinin yanındayken şakk-ı sadr hadisesinde Cibril’in sünnet ettiğine dair de bazı rivayetler vardır. Ancak, her yönüyle kemali temsil eden ve her haliyle ümmetine örnek olacak olan bir Zât için sünnet gibi bir meselede böylesine harikulade bir hadise arayışına girmek pek uygun düşmemektedir. Aynı zamanda bu rivayetler, erbabınca tetkik edilmiş ve mevsûkiyeti konusunda şüphelerin olduğu tespiti yapılmıştır. (Bkz. İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 2/265; Suyûtî, Hasâisu’l-Kübrâ, 1/91; Halebî, Sîre, 1/87, 88). Onun için biz, doğumunun yedinci gününde sünnet olduğunu ifade eden rivayeti esas aldık. Nitekim Efendimiz (s.a.s.), torunu Hz. Hasan’ı da yedi günlük iken sünnet ettirmiştir.