Muhasebe ve Muhasebe Kahramanları

893

Kelime itibarıyla hesap görme, hesaplaşma, kendi kendini sorgulama mânâlarına gelen muhasebe; mü’minin, her lahza iyi-kötü, doğru-yanlış, sevap-günah nevinden yaptığı bütün amellerini gözden geçirip, hayır ve güzellikleri şükürle karşılaması; inhiraf ve günahları istiğfarla gidermeye çalışması; yanlışlık ve kötülükleri de tevbe ve nedametle düzeltmeye gayret göstermesi adına çok önemli bir cehd ve insanın iradesinin hakkını vermesi adına da ciddî bir teşebbüstür.

Her şeyden önce şu hususu ifade etmek gerekir ki, insanlık hakikî muhasebe duygu ve düşüncesini İslâm’la tanımıştır. İslâm’ın diriltici ikliminden istifade edememiş fertlerin, muhasebe ve kendi kendilerini kontrol adına yaptıkları şey, basit bir nefis sorgulaması denemesinden başka bir şey değildir.

İslâm’dır ki, “Ne sizin kuruntularınız ne de Ehl-i Kitab’ın kuruntuları bir (gerçektir); kim bir kötülük yaparsa, (mutlaka) onun cezasını görür ve kendisi için Allah’tan başka bir dost ve yardımcı da bulamaz.”[1]diyerek her şeyi yerli yerine oturtur.

Muhasebe Sultanlarından Altın Tablolar

a- İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem)

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) derin bir muhasebe insanıdır. Ümmeti için en güzel örnek olan Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Bildiğimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız.” yani “Yataklara girip yatamaz, ağzınıza koyduğunuz lokmayı yutamaz ve bir yudum su içemezdiniz.” buyurmuş ve bir sahabinin yorumu çerçevesinde, “Keşke kesilip biçilen bir ağaç olsaydım.” gibi mülâhazalarla sorumluluğun ağırlığını çevrelerine duyurmaya çalışmışlardır.

İki Cihan Güneşi (sallallâhu aleyhi ve sellem), şahsî hayatının her ânını, muhasebe duygu ve düşüncesine bağlı yaşadığı gibi bu çizgide, yer yer insanlığa yapacağı ihtarlarını da ilk defa kendisine en yakın olanlarda ortaya koymuş ve başkalarına diyeceğini onları muhatap alarak seslendirmiştir. Nitekim bir gün O (sallallâhu aleyhi ve sellem), en uzak daireden başlayıp, en yakın daireye kadar, bütün yakınlarını çağırdıktan sonra, “Ey Kâ’b b. Mürreoğulları, Ey Abdimenafoğulları, Ey Abdülmuttalipoğulları!” diyerek onlara ayrı ayrı seslenmiş ve “Nefsinizi Allah’tan satın almaya bakın; zira ben, ahirette sizin adınıza bir şey yapamam!” buyurarak herkesin kendinden sorumlu tutulacağını hatırlatmıştır.

Evet, “Her nefis, kazandığına karşılık bir rehindir.”[2] fehvâsınca, her insanın nefsi tıpkı rehin emtia gibi ipotek altındadır. Kişi, çalışıp kazanacak, kazandığı şeyleri Allah yolunda sarf edecek ve nefsini ipotek olmaktan kurtaracaktır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) işte bu noktadan hareketle, kendisine en uzak kabile ve oymaktan başlayıp, tedelli yoluyla sözü en yakınlarına doğru çekerek şöyle buyurmuştur:

“Ey Allah Resûlü’nün halası Safiyye! (Sen de nefsini Allah’tan satın almaya bak; zira) ahirette senin adına da bir şey yapamam!”

Safiyye (radıyallâhu anhâ) ki, Hz. Hamza’nın (radıyallâhu anh) kız kardeşi, Allah Resûlü’nün “Havarim” buyurduğu Hz. Zübeyr’in (radıyallâhu anh) anası, Zalim Haccac’a karşı Kâbe’yi müdafaa ederken asılmak suretiyle şehit edilen Abdullah b. Zübeyr’in babaannesi ve bütün bunlardan öte o, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) öz halasıdır. Bunlara rağmen, İki Cihan Serveri, ona da nefsini Allah’tan satın almasını söylüyor ve Allah katında onun adına da bir şey yapamayacağını bildiriyor. Dahası O (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendi kızı, ciğerpâresi ve peygamberlik günlerinin gönül meyvelerinden Hz. Fatıma’ya (radıyallâhu anhâ) bile “Ey Muhammed’in kızı Fatıma! (Sen de nefsini Allah’tan satın al; zira) ahirette senin adına da bir şey yapamam.” buyurarak sorumluluğun şahsîliğine dikkat çekiyor ve herkesi dikkatli yaşamaya çağırıyor.

Fatıma (radıyallâhu anhâ) ki, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından “Fatıma benden bir parçadır.” buyrulan; Cennet kadınlarının efendisi olduğu bildirilen; kendisinden sonra gelecek olan ekser evliyâ ve asfiyânın onun nurlu neslinin semeresi olan müstesna ve yüce bir kadındır.

Evet, işte İslâm, böylesine büyük bir mesuliyet ve vazife şuuruyla gelmiş, herkesin yapması gereken vecibeleri hatırlatmış ve Ehl-i Kitab’ın kuruntularına kapılmamayı emretmiştir. Evet, her fert, sa’y u gayret meydanı olan bu dünyada ne yapmışsa Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna onunla çıkacak, durumu mizanda o amellerle değerlendirmeye tâbi tutulacak ve neticede ya Cennet’e yürüyecek ya da esfel-i sâfilîne sukut edecektir.

Kitap ve Sünnet gibi kaynaklarıyla İslâm, herkese belli sorumluluklar yükler. Toplumun hemen her ferdine, bulunduğu yer itibarıyla yapması gereken bir kısım mükellefiyet ve vazifeler yüklenmiştir. “Her birerleriniz râî (çoban) ve hepiniz elinizin altındakilerden sorumlusunuz: Devlet reisi bir râî elinin altındakilerden sorumludur. Her fert, ehl ü ıyâlinin râîsidir ve raiyyetinden mesuldür. Kadın, beyinin hanesinin râîsi ve gözetiminde olan şeylerden sorumludur. Hizmetçi efendisinin malının râîsi ve elinin altındakilerden mesuldür. Her birerleriniz râî ve her birerleriniz raiyyetinden sorumludur.” hadisinde ifade edildiği gibi, herkes bir mânâda çoban ve herkes güttüğünden sorumludur.

Dolayısıyla herhangi bir noktada, başkalarından önce Hakk’a, hakikate uyanmış, imanla tanışmış bir talebe, öğretmen ya da esnafın çevresindeki arkadaşlarına karşı bir kısım sorumlulukları vardır. Böyle biri sahip olduğu bütün imkânları kullanarak henüz imana tam uyanmamış arkadaşlarına hak ve hakikatleri anlatmalı, onların ellerinden tutarak kendisinin teneffüs ettiği o temizlerden temiz iman atmosferi içine çekmeli; Cenâb-ı Hak ve Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) onların ruhlarına duyurmaya çalışmalıdır. Yine herhangi bir müessesede çalışan bir kimse, çalıştığı iş yerindeki arkadaşlarına aynı hakikatleri anlatmalı ve ölüm soluklayan ruhlara yeniden dirilişin yollarını göstermelidir. Aslında böyle bir çalışma, aynı şekilde toplumun her kesiminde artan bir ivmeyle sürdürülmeli ve herkes nerede bulunursa bulunsun, kendisine kucak açacak muhabbet dolu bir sine bekleyen kitleleri sevgi ve hoşgörüyle bağrına basmalıdır.

Allah (celle celâluhu), bir zamanlar peygamberlere, sonra sahabe-i kirama; Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Alilere gördürdüğü bu hizmeti ve onlara yüklediği bu mükellefiyeti, şimdilerde bir ihsan-ı ilâhî olarak bugünün Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Alilerine gördürmektedir. Asr-ı Saadet’in o devâsâ kametlerine karşılık, ikinci dirilişin temsilcileri olmaya azmetmiş; a’zamî takva, a’zamî vilâyet, a’zamî ihlâs, a’zamî sabır kahramanı ve her şeye katlanmaya karar vermiş bu devrin mübarek ve mübeccel nesli, sahabenin bıraktığı yerden başlayarak her yere şefkat ve merhametle yürüyecektir.

b- Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh)

Nebiler Serveri’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem), “İnsanlardan dost tutmuş olsaydım, muhakkak ki, Ebû Bekir’i dost tutardım. Sizin kardeşiniz Allah’ın dostudur.” ve “Sen benim Kevser havuzu ve mağara arkadaşımsın.” vb. gibi hadislerle tebcil buyurduğu, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) yâr-ı vefâdârı, peygamberlerden sonra insanların en faziletlisi, daha dünyada iken Cennet’le müjdelenenlerin ilki, Cenâb-ı Hakk’ın “Ben ondan razıyım, acaba o da Benden razı mı?” hitabının mazharı ve “Sıddîk” unvanının sahibi, ilk halife Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) de muhasebe kahramanlarının en önde gelenlerindendir. O kadar ki, insan olma mesuliyetini müdrik bu büyük muhasebe insanı, bir gün ağaç üzerinde bir kuş görmüş, ona şöyle seslenmiştir: “Ne mutlu sana ey kuş! Doğrusu senin yerinde olmayı çok isterdim. Ağaca konar, meyvesinden yer, sonra uçarsın; ne hesaba çekilmen söz konusu, ne de cezaya çarptırılman..!”

Yine O büyük muhasebe insanı, insan olarak yaratılmaya şükran hisleriyle dopdolu ama sorumluluk duygusuyla da iki büklüm olduğu özel bir durumda şunları söyler: “Vallahi bu ölçüde sorumlu bir insan değil de yol kenarında develerin gelip kemirdiği, kemirip sindirdiği ağaç yaprakları olmayı.. ya da sahibi tarafından beslenip semirtilen, semizlendiğinde de kesilip eti kızartılan ya da kurutulan, sonra da yenip sindirilen ve ıtrah edilen bir koç olarak yaratılmayı arzu ederdim.” der.

Evet, Hz. Ebû Bekir’e (radıyallâhu anh) izafe edilen bu sözler, belli bir ruh hâline bağlı sözlerdir; zira Allah (celle celâluhu), yeminli ifadesiyle “Gerçekten Biz insanı en güzel biçimde yarattık.”[3] buyurarak insanın, ağaçtan, ağaçtaki meyveden, hayvanattan ve hatta meleklerden bile mükerrem bir varlık olduğunu bildirmektedir. Evet, avâlim onda pinhân (gizli), cihanlar onda matvî (dürülmüş)dir. Fakat muhasebe duygusunun şiddetli ağırlığı, hakikî bir mü’min olan Hz. Ebû Bekir’e (radıyallâhu anh) bile bu sözleri söyletebiliyordu.

c- Hz. Ömer (radıyallâhu anh)

Muhasebede zirve kametlerden birisi de, hiç şüphesiz bütün hayatını engin bir muhasebe içinde geçiren, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkında tebcil sadedinde “Eğer benden sonra peygamber gelecek olsaydı, bu Ömer olurdu.”, “Allah, hakkı Ömer’in diline ve kalbine koydu.”, “Güneş, Ömer’den daha hayırlı bir kimse üzerine doğup batmadı.” buyurduğu, ikinci halife ve dünyada iken Cennet’le müjdelenenlerden bir diğeri olan Hz. Ömer’dir (radıyallâhu anh). Yeryüzünde bir adalet timsali olan bu başyüce insan da hep mesuliyet ve muhasebe duygusunun ağırlığıyla inlemiş durmuştur. Onun şu sözleri bu konuda örnek teşkil edecek sözlerdendir.

“Hesaba çekilmeden önce nefsinizi hesaba çekin. Tartılmadan önce nefsinizi tartın.”

“Allah’a yemin olsun ki, yeryüzü dolusu altınım olsaydı, O’nun azabı gelmezden önce hepsini verip kendimi o azaptan kurtarmaya çalışırdım.”

“İnsanların en iyisi bana ayıplarımı gösterendir.”

“Eğer Fırat kıyısında bir deve kaybolarak ölüp gitse veya bir koyun suya düşüp boğulsa Allah’ın onu bana soracağından korkarım.”

“Eğer Rabb’im merhamet etmeyecek olursa, vay benim hâlime, vay anamın hâline!..”

“Keşke bir başak olsaydım. Keşke yaratılmasaydım. Keşke hiçbir şey olmasaydım. Keşke annem beni doğurmasaydı. Keşke unutulup gitseydim!..”

“Eğer gökten birisi seslenerek, “Ey insanlar! Hepiniz Cehennem’e, sadece biriniz Cennet’e gireceksiniz deseydi, o kişi, ben olabilirim ümidiyle coşar” ve “Ey insanlar! Hepiniz Cennet’e, sadece biriniz Cehennem’e gireceksiniz.” deseydi, o kişi, ben olabilirim korkusuyla ürperirdim.”

Hayatının son günlerinde o (radıyallâhu anh), bir yerde çakıl taşlarını yığmış, sonra da o taşların üzerine elbisesinin bir tarafını sererek onlara yaslanmış ve şöyle dua ediyordu “Allah’ım! Yaşlandım, kuvvetim azaldı, ülkem genişledi. Emirlerinden herhangi birini zayi etmeden ve emirlerinde bir kusur işlemeden ruhumu kabzet!”

Bu dua, elleri kuruyası Ebû Lü’lü’ün hançerini adalet âbidesi Hz. Ömer’in (radıyallâhu anh) mübarek vücuduna saplayacağı günden bir-iki gün önce yapılmış ve kabul olmuş gibidir. Hz. Ömer (radıyallâhu anh), bu duasında Allah’tan emanetini almasını ve kendisini mesuliyetten kurtarmasını istemiştir. Fahr-i Kâinat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Sizden hiç kimse, maruz kaldığı bir zarar sebebiyle ölümü temenni etmesin. Mutlaka bunu yapma mecburiyetini hissederse, bari şöyle desin: “Rabbim, hakkımda hayat hayırlı ise yaşat, ölüm hayırlı ise canımı al!” buyurarak, Allah’tan mutlak mânâda ölümün istenmemesi gerektiğini bildirmiştir. Ne var ki, Hz. Ömer (radıyallâhu anh), mesuliyet ve mükellefiyetini idrakinin ifadesi olarak Cenâb-ı Hak’tan ölümü istemiştir. Onun yaptığı bu dua, Rabb’i tarafından hüsnü kabul görmüş ve bu namaz âşığı insan, sabah namazında iken Muğire b. Şûbe’nin kölesi Ebû Lü’lü tarafından şehit edilmiştir.

Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem), canı sıkıldığı veya biraz rahatsız oldukları zaman Hz. Bilâl’e (radıyallâhu anh) hitaben “Erihnâ yâ Bilâl – Bilâl! Hele bir içimizi ferahlandır!” buyururlardı. Bunun mânâsını bilen Hz. Bilâl de hemen kalkıp ezan okur ve hep birlikte namaza dururlardı. Zira mü’min, namazda bir başka inşiraha erer. Hz. Ömer (radıyallâhu anh) de, tıpkı rehberi Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) gibi namaza âşık ve hayran bir insan idi. O kadar ki, o namaz kılarken kendini tutamayıp sesi arka saflardan işitilecek şekilde ağlar ve kendinden geçerdi. Çoğu zaman o bir âyet okuduğunda boğazı tıkanır, âyetin devamını getiremez, bazen bayılıp yere düşünceye kadar ağlar sonra da evine kapanırdı da, insanlar onu hasta zannedip ziyaret ederlerdi. Bir defasında bu ince kalbli insan, sabah namazında Yusuf sûresini okurken “Ben üzüntü ve tasamı yalnız Allah’a arz ediyorum.”[4] âyetine gelince hıçkırarak ağlamaya başlamış ve âyeti tamamlayamadan rükua varmıştı. Her ne kadar âyetteki sözler Hz. Yakub’a (aleyhisselâm) ait olsa da, Yakuplar bitmemişti ve bitmeyecekti; Hz. Ömer de onlardan biriydi. Bu mahzun ve mükedder insan, okumuş, düşünmüş, hem kendisi ağlamış, hem de sahabe-i kiramı ağlatmıştı.

İşte bu derinliği ile yine o, Rabb’isinin huzurunda kendinden geçmiş, sabah namazını eda ediyordu ki, birden Ebû Lü’lü’ün soğuk ve zehirlenmiş hançerini bağrında hissediverdi. Hançer bağrından dışarıya çıkarken Hz. Ömer’in (radıyallâhu anh) mübarek bağırsakları da o yırtıktan dışarıya çıkmıştı. Bu şuurlu insan, son anlarını yaşadığı o esnada dahi, olup bitenleri düşünmekten daha çok, Allah’la münasebeti adına bir husus üzerinde duruyor ve oğlu Abdullah’ın halk arasında dolaşmasını ve onların kendisi hakkında ne düşündüklerini öğrenmesini istiyordu. Bu vazifeyle halkın içine dalan Hz. Abdullah (radıyallâhu anh) hangi kapıya uğradıysa herkesin senasıyla karşılaştı; hemen herkes “Vâh Ömer!.. Vâh Ömer!.. Vâh Ömer!..” nidalarıyla ağlayıp inliyordu. Hatta kadınlar sultanı Hz. Âişe Validemiz (radıyallâhu anhâ) de aynı duygu ve düşünceyle “Vâh Ömer” deyip feryat ediyordu. Zira herkes biliyordu ki, onun bağrına saplanan hançer aslında İslâm’ın bağrına saplanmıştı. O hançerden damlayan kan, kıyamete kadar Müslümanlar arasında iftirak telâtumuyla çağlayıp gidecek ve ihtimal bir daha da dinmeyecekti. Evet, yere yıkılan Ömer değil, İslâm birliği ve Müslümanlık idi. Onun için herkes âh u efgân edip, “Vâh Ömer!” diye ağlıyordu.

Bu itibarladır ki, Hz. Abdullah kime uğradıysa hepsinin hasret içinde yanıp yakıldığını gördü ve bu durumu gelip babasına haber verdi. Bunun üzerine koca halife, kendisine kastedenin kim olduğunu öğrenmek istedi. Kendisine kâtilin İranlı bir Mecusi köle olduğunun bildirilmesi üzerine de, kâtilin ehl-i imandan biri olmayışından ötürü “Allah’a hamd olsun.” demişti. Bu mülâhaza, adalet timsali Hz. Ömer’in (radıyallâhu anh) kendi kendine herhangi bir Müslüman’a bir haksızlık yapabileceği, onun da buna canı sıkılarak kendisini hançerleyebileceği endişesinden kaynaklanıyordu. Zira böyle bir durumda Hz. Ömer haksızlık yaptığından ve onu yaralayan da bir Müslüman’ın kanına girdiğinden dolayı kendince mesul olacaktı. Bu onun Allah karşısında konumunun, mesuliyet ve vazifesini müdrik bulunmanın, muhasebe hissi ve olabildiğine içe doğru bir derinliğin ifadesiydi ve bu büyük dimağ, bu duygu, bu düşüncelerle, canına kıyanın bir Müslüman olmadığı için Rabb’ine hamd ediyordu.
Hz. Ömer’e ait şöyle bir inceliğe daha şahit oluruz: Yaralandıktan sonra oğlu Abdullah’ı Hz. Âişe Validemize, hücre-i saadette İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve Hz. Ebû Bekir’den (radıyallâhu anh) geriye kalan bir kişilik yere, -evet, dünyada iken hiç ayrılmadığı dostlarının yanına- defnedilebilmek üzere izin istemesi için gönderir. Bu esnada Hz. Ömer’in başı da, hiçbir zaman yanından ayırmadığı, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem), ümmetin âlimi olarak tavsif ettiği, amcasının oğlu olan genç âlim İbn Abbas’ın dizindedir. Adım adım ölüme yaklaştığı bu esnada koca Ömer heyecan, merak ve menfi bir cevap alacağı endişesiyle, Hz. Âişe’den gelecek cevabı beklemektedir… Neden sonra Hz. Abdullah koşa koşa gelir ve Hz. Âişe Validemiz’in (radıyallâhu anhâ) büyük bir fedakârlık göstererek, “Esasen ben orayı kendime ayırmıştım, ama Ömer’i nefsime tercih ederim.” dediği müjdesini verir. Bunun üzerine Hz. Ömer (radıyallâhu anh), “Allah’a şükür. En büyük arzum bu idi; o da oldu. Ama yine de ben öldükten sonra beni oraya götürün ve tekrar izin isteyin. Eğer izin verirse oraya gömün, vermezse Müslümanların mezarlığına gömün.” der.

Bu hâdisenin mevzuumuzla alâkalı olan yönü şudur: Hz. Ömer (radıyallâhu anh), oğlu Abdullah’ın (radıyallâhu anh) Hz. Âişe’den getireceği haberi endişe içinde beklerken ağlar ve kendinden geçer. İbn Abbas ise onu şu mealdeki sözlerle teselli etmeye çalışır:
“Ey Allah’ın peygamberinin halifesi! Seni Cennet’le müjdeleyebilirim; zira sen, Allah Resûlü’nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) idrak edip Müslüman oldun. Resûlullah, bir keresinde sağ ve soluna seninle Ebû Bekir’i (radıyallâhu anh) alıp ellerinizden tutarak, “Biz kıyamet günü bu şekilde diriltileceğiz.”; başka bir keresinde ise, “Her nebinin sema ve arz ehlinden ikişer veziri vardır. Benim de gökte iki, yerde de iki vezirim var. Gökteki vezirlerim Cebrail ve Mikâil; yerdeki vezirlerim de Ebû Bekir ve Ömer’dir.” buyurmuşlardı ve Resûl-i Ekrem’in size teveccühleri bu istikamette idi.

Ayrıca Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanı sıra ilk halife Ebû Bekir de senden memnundu ve kendisinden sonra hilâfete sizi tavsiye etmişti. Ona: “Ömer gibi sert ve şiddetli bir adamı tavsiye ediyorsun. Allah’ın huzuruna gittiğin zaman Allah sana sorarsa ne diyeceksin?” diyenlere de O, “Siz beni Allah ile mi korkutmak istiyorsunuz! Rabbime kavuştuğumda bana soracak olursa, ben de ‘Yâ Rabbi! O ümmet içinde onların en hayırlısını seçip halife bıraktım.’ diyeceğim.” şeklinde cevap vermişti.

Allah sana birçok şehirler kurdurdu. Seni vesile kılarak nifakı ortadan kaldırdı. Yine senin vasıtanla Müslümanlara çok şey lütfetti. Resûlullah’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) uzun zaman arkadaşlık ettin. Halife oldun, taviz vermedin, vazifeni de hakkıyla yaptın.. ve şimdi de yaralandın, O’na şehit olarak gidiyorsun. Sen, Ebû Bekir gibi olmasa bile kendi kametince “sıddîk”dın, Sen, “Fâruk” olmayı tam mânâsıyla yaşadın ve yeryüzünde adaleti ikame ettin “Adalet mülkün temelidir.” diyerek onu âdeta sinelere perçinledin.. cihan, adaleti senden öğrendi… Senin için sadece bir şehitlik kalmıştı; Allah’ın huzuruna giderken kazanmadığın hiçbir şey kalmasın diye sen sineni şehitliğe de açtın.”

İbn Abbas (radıyallâhu anh) bu mealdeki sözlerini bitirdiğinde Hz. Ömer’in (radıyallâhu anh) birden gözleri parıldadı ve İbn Abbas’a yanına oturmasını söyleyerek ondan biraz önce sarf ettiği sözleri tekrar etmesini istedi. İbn Abbas sözlerini tekrar edince de, Koca Halife (radıyallâhu anh) ona:

“Mahşerde Allah huzurunda da böyle şehadet eder misin?” diye sordu. İbn Abbas “Evet” deyince de artık dünyalar onun olmuş gibi seviniyordu. Hz. Ömer’deki muhasebe duygusunun derinliğine ve kendini kontroldeki inceliğe bakın ki, daha dünyada iken Cennet’le müjdelenmiş olmasına rağmen, yaptığı şeylere değil; Peygamber’in amcasının oğlunun şehadetine değer vermektedir.

Hz. Misver’in naklettiği bir başka rivayette, Hz. Ömer (radıyallâhu anh) yaralandığı zaman: “Vallahi yeryüzü dolusu altınım olsa idi, ötede Allah’ın azabından kurtulmak için hepsini fidye olarak verirdim.” der.

Evet, bu devâsâ kametler, müthiş bir muhasebe ve murâkabe duygusu içinde ve olabildiğine mütevazi bir hayat yaşamış, cihanın kapıları da ardına kadar kendilerine açılmış olmasına rağmen tavırlarında herhangi bir değişiklik olmamıştır.

Evet, ruh dünyamız itibarıyla yeniden ruh gücümüzü kazanabilmek, iradelerimizi güçlendirip önümüzü kesen zulmetler karşısında dayanabilmek ve asırlık problemleri -Allah’ın inayetiyle- halledebilmek için, Hz. Ömer (radıyallâhu anh) düşüncesiyle “Hesaba çekilmeden evvel kendimizi hesaba çekebilsek!” önümüzde çözüm bekleyen problemler bir bir çözülecek ve yürüme fırsatı doğacak güvenli yarınlara.

d- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)

Engin muhasebe şuuruna sahip kutlulardan biri de, hiç şüphesiz kadınlık âleminin baş tacı Hz. Âişe Validemiz’dir (radıyallâhu anhâ). Bu büyük kadın, bir gün Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanında birdenbire hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisine niye ağladığını sorduğunda da, “Cehennem’i hatırladım da onun için ağladım! Acaba, kıyamet günü ailenizi hatırlar mısınız?” der. Onun bu sorusuna karşılık, o sevgi ve şefkat insanı Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu cevabı verir: (Yâ Âişe!) “Üç yerde kimse kimseyi hatırlayamaz:

1) Mizan esnasında, tartının ağır mı hafif mi geldiğini öğreninceye kadar.

2) Amel defterlerinin tevzî edildiği zaman ki, acaba defter sağdan mı soldan mı, yoksa arkadan mı geleceğini göreceği ana kadar.

3) Cehennem’in iki yakası ortasına kurulan sıratı geçme esnasında ve geçinceye kadar.”

Bu sözüyle Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), saydığı bu üç yerde, ehli dahil hiç kimseyi hatırlayamayacağını bildirmekte ve Hz. Âişe’ye âdeta başının çaresine bakmasını söylemektedir.

Hz. Âişe Validemiz, bir peygamber hanımı, Hz. Ebû Bekir’in pâkize kızı ve mü’minlerin anası olmasına rağmen ahiretteki hesap endişesiyle ağlamaktadır. O, kadınlık âlemine bir mürşide ve bir muallime olarak İnsanlığın İftihar Tablosu’nun saadet hanesine girmiş ve vahyin sağanak sağanak boşaldığı bir hanede kendini bulmuş, duymuş ve yoğrulmuştu; dahası ümmet-i Muhammed’in terbiyecisi olmuş, kıyamete kadar gelecek kadınlık âleminin ihtiyaç duyacağı disiplin ve prensiplerin hiç olmazsa büyük bir kısmının nâkilesi hizmetini görmüştü. Şimdi eğer Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), onu bile hatırlayamayacağını ve başının çaresine bakmasını söylüyorsa, bu, Hz. Âişe’nin endişe duyduğu kadar konunun ciddiyeti yanında, kimsenin kimseye faydasının olmadığı kıyamet gününde, başını yere koyup “ümmetî, ümmetî” diyen rahmet ve şefkat Peygamberi’nin de meselenin ehemmiyetini vurgulaması bakımından fevkalâde önemlidir.

Evet burada Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem), peygamberler dahil herkesin “Sellim, sellim, sellim Bize selâmet ver Allah’ım, Sen selâmet vermezsen selâmete eremeyiz.” dediği yerleri hatırlatmakta ve peygamberlerin dahi böyle dediği bu üç yerde kimsenin kimseyi hatırlayamayacağını bilhassa tasrih etmektedir.

Buhârî şârihi Kastalanî’nin üzerinde durduğu 17 sahabi vardır ki, bunlar kulluk adına hiçbir zaman kendilerini yeterli görmemiş ve derin bir muhasebe şuuruyla hayatları boyunca hep nifak endişesiyle yaşamışlardır. Hz. Ömer ve Hz. Âişe Validemiz de işte bu kimseler arasındadır. -Gerçi kendimi o büyük kametlerin ne avukatlık ne de savcılığını yapacak makamda göremem, ama- hâşâ ki o pâk dâmenlere nifak yaklaşmış ve bulaşmış olsun!.. Ne var ki, onlar, böyle düşünerek hesaba çekilmeden evvel nefislerimizi sîğaya çekmemiz, kusurlarımızı gözden geçirmemiz için bizlere bir şeyler fısıldamaktadırlar.

Yediden yetmişe herkesin hemen her adımını Allah’a hesap verme inancına bağlatmasının sağlanabilmesi, onun ruh dünyasının, muhasebe duygu ve düşüncesiyle mamur hâle getirilmesiyle mümkün olacaktır. Asr-ı Saadet’te yaşanan şu hâdise bu hakikate ne güzel misaldir!..

Hz. Ömer (radıyallâhu anh), bir gün camiye giderken bir çocuğun hızlı adımlarla yanından geçip camiye koştuğunu görür. Adımlarını açar hızlanır ve çocuğa yaklaşarak, “Yavrucuk! Sana namaz farz değil; neden böyle heyecan içinde ve koşa koşa camiye gidiyorsun?” diye sorar. Çocuk ise halife Hz. Ömer’in bu sorusuna sadece şu cevabı verir: “Ey Mü’minlerin emiri! Daha dün mahallemizde bir çocuk öldü!..”

“Mü’minler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğunda imanları artan ve yalnız Rabbilerine dayanıp güvenen kimselerdir.”[5] âyetinde de ifade buyrulduğu gibi, hakikî mü’minler onlardır ki, Allah anıldığı zaman kalblerinde ürperti hâsıl olur. Ve onlar haşyetle sarsılırlar. Evet, Allah’ın âyetleri kendilerine okunduğu zaman imanları artar, kat kat olur; o âyetlerin ifade ettikleri mânâlarla ürperir, imanın yümnü ve emanıyla kanatlanıp uçuyor gibi bir hâl alırlar. İmanın diriltici iklimiyle tanışan mü’minler, “İman teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder.” fehvâsınca, inandıklarından dolayı Allah’a tevekkül eder; tevekkül ettiklerinden dolayı da, dünya ve ahiret saadetine mazhar olurlar.

Sahabeden başlayarak hakikî mü’minler hep böyle davrandılar; onlar, Allah’ın âyetleri anıldığı zaman ürperdiler ve kendilerinden geçtiler. Onların hayatlarından nakledeceğimiz şu hâdiseler bu hakikate güzel birer misal teşkil etmektedir:

e- Habeşli Bir Sahabi

Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: Bir gün Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Bunu yapamazsanız, -ki elbette yapamayacaksınız- yakıtı insanlarla taşlar olan ve kâfirler için hazırlanan ateşten korkun!”[6] âyetini okudu ve şöyle buyurdu:

“Cehennem kızarıncaya kadar bin sene, sonra beyazlayıncaya kadar bin sene, sonra da simsiyah oluncaya kadar bin sene yakıldı ve yandı. Derken ateşi asla sönmeyen simsiyah bir hâl aldı.” Bunun üzerine, Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) önünde bulunan bir zenci yüksek sesle ağladı. Cebrail (aleyhisselâm) inerek: “Önündeki bu ağlayan kimdir?” diye sordu. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Habeşli bir adamdır.” dedi ve onu övdü. Cebrail de, Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu bildirdi: “İzzetim, Celâlim ve Arşımın üstündeki makamın hakkı için, dünyada Benim korkumdan dolayı ağlayan kulumu, Cennet’te sevindirir ve güldürürüm.”

f- Ensardan Meçhul Bir Muhasebe Kahramanı

Hz. Huzeyfe’nin (radıyallâhu anh) naklettiği hâdisede şunlar anlatılır: Kalbine Allah korkusu düşen ensardan bir genç evine kapanmış ve gece-gündüz ağlıyordu. O kadar ki, zayıflamış ve tamamen güçten, takatten kesilmişti. Bu durum Resûlullah’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) haber verildi. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) gencin yanına gelince, genç son bir kere daha gücünü kullanarak dizlerini zorladı ve Nebiler Serveri’nin teşrifini istikbal için ayağa kalkıp kendisini O’nun kollarına attı. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) de ona sımsıkı sarıldı. Biraz sonra Allah Resûlü kollarını gevşettiğinde, genç ayaklarının dibine yığılıverdi. Bunun üzerine sevgi, şefkat ve merhamet peygamberi Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), gözleri çok derinlere dalmış şöyle buyuruyordu: “Kardeşinizi defnedin. Korku onun ciğerlerini parçalamış. Kuvvet ve iradesi ile yaşadığım Allah’a yemin ederim ki, Allah onu Cehennem’den korumuştur. Kişi umduğunu ister, korktuğundan da kaçar.”

Muhasebe Cemaati

Asr-ı Saadet’te Peygamberinden onun halifelerine, halifelerinden halkına, halk içinde erkeğinden kadınına, kadınından küçük çocuğuna kadar hemen her kesimiyle iliklerine kadar muhasebe duygusu işlemiş farklı bir toplum yetişmişti.

Bu öyle bir toplumdu ki, onu teşkil eden fertlerden hangisinin sinesine bakılabilseydi, orada Allah korkusu, Allah saygısı ve muhasebe duygusunun buhur buhur tütüp durduğu görülecekti… Sahabenin ifadesiyle Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) namaz kılarken sinesinden değirmen taşlarının çıkardığı seslere benzer sesler duyulduğu gibi; en büyük sahabiden en küçüğüne kadar hemen herkeste de aynı saygı, aynı haşyet ve aynı duyarlılık söz konusuydu…

“Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak Müslümanlar olarak can vermeye bakın.”[7] âyeti nazil olunca Hakk’a açık bu insanların âdeta iflahı kesildi. Onlar bir müddet dişlerini sıkıp dayandılar. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de hep onların alın ve dizlerinde nasırlar görüyordu. Çünkü Allah (celle celâluhu) onlara, âdeta
“Güç ve takatinize göre değil, Allah’tan nasıl korkulması lâzım geliyorsa öyle korkun. O’na nasıl ibadet edilmesi lâzım geliyorsa öyle ibadet edin. Ona karşı nasıl saygılı olunması ve sevilmesi gerekiyorsa öyle saygılı olun ve sevin.” buyurmuştu. Onlar da, bu ufku yakalayabilmek için gece-gündüz sürekli ibadet ediyorlardı. Öyle ki, namaz kıla kıla alınları, dizleri nasır tutmuş ve -tabir caizse- âdeta iflahları kesilmişti.

Böyle bir tehâlükün şöyle bir husustan kaynaklandığı da anlatılmaktadır: “Göklerde ve yerdekilerin hepsi Allah’ındır. İçinizdekileri açığa vursanız da gizleseniz de Allah ondan dolayı sizi hesaba çekecektir, sonra dilediğini affeder, dilediğine de azap eder. Allah her şeye kadirdir.”[8] âyeti nazil olduktan sonra bir müddet geçip geçmemişti ki âyetin ağırlığıyla belleri iki büklüm olan sahabe bir gün melûl, mahzun ve münkesir bir hâlde teker teker mescitten içeriye girdi.. ciddî bir temkin ve tedbirle Resûl-i Ekrem’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaklaştı ve içlerinden birisi söz alarak, fevkalâde bir hicap içinde şöyle dedi: “Ey Allah’ın Resûlü! Namaz, oruç, cihad, zekât.. gibi takatimiz yetecek amellerle mükellef olduk. Bütün bunlara, eyvallah. Şimdi ise, şöyle bir âyet nazil oldu.” dedi ve yukarıdaki âyeti okudular. “Hâlbuki bizim buna gücümüz yetmeyecek. Her birimiz gönlünden öyle şeyler geçiriyor ki, dünyaları verseler bunların kalbimizde bulunmasını arzu etmeyiz.”

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), onların bu sözüne çok üzüldü ve onları itap sadedinde “Sizden evvelkiler gibi, ‘İşittik isyan ettik’ mi demek istiyorsunuz!..” buyurdu, sonra da onlara şöyle demelerini emretti: “İşittik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş Sanadır.”

Nebiler Serveri’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu sözünden birkaç dakika sonra ise hemen şu âyetler nazil olmuştu: “Peygamber, Rabb’i tarafından kendisine indirilene iman etti, mü’minler de (iman ettiler). Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. (Onlar, biz) ‘Allah’ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş sanadır’ dediler. Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. Herkesin kazandığı (hayır) kendine, yapacağı (şer) da kendinedir. Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işler de yükleme! Bizi affet! Bizi bağışla! Bize acı! Sen bizim mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!”[9]

… Ve Bir Yakarış

Şimdi gelin biz de, bu âyetlerden mülhem, mevzuu bir dua sadedinde şu cümlelerle bitirelim:
Ey Rabbimiz! 14 asır evvel bize tebliğ buyurduğun emr-i sübhânîni biz de işittik ve itaat ettik. İlkleri mağfiret buyurduğun gibi bizi de mağfiret buyur. Ey dönüş kendisine olan Sultanımız! Ey Sultan-ı Zîşân! Ve ey Ezel ve Ebed Sultanı! Bizi yaşamış olduğumuz şu helâketler ve felâketler asrında başıboş bırakıp cehalet ve küfür karanlıklarına ezdirme.

Rabbimiz! Bizi unuttuğumuz ve hata ettiğimiz şeylerden ötürü muaheze etme. Biz ve atalarımız dinin kadir ve kıymetini bilemedik. Ona gerektiği gibi sahip çıkamadık. Derken şu birkaç asırlık ihmallerimizle devletler muvazenesindeki yerimizi kaybettik. Aziz ve şerefli bir kavim iken zelil ve perişan olduk. Bizden evvelkilerin sırtına yüklediğin ağır yükü bizim sırtımıza da yükleme. Bizi, takatimizi aşan şeylerle imtihan etme. Bizi affeyle. Bize mağfiret buyur. Bize merhametle muamelede bulun. Sen bizim Mevlâmızsın. Çünkü, Kur’ân’da “Bu, Allah’ın, inananların Mevlâ (yardımcı)sı olmasından dolayıdır. Kâfirlere gelince, onların Mevlâ (ve yardımcı)ları yoktur.”[10] buyuruyorsun. Sen bizim Mevlâmız; biz ise Senin boynu tasmalı, ayağı prangalı kullarınızız.

Evet, biz, sinesi inançla coşan mü’minler olarak böyle bir kulluğa dilbesteyiz. Zaten, her gün kulluk borcumuz olan namazlarımızı eda ederken, Fatiha’da en az kırk defa bu kulluğumuzu itiraf ediyor ve “(Rabbimiz!) Ancak Sana kulluk ederiz ve yalnız Senden medet umarız.”[11] diyerek ahd ü peymânımızı yeniliyoruz. Başkaları kulluktan kaçar; biz ise, Rabbimiz’e kul olduğumuz zaman memnun oluruz. Şimdi bir kere daha O’na kulluğumuzu ilân ediyor, bu kulluğu arızasız yapmak için de yine yalnız O’ndan yardım istiyoruz. Acz ü fakrımızı itiraf ederek yine O’na sığınıyor ve bunca nusret ve nimetleri karşısında şevkle geriliyor, şükranla kanatlanarak üveyikler gibi hakikate doğru uçmaya çalışıyor ve bizleri muvaffak kıldığı şeyleri gördükçe de şükürle iki büklüm olup inliyoruz.

Yâ Rabbi! Bizleri de yukarıda zikredilen muhasebe kahramanları gibi muhasebe duygu ve düşüncesiyle meşbu kıl. Bir lütuf olarak omuzlarımıza yüklediğin vazifeleri bihakkın edaya muvaffak eyle. (Âmin)


Dipnotlar:
[1] Nisâ sûresi, 4/123
[2] Müddessir sûresi, 74/38
[3] Tîn sûresi, 95/4
[4] Yusuf sûresi, 12/86
[5] Enfal sûresi, 8/2
[6] Bakara sûresi, 2/24
[7] Âl-i İmrân sûresi, 3/102
[8] Bakara sûresi, 2/284
[9] Bakara sûresi, 2/285-286
[10] Muhammed sûresi, 47/11
[11] Fatiha sûresi, 1/5

Yazar: M. Fethullah Gülen/Kendi İklimimiz

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.