Hudeybiye, en büyük fetihtir!

316

Büyük bir kazanımla geriye dönüyorlardı; ancak Resûl-ü Ekrem Hazretlerinin kulağına bir kısım konuşmalar gelmişti. Bazıları, Hudeybiye’nin bir fetih olmadığını söylüyordu. Kurbanlarını kesemeden ve Beytullah’ı da tavaf edemeden geri dönüyor olmalarının da bunun bir göstergesi olduğunu düşünüyorlardı. Onlara göre, mü’min olduğu hâlde kendilerine sığınan insanların müşriklere iade edilmesi de bu düşüncelerini doğruluyordu.

Her söylenti, din adına yeni bilgilerin ortaya çıkmasını netice veriyordu ve bunları duyan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), yeniden ashâbına dönecek ve şunları söyleyecekti:

– Bunlar ne kötü sözler! Bilâkis bu, fetihlerin en büyüğüdür; zira müşrikler, kılıçlarını kınlarına koymuş ve beldelerinden sizi, ancak ellerinin ayasıyla uzaklaştırmaya razı olmuşlardır! Sizinle oturup anlaşma yapmayı istiyorlar ve güvenlikleri için de artık size müracaat etme lüzumu hissediyorlar! Çünkü onlar, sizleri temaşa edip süzünce hoşlarına gitmeyecek manzaralarla karşılaştılar ve Allah (celle celâluhû) sizi, onlara karşı muzaffer kıldı. Şimdi sizler, emniyet ve güven içinde ve sevap kazanmış olarak yurdunuza dönüyorsunuz ki bu, fetihlerin en büyüğüdür!

Uhud’u ne çabuk unuttunuz! Hani o gün sizler, Ben arkanızdan size seslendiğim hâlde arkanıza bile bakmadan yukarılara tırmanıyordunuz!

Hepsinin birden üzerinize yüklendiği Ahzâb gününü bir hatırlayın; hani onlar, alt ve üst taraflardan üzerinize hücûm edince gözler yuvasından çıkacak gibi olmuş ve canlar da gırtlaklara gelmişti; o zaman sizler, Allah (celle celâluhû) hakkında bile birtakım zanlara kapılmıştınız!

Resûl-ü Kibriyâ’nın minnet dolu bu sözleri ashâb-ı kirâma çok ağır gelmiş ve hep bir ağızdan:

– Allah ve Resûlü doğruyu söylüyor; gerçekten de bu, fetihlerin en büyüğüdür, diyorlardı. Meseleye daha geniş perspektiften bakmak gerekiyordu; bu durumda daha geniş düşünüp yarın elde edileceklerin hesabını yapmak en sağlıklı olanıydı. Aynı zamanda Hudeybiye, Efendiler Efendisi’nin de ifade ettiği gibi, daha düne kadar kendilerini insan yerine bile koymak istemeyen ve kılıçtan başka bir çözüm görmeyen müşriklerle aynı masaya oturup uluslararası arenada Müslüman varlığını resmen kabullendiklerinin tescili anlamına geliyordu. Biraz im’ân-ı nazar edip derin düşününce mesele bütün aydınlığıyla ortaya çıkıyordu; onun için ashâb, boyunlarını bükmüş ve Resûlullah’a şunları da söyleme lüzumu hissetmişti:

– Vallahi yâ Resûlallah! Bizler, Senin düşündüklerini düşünememiştik; gerçekten de Sen, Allah’ı ve bize ait işleri en iyi bilenimizsin!

Kürâü’l-Gamîm’e gelindiğinde Allah Resûlü’nün devesinin yürüyüşü değişmiş ve sanki deve, yükü olabildiğince ağırlaşmışçasına zorlanmaya başlamıştı. Ferasetle uzaktan Kasvâ’yı süzenler, Resûlullah’a yeni bir vahyin geldiğini çoktan anlamıştı. Israrla Resûlul­lah’a soru sorduğu hâlde bir türlü cevap alamayan Hz. Ömer, durumun farkına varınca kendi hakkında bir âyetin inmesinden endişelenmiş ve devesini mahmuzladığı gibi en öne gelerek yürümeye başlamıştı. Çok geçmeden Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), vahyin devam ettiği sırada sorusunu cevaplayamadığı Hz. Ömer’e seslendi. Nebevî sadayı duyan Hz. Ömer’de renk kalmamıştı; gelen âyetlerin kendisiyle ilgili olmasından endişe ediyordu. Belli ki gelen âyetlerin muhtevasındaki sürûr yüzüne aksetmiş, öyle konuşuyordu. Önce:

– Bu gece Bana öyle bir sûre indirildi ki, dünya ve içindekilerden Bana daha sevimlidir, buyurdu. Herkes gelen âyetleri merak ediyordu ve Allah Resûlü’nün etrafında halkalanıp gelen sûrenin ne olduğunu öğrenmek için sabırsızlıkla bekleşiyorlardı. Resûlullah onlara Fetih sûresini okumaya başladı:

– Doğrusu Biz Sana, aşikâr bir fetih ve zafer ihsan ettik, diye başlıyordu sûre. Şüphesiz ki bu, daha birkaç saat öncesinde Allah Resûlü’nün söylediklerinin bir tasdiki demekti. Aralarından birisi, bütün bunların bir kez daha Allah Resûlü tarafından perçinlenmesini istercesine:

– Bu bir fetih midir, diye tekrar soracak ve bunun üzerine O da:

– Nefsim yed-i kudretinde olana yemin olsun ki mutlaka bu bir fetihtir, buyuracaktı. Böylelikle mesele bir kez daha perçinlenmiş oluyordu; artık Hudeybiye’nin bir fetih olduğunda hiç kimsenin tereddüdü kalmamıştı.

Zaten sûreyi indiren Cibril-i Emîn de, böyle bir fethe imza attığı için Allah Resûlü’nü kutlamış ve O da, Hz. Cibril’in kutlamasına mukabelede bulunmuştu. Bunu gören ashâb-ı kirâm da Efendiler Efendisi’ne geliyor ve Allah’ın ihsan ettiği böylesine önemli bir fethin sevincini hep birlikte paylaşıyorlardı.1

Şimdi ashâb da rahat bir nefes almıştı. Zaman zaman seslerini yükselterek yaptıkları itirazların affedildiğini öğrenmiş ve bir nebze de olsa rahatlamışlardı. Bundan sonrası için çok iyi anlamışlardı ki, Resûlullah’ın bir noktadaki tercihi Allah (celle celâluhû)’ın iradesinin dışında bir tercih değildi ve bu tercih karşısında alternatif arayışları içine girmek de bir mü’mine yakışmayan davranışlardı.

Artık Efendimiz, ashâbıyla birlikte gece gündüz demeden yürüyor ve bir an önce Medine’ye ulaşmak istiyordu. Allah Resû­lü’yle ashâbın Medine’den umre maksadıyla çıktıkları günden bu yana geçen zaman tam bir buçuk aydı; bu sürenin yaklaşık yarısı Hudeybiye’de, geri kalan kısmı ise gidiş dönüş yolunda geçmişti.


Yazar: Dr. Reşit Haylamaz/EFENDİMİZ isimli kitabından alınmıştır.

Dipnot:

  1. Devam eden âyette Allah (celle celâluhû), Resûlü’ne bahşedeceği maddi-manevi nimetleri sıralayıp da bunları:

    – Bu da Allah’ın, Senin geçmişte ve gelecekte kusurlarını bağışlaması, Sana yaptığı ihsan ve in’amı tamamlaması, Seni dosdoğru yola hidâyet etmesi ve Sana şanlı ve şerefli bir zafer vermesi içindir, şeklinde okunan âyetler olarak ümmetine bildirince ashâb-ı kirâm, Resûl-ü Kibriyâ’ya dönmüş ve:

    – Sana mübarek ve kutlu olsun yâ Resûlallah, demişler ve ardından da, “Allah (celle celâluhû), Sana nasıl bir lütufta bulunacağını olanca açıklığıyla beyan buyurdu; ancak yarın bizim başımıza nelerin geleceğini bilmiyoruz!” diyerek endişelerini dile getirmişlerdi. Bunun üzerine Resûl-ü Kibriyâ Hazretleri onlara, arkadan gelen şu âyetleri okumaya başladı:

    – İmandaki yakînlerini iyice artırsınlar diye müminlerin kalplerine sekîne indiren O’dur. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah her şeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir. Bu da, Allah’ın mü’min erkekleri ve mü’min kadınları içinde ebedî kalacakları, içinden ırmaklar akan Cennetlere yerleştirmesi, onların günahlarını bağışlaması içindir. Bu, Allah katında büyük bir nâiliyettir, büyük bir başarıdır. Fetih, 48/1-6

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.